Hakk’a İlk İsyanın Sebebi
Rabbimiz buyurur:
“İnsan görmez mi ki, Biz onu bir nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş!” (Yâsîn, 77)
Asıllarının “hiçlik ve yokluk” olduğunu unutan gâfiller, en büyük mânevî felâket olan benlik, enâniyet ve kibir girdabına kapılmaktan kurtulamazlar.
Nitekim İblis, benliğinden dolayı Allah Teâlâ ile cidâle kalkıştı. Âdem u hakkında, “Ben ondan üstünüm.” dedi, kahroldu gitti.
İlâhî bir imtihan îcâbı hazinelere gark edilen Kârun, zekâtını hesap edip tahsil etmek isteyen Hazret-i Mûsâ’ya karşı çıktı, tavır koydu ve büyüklenerek:
“–Bu hazineleri ben kendi ilmimle kazandım.” dedi. O hazinelerin, Rabbinin lûtfu ve imtihanı olduğunu unuttu. Güvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine gömüldü.
Bel’am bin Bâûrâ, nâil olduğu mânevî mazhariyetleri kendine izâfe etti, mağrur bir şekilde hevâsına meyletti. Cenâb-ı Hak da onu, dilini çıkarmış soluyan bir kelp gibi ahmaklaştırarak helâk etti.
1912 yılında Titanic denilen devâsa gemi, ilk seferine çıkarken, gurur ve kibir şaşkınlığı içinde; “Bu gemiyi hiçbir güç batıramaz.” denildi. Gemi, ilk seferinde buz dağına çarparak içindekilerle beraber okyanusun derinliklerinde kayboldu.
18 Mart 1915’te Fransızların “eğilmez, bükülmez, inatçı” mânâsına gelen “Inflexible” adlı dev savaş gemisi, Çanakkale’de ağır yaralanıp safdışı kaldı. Aynı gün, İngilizlerin, “karşı konulmaz, dayanılmaz” mânâsına
gelen “Irresistible” adlı dev savaş gemisi de mayına çarparak battı.
Yine Îtilâf devletleri donanmasının, vaktiyle küfür ordusunun yenilmez bir devi olarak meşhur olan zâlim Câlut’u kastederek “Goliat” adını verdikleri dev savaş gemisi, kendisiyle kıyaslanamayacak kadar küçük ve güçsüz görünen Muâvenet-i Milliye fırkateyni tarafından 13 Mayıs 1915’te boğazın serin sularına gömüldü.
1986’da, “meydan okuyan” mânâsında Challenger adı verilen uzay mekiği, fırlatıldıktan 73 saniye sonra infilâk etti, bütün mürettebâtı öldü.
Bunlar gibi sayısız misalleriyle tarih şâhittir ki, Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve kibriyâ sıfatıyla yarışa kalkışan, Hakk’a karşı “ben” diyen zâlimler, “Bizden daha güçlü kim var?” diye övünen Âd ve Semud gibi güçlükuvvetli kavimler, Allâh’ın verdiği zihnî kâbiliyetlerle îcâd ettiği vâsıtalara güvenerek gurur ve kibre kapılanlar, dâimâ ilâhî kahır ve intikamın en ibretli misalleri olarak azap kamçıları altında helâk oldular.
Velhâsıl mü’min, bir nîmete nâil olduğunda dâimâ; “ّ ر ِ ْ ْ ا ِ َ ٰ / Bu Rabbimin fazl u keremindendir.” diyerek nîmeti asıl sahibine izâfe edip şükretmelidir. Nefsânî bir şımarıklık içinde; “Ben kendi gücümle kazandım, ben kendi ilim ve kâbiliyetimle elde ettim.” diyerek nefsin hoyratlığına dûçâr olmak yerine; “Bütün nîmetler Sen’in lûtfundur yâ Rabbî!” hissiyâtı içinde “hiçlik” zirvesine ulaşmayı hedeflemelidir.
Bunun zıddına, bir sıkıntıyla karşılaştığında da isyan veya şikâyet yerine; “Bütün kusurlar nefsimdendir. Acabâ hangi kusurum bu sıkıntıya sebep oldu?” düşüncesiyle mânevî durumunu yoklayıp noksanlıklarını telâfî ve ıslâha çalışmalıdır.
Cenâb-ı Hak, bu hassâsiyetleri gönüllerimizin mânevî gıdâsı eylesin. Hepimizi, hiçliğin hakîkatine eren kâmil kullarından eylesin. Râzı olduğu bir kulluk hayâtının ardından rahmet ve mağfiretine nâil kıldığı ârifler, sâlihler ve sâdıklar zümresine ilhâk eylesin! Âmîn…
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından-2, Erkam Yayınları