Hakkıyla Hac Yapabilmek İçin!..
Hac, fıkhî bir terim olarak “Mekke kentindeki Kâbe’yi ve çevresindeki mukaddes sayılan özel yerleri, belirli bir vakitte, önceden hac niyetiyle ihrama girerek usûlüne göre, yani vakfe ve tavaf yaparak ziyaret etmekten ibâret olan ve İslâm’ın şartlarından birisini teşkil eden mâlî ve bedenî bir ibâdettir.”
Müslüman, ergen (bâliğ), akıllı, hür kimselerin; hac yapmaya (beden, mal ve yol güvenliği açısından) güçleri yettiği takdirde ömürlerinde bir defa olsun hacca gitmeleri farzdır.
Hac, belli bir vakitte yapılır. O vakte ulaşmayan kimseye hac farz olmadığı gibi, o vaktin dışında ihram, tavaf ve vakfe gibi ibadetleri yapmış birisi de hacı olmaz.
Cenâb-ı Hak, “İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev (mâbed), Mekke’de bulunan mübârek ve âlemler için hidâyet kaynağı olan Kâbe’dir. Orada apaçık deliller, İbrahim’in makamı vardır. Kim oraya girerse, emniyette olur. Oraya gitmeye gücü yeten herkesin o evi haccetmesi, Allâh’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır…” (Âl-i İmrân, 96-97) buyurmak sûretiyle insanları hac yapmaya dâvet etmiştir.
HACDA YAPILACAKLAR
Haccın yapılışında önemli birer vazife (menâsik) olarak kabul edilen hususlar şunlardır: İhram, Arafat öncesi Mina’da bekleyiş, Arafat’ta Vakfe, Müzdelife Vakfesi, Mina/Cemerât (Şeytan Taşlama), Kurban, Tavaf (Ziyaret ve Vedâ Tavafları), Safa ile Merve arasındaki Sa’y…
Bu sayılan esaslardan üçü, Hanefî mezhebine göre haccın farzlarıdır:
1-İhram (şart)
2-Arafat Vakfesi (rükün)
3-Ziyâret Tavâfı (rükün)
HACDAKİ İBADETLERİN ANLAMI
Bu saydığımız esaslara bakarak haccı sadece “şekil” olarak görmemelidir. Aksine hac esnasında yapılan her bir ibâdetin derin ve tarihî bir arkaplanı ile mânevî bir vechesi vardır.
Hac; Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail -aleyhimesselâm’ın ve Hazret-i Hacer Validemizin tevekkül, teslimiyet ve Allah’a itaatinin en güzel örneklerini sergiledikleri hayatlarının sembolleşmiş hâlidir.
Hac, Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ve çilekeş ashâbının İslâm’ı tebliğ faaliyeti için çektikleri çilelerin ve fedakârlıklarının nişânıdır.
HACCIN KAZANDIRDIKLARI
“Hac (ayları) bilinen aylardır. İşte kim onlarda (o aylarda) haccı (niyet ederek ve ihrâma girerek kendine) farz ederse (artık)hacda refes, füsûk ve cidâl yoktur. Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir. Bir de (hac seferine yetecek miktarda) azıklanın.Muhakkak ki azığın en hayırlısı (dilenmekten, insanlara yük olmaktan) kaçınmaktır. Ey kâmil akıl sahipleri, Ben’den korkun.” (el-Bakara, 197) âyet-i kerîmesine riâyetle kul, hac esnasında her türlü beşerî ve mubah davranışlardan olabildiğince sıyrılır; refes, füsuk ve cidalden; yani cinsî çağrışım yapacak her türlü söz ve davranıştan; günahın her çeşidinden ve nihayet kavga, tartışma vb. nefsânî mücâdelelerden sıyrılır. Bu titizliği, sadece bir-iki gün değil, bütün ihramlı olduğu zamanlarda (hac ibâdeti boyunca) göstermeye gayret eder.
BAŞKASINI KENDİNE TERCİH ETMEK
Ayrıca hac esnasında, sabrı, fedâkârlığı, başkasını kendisine tercih etmeyi (îsârı), Allâh’ın huzurunda boyun büküp beklemeyi, canını, malını ve her şeyini Allah uğrunda fedâ edebilmeyi, kıyamet ve mahşer gününe kalkmış gibi, yaptıklarından pişman olmayı, Ümmet-i Muhammed’in bir ferdi olarak kardeşlerini sahiplenmeyi, kabullenmeyi ve bağrına basmayı öğrenir.
Bütün bu hassasiyetlere riâyet edilerek yapılan haccın sonunda, kul hakları hâriç olmak üzere, ilk doğduğumuz gün gibi tertemiz ve günahsız hayatımıza devam etme imkânı vardır. Peygamber Efendimiz bizi şöyle müjdeler:
“Her kim, şu Kâbe-i Muazzama’ya hac niyetiyle gelip de, fısk ve refes işlemeden haccını îfâ ederse, anasından doğduğu gibi günahsız bir şekilde tertemiz olarak evine döner.” (Müslim, Hac, 438)
“Kim, Allah için hacceder de (bu sırada) kötü söz ve fiillerden ve Allâh’a karşı gelmekten sakınırsa, (kul hakkı dışında) annesinin onu doğurduğu gündeki gibi (hacdan) döner.” (Buhârî, Hac, 4; Müslim, Hac, 438; Nesâî, Hac, 4; İbn-i Mâce, Menâsik, 3)
ÖMÜRDE EN AZ BİR KERE HAC
Hac ibâdeti, küçümsenemez ve ertelenemez. Vaktini bulan, imkânı elveren herkesin ömründe en az bir kere hac etmesi, Allâh’ın, kulları üzerindeki hakkıdır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse, yiyecek, içecek ve binecek masraflarına mâlik olup da Beytullâh’a gitmek mümkün iken haccetmezse, onun yahûdî veya hristiyan olarak ölmesine hiçbir mânî yoktur!” (Tirmizî, Hac, 3)
“Haccedecek kimse, acele etmelidir!” (Cem‘u’l-Fevâid, II, 77)
GÜNAHLARI TEMİZLEYEN İBADET
Hac, maddî ve mânevî bir bereket kaynağıdır. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu bereketi şöyle ifade buyurur:
“Hac ile umreyi ardı ardına yapmak, ömrü ve rızkı artırır, fakirliği ve günâhı, körüğün demirdeki pası giderdiği gibi giderir.”(Ahmed, III, 446-447)
“Hacla umrenin arasını birleştirin. Zîrâ bunlar günâhı, tıpkı körüğün demirdeki pası temizlemesi gibi temizler.” (Nesâî, Menâsik, 6; İbn-i Mâce, Menâsik, 3)
“Bir umre, diğer umreye kadar arada işlenenler için kefârettir. Hacc-ı Mebrûr’un karşılığı cennetten başka bir şey olamaz!”(Buhârî, Umre, 1)
“Hac ve umre, kuyumcu kezzabının altın ve gümüşü temizlediği gibi günahları temizler.” (Nesâî, Tirmizî)
Haccın mânevî sır ve hikmetlerinden bazılarını, muhterem Osman Nûri Topbaş Efendi, “Hacc-ı Mebrur ve Umre” adlı eserinde şöyle ifade etmiştir:
HACCIN İFÂ EDİLDİĞİ MEKÂNLAR
Haccın îfâ edildiği mübârek mekânlar, ulvî bir âlemin rûhâniyet iklîmleridir. Bu iklîmler, ilâhî nişânelerle doludur. Oralarda hep Allâh’ın rahmet ve bereketi yâda gelir. Bunun içindir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de o iklîmlerin vasfı şânında, «şeâirullâh» ve «hurmetullâh» denilmiştir.
Madden ve mânen o mübârek topraklara koşuş, kumlu çölleri görmek için değildir. Oralara yöneliş, İbrâhim -aleyhisselâm-’ın makâmını, İsmâil -aleyhisselâm- ve evlâdının vatanını ziyâret içindir. Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in doğup büyüdüğü, İslâm’ı teblîğ ettiği toprakları görmek, O yüce Varlık Nûru’nun teneffüs ettiği havayı ciğerlerimize ve gönüllerimize doldurmak gâyesiyledir.
O kudsî mekânlarda gözlerindeki perdeleri çekerek gönül gözleriyle etrafa bakanların îmân deryâları cûşa gelir, aşk ve muhabbet-i ilâhî gönül damarlarında harekete geçer. Nereye nazar etseler, oradan yüce bir vecd ve istiğrâk kendilerini kaplar; böylece gözleri yaşarır, dilleri dâimâ tesbih ve tehlîl ile meşgul olur.
ŞEYTANI TAŞLAMAK
Çakıl taşlarını atmaktan maksat, şeytana buğzetmektir. Çünkü o, Hazret-i Âdem’i topraktan yaratıldığı için küçük görmüş, kendisinin ateşten yaratılmış olması sebebiyle üstünlük iddiâ etmiş, gurura kapılmıştı. Cenâb-ı Hak da onu, küçümsediği bu toprak terkibiyle taşlatmaktadır.
ARŞ-I İLAHİNİN GÖLGESİ: KÂBE
Kâbe, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da “Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyruğu ile ikâmesini emrettiği namaz ibâdetinin istikâmet hedefidir. Aynı zamanda bütün müslümanların müştereken teveccüh ettiği nokta; yâni İslâm dünyâsının nabzının attığı yerdir. İnsandaki tecellî-i ilâhînin nazargâhı kalb; kâinâttakinin ise Kâbe’dir. Yâni Kâbe, bir mânâda insan vücûdundaki kalb mesâbesindedir.
Bütün husûsiyetleriyle Kâbe, Arş-ı ilâhînin gölgesi, rahmet ve bereket kaynağıdır. Diğer bir ifadeyle Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiret sıfatlarının aksettiği mücellâ bir aynadır. Gönülleri aydınlatan bir güneş, yâni nûr menbaıdır.
KAZANDIĞIN SEVAP GÖNÜL KIRMANIN GÜNAHINI DENGELEYEMEZ
Mevlânâ Hazretleri buyurur:
“Kâbe, Âzeroğlu İbrâhim’in binâsıdır. Gönül ise, “Celîl” ve “Ekber” olan Allâh’ın nazargâhıdır.”
“Eğer sende basîret varsa, gönül Kâbe’sini tavaf et!. Topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin asıl mânâsı gönüldür.”
“Cenâb-ı Hak, görünen, bilinen sûret Kâbe’sini tavaf etmeyi, kirlilikten temizlenmiş, arınmış bir gönül Kâbe’si elde edesin diye sana farz kılmıştır.”
“Şunu iyi bil ki, sen Allâh’ın nazargâhı olan bir gönlü incitir, kırarsan, Kâbe’ye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevâb, gönül kırmanın günâhını dengeleyemez…”
MAKBUL BİR HACCIN ALÂMETİ
Makbul bir haccın alâmeti, kişinin hacdan sonraki hâlinin de rızâ-yı ilâhî istikâmetinde olmasıdır. Mü’min, hacda günahlarının affedilmiş olmasına güvenerek rehâvete kapılmamalı, bu âlemin bir imtihan diyârı olduğunu aslâ hatırından çıkarmamalıdır.
HAKKIYLA HAC YAPABİLMEK İÇİN
Şiblî Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“Hacca niyet ettiğinde, bugüne kadar işlediğin mâsıyetlere tevbe edip sırât-ı müstakîme yönelmediysen, hakîkatte niyet etmiş olmazsın.
İhrâm için elbiseni çıkarırken her mâsıyetten de soyunmadıysan hakîkatte elbiseni çıkarmış olmazsın.
Hac için guslederken bu temizlik, sendeki mânevî kirleri ve kalbî illetleri de temizlemediyse hakîkatte temizlenmiş sayılmazsın.
Harem-i Şerîf’e girerken bütün haramları ve Hak’tan uzaklaştıran her türlü söz ve davranışı terk etmeye söz vermediysen gerçekte Harem’e girmiş olmazsın…
Kurban keserken aşırı nefsânî isteklerini ve irâdeni Hakk’ın rızâsında yok etmediysen gerçekte kurban kesmiş olmazsın.
Şeytana taş atarken içindeki cehâleti ve vesveseleri de taşlayamamışsan, sende ilim ve irfan hâsıl olmamışsa hakîkatte taş atmış sayılmazsın.
Kâbe’yi ziyâret vesîlesiyle sende ilâhî ikramlar arttı mı, gönlün huzur ve sürûr ile doldu mu? Zîrâ hadîs-i şerîfte:
«Hacılar ve umre yapanlar, Allâh’ın ziyâretçileridir. Ziyâret edilenin, kendisini ziyâret edene ikrâm etmesi, üzerindeki bir haktır.» buyrulur. Sen bu ikrâmı fark edemediysen hakîkatte ziyâret etmiş sayılmazsın…”
Kaynak: Melike Şahin, Şebnem Dergisi, Ağustos 2015, 126. Sayı