Halden Değil Muameleden Sorumluyuz
23 Haziran 2023 Cuma günü (bugün) vefat eden Abdülbaki Oral Ağabey’in Altınoluk dergisine verdiği mülakatın 401. sayısında, Sami ve Musa Efendi Hazretleri ile ilgili paylaştığı hatıralarını; 402. sayısında ise gençlere verdiği tavsiyeleri ve okuduğu duaları istifadenize sunuyoruz.
Altınoluk dergisinin Temmuz 2019 sayısında Selman Tan’ın Abdülbaki Oral Ağabey ile yaptığı röportaj...
ABDÜLBAKİ ORAL KİMDİR?
S. Tan: Sizi tanımak için kendinizden dinleyelim Abdülbâki Ağabey.
Abdülbaki Oral: Bismillahirrahmanirrahim. Rabbi yessir velâ tuassir rabbi temmim bi’l hayr. Elhamdülillahi Rabbil alemîn vessalâtu vesselâmu alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.
Cenâb-ı hak konuşmamızı hayırlara anahtar, şerlere kilit yapsın inşallah. Bütün halimizi, harekatımızı, sekenâtımızı rızasına muvafık eylesin inşallah.
1942 Ankara Gerede doğumluyum. 4 yaşındayken validem rahmetli oldu. İlkokulu bitirdikten sonra Ankara’ya ablam ve eniştemin yanına gelerek sanat okuluna kayıt oldum. Yaz tatilinde çanta imalathanesinde işe girmiştim. Maddi sebepler zorlayınca o işte kaldım. 18 yaşına geldiğim zaman üvey validem beni evlendirdi. Askere gittiğim zaman iki çocuğum vardı.
Askerliğimi Bursa’da Orhan Gazi Türbesi’nin üstündeki askerlik şubesinde yaptım. O zaman askerlik 24 aydı fakat boydan kısa olduğum için beni o zaman var olup şimdi kaldırılan ‘arızalı sağlam’ sınıfına dâhil ettiklerinden 6 ay kadar askerlik yaptım.
Askerlik şubesinin tam karşısında Şehadet Camiî vardı. Bir gün albayın yanındayken ezan okunmaya başladı. “Komutanım camiye gidebilir miyim?” diye sordum. Bana “Sen namazını kılıyor musun?” dedi. Daha sonra camiden müezzin Allahu ekber dediği zaman albay bana “Hoca seni çağırıyor” derdi.
Baktım askerlerin ellerinde uygunsuz yayınlar dolaşıyor. Yanımda 10- 12 adet dini kitap vardı. Onları evrak odasındaki rafa koydum. Bir gün binbaşı beni çağırdı. Elinde benim kitaplar, bir kısmını da okumuş olduğu anlaşılıyordu.
“Burada ibadet etmeyenler için hayvandan da aşağıdır gibi ifadeler kullanılıyor ne dersin?” dedi. Ben de “Efendim bizi yaratan Rabb’imiz kendine uymayıp kötülük yapan insanoğluna Kur’an-ı Kerim’de böyle diyor” dedim. Dini kitaplar ve hizmetim ilk olarak bu şekilde askerde olmuştu.
S. Tan: Namaza askerden önce nasıl başlamıştınız, ailenin telkini ile mi oldu?
Oral: Çantacıda çalışırken bir komşumuz bana Namazı Dosdoğru Kılmak isimli bir kitap verdi. O kitabı akşam okudum, sabahında besmele çekip başladık.
S. Tan: Demek ki içinizde kabiliyet varmış, kıvılcım çakınca ateş yandı.
Oral: Rabbim taklidî ibadetlerimizi tahkîke ulaştırsın inşallah. Döndükten sonra yine haftalıkla, bu sefer bir başka yerde çalışmaya başladım. Girmeden önce tek şartım vardı, namaz vakitlerinde müsaade edilmesi.
Askerden sonra çanta imalatı işine ve satışına girdik. İki imalathane ve bir aksesuar dükkânı ile Türkiye’nin muhtelif yerlerine toptan ve perakende satışlar yapıyorduk. 28- 30 kişi çalışırdı.
yılı Mart ayında Altınoluk dergisi Andını Hatırla başlığıyla çıkmıştı. Heyecanla takip ediyordum. Her hafta Abdullah Sert ağabey ile görüşürdüm. “Bir emriniz var mı?” diye sorunca “Abone yapmanızı bekleriz” dedi. Rahmetli Hacı Gedikli ağabeyi, damatları 6- 7 kişiye abone yapıp gönderdim.
Abdullah ağabey ile tekrar görüştüğümüzde yine abone beklediklerini söyleyince, elime kâğıdı kalemi alıp komşulardan birer birer yazmaya başladım. O zamanlar bilgisayarlar çok yaygın değildi, bütün kayıtları elimle tutuyordum.
Elif sitesinde 1 blokta 72 daire var, toplam 5 blok vardı. Tabii bir insan bir vazifeyi üstlendiği zaman onu en iyi şekilde yerine getirmek istiyor. Sonra etrafa, Ankara esnafına açılmaya başladım.
Neşriyat hizmeti işine eskiden beri gıpta ederdim. Gelen malzeme güzel, giden malzeme güzel elhamdülillah. Hani ilahide deniyor ya “Gül alırlar gül satarlar” diye. İnsanları Allah yoluna çağırıyorsunuz. Dünyevi işinizi yaparken sadakayı câriye kazanıyorsunuz. Sonradan baktık ki ikisi bir arada olmuyor. Çanta işini tasfiye ederek Altınoluk bayiliği ve kitap işine devam ettik.
S. Tan: Manevi hayatla ilk tanışmanız nasıl oldu?
Oral: Kitap okumayı sevdiğim gibi vaaz ve nasihat dinlemeyi de çok severdim. Abdullah İşler Hocaefendi’nin İbadullah Camii’nde vaaz verdiğini söylediler. Yine kâğıdı kalemi alarak vaazları düzenli takip etmeye başladım. Orada vaazları teybe kaydetme mevzuunu konuşurken Mustafa Altınoluk isimli bir ağabeyimiz bana bir intisabımın olup olmadığını sordu.
S.Tan: Sizin nasibiniz de hep Altınoluk ismi üzerinden devam etmiş Abdübâki ağabey.
Oral: Evet öyle oldu. Sonra bana “Bu dinlediğin Abdullah İşler Hocaefendi, Rıza Çöllü Hocaefendi, Osman Şevket Yardımedici Hocaefendi bunların hepsi Mahmut Sami Ramazanoğlu Hazretleri’ne bağlılardır” dedi. Bu hocaefendiler Ankara’nın en mümtaz hocalarıydı. Ayrıca Konya’dan Tahir Büyükkörükçü Hocaefendi’yi söyledi. Her birini ayrı ayrı çok severdim. Altınoluk ağabeyin sohbetlerine başladım. Bir müddet sonra 1966 yılında İstanbul Erenköy’de devlethanede Sami Efendi üstadımız ikili olarak kabul buyurdular. Nasıl ders yapacağımı elime kâğıdı kalemi aldırarak yazdırdılar. O zamanlar ders görüşmesi için bir süre verilmiyordu. Daha sonra Musa Efendi üstadımız ders görüşmelerinin en geç 6 aylık sürelerle yapılmasını sağlamıştı.
S. Tan: O zaman o dönemlerden okuyucularımıza faydalı olacağını mülahaza ettiğiniz hatıralarınızdan anlatır mısınız?
Oral: Musa Efendi üstadımızın bir Ankara’ya teşriflerinde tahminen 10- 12 kişilik bir grupla yemek yeniyordu. Ankara sorumlusu Urfalı Kemal yetkin ağabeyimiz o sırada hastanedeydi. Hastaneden çıkarak yemeğe katıldı. Vücudunda ödemler, büyük ölçüde şişlikler oluşuyordu. Gut ve şeker hastalıkları vardı. Doktorlar tahlil üstüne tahlil yapıyor, bir şey bulamıyorlardı. Hareket edemez, pantolon içine sığamaz hale geldiği için endişe ediliyordu. O yüzden de mümkün olduğu kadar vücuduna sıvı almamasını tembihliyorlardı.
Musa Efendi Kemal ağabeyden hastalığı ile ilgili bilgileri aldıktan sonra sofradaki karpuzdan alıp Kemal abiye uzattı “Buyurun, şifa olur inşallah” dedi. Bu hadise birkaç defa tekrarlandı. Hepimiz hayretle bakıyorduk.
Sohbetten çıktıktan sonra Kemal Efendi ağabey “Bir rahatlama hissediyorum” dedi. Eve gittikten sonra elhamdülillah daha da rahatlamış. Aylardır sebebi bilinmeyen bu hastalığı o gün şifa bulmuştu elhamdülillah.
Hiç unutmam; Musa Efendi’nin Ankara’ya o gelişlerinde fakire Hacıbayram’da terzilik yapan Ali Özkan beyi çağırmamı istedi. Ali ağabey geldi sofrada bulunduktan sonra Musa Efendi’nin cübbesinde yapılacak ufak bir iş varmış onu yaptı. Hatta fakirin, aklıma şöyle gelmişti: ‘bu oldukça basit bir iş burada bizler de bu hizmeti yapabilirdik.’ Musa Efendi arabasına binip İstanbul’a dönerken terzi Ali Özkan ağabey Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kemal ağabeyin şifa bulması da Ali ağabeyin vefatı da o gün olmuştu. Ali ağabeyin çağrılmasının özel bir hikmete mebni olduğu kanaatine sahip oldum.
Yaşadığımız bu hadiseyi aktarınca şu da aklıma geldi. Sami Efendi Hazretleri bir şahısla şehirlerarası otobüs yolculuğu yapıyorlar. Beraberlikleri sadece bir yerden bir yere gidinceye kadar oluyor. Bu şahıs Ankara’da Çıkrıkçılar Sokağı’nda arzuhalcilik yapıyormuş. Sami Efendi bir Ankara’ya gelişlerinde rahmetli Mustafa Erbil ağabeye Çıkrıkçılar Yokuşu’nda dilekçe yazan şu isim ve eşkâldeki şahsı bulmalarını ve kendisinin görüşmek istediğini ifade ediyor.
Mustafa Erbil ağabey gidip o şahsı buluyor ve “Sami Efendi üstadımız Ankara’ya teşrif ettiler ve sizinle görüşmek arzu ederler” deyince o şahıs birden sapsarı oluveriyor. Meğer alkol alıyormuş. Mustafa Erbil ağabeyden bir iki saat izin istiyor. Sonra gusül abdesti almış, üstüne yeni elbiseler giymiş vaziyette Sami Efendi Hazretleri’nin ziyaretine geliyor. Yarım saat kadar ikisi baş başa görüşüyorlar. O şahıs Sami Efendi’nin yanından ayrıldıktan 23 gün sonra vefat ediyor. Sami Efendi üstadımızdaki şu vefâya bakar mısınız? Mecburen beraber oldukları insanlardan bile merhametlerini esirgemiyorlar.
Kemal ağabeyi bir hafta göremezsem içim içime sığmazdı. Acaba tart mı edildim diye korkardım. Seyyitdi, çok mübarek insandı. Vefat ettiği zaman Urfa’ya defnedilmek istediğini söylemiş. Fakir, Hacı Gedikli ağabey ile birlikte Ankara’da yıkayıp kefenlendikten sonra Urfa’ya götürdük. Musa Efendi üstadımız da Adana’ya uçakla geldikten sonra Faruk Karabucak ağabeyin arabasıyla Urfa’ya cenazesine gelmişti. Cenazeden sonra da şöyle buyurmuştu: “Kemal Efendi 7 tane hastalıkla imtihan olundu ama hizmetten hiç geri durmadı.” Bir hafta geçtikten sonra Hacı Gedikli ağabeye Ankara’ya hizmet etme vazifesi verildi.
S. Tan: Sizin Hacı Gedikli ağabeyle akrabalığınız nasıl oldu?
Oral: Fakirin 3 kızım 2 oğlum vardı. Hacı ağabeyin de bir kızı 2 oğlu vardı.
Nasipmiş iki kızımız Hacı Gedikli ağabeyin iki oğluyla izdivaç ettiler.
S. Tan: Musa Efendi ile o kadar yıllık hukukunuz oldu. Size söylediklerinden en unutamadığınız ve sizi etkileyen şey ne oldu diye sorsam?
Oral: Musa Efendi üstadımıza “Bazı ağabeyleri dersleri ileride görüyoruz. Biliyoruz yaşları da kemâle ermiş ama şöyle şöyle zaaflarla karşılaşıyoruz” denince “Evladım muamele bütün hallerin, makamların önündedir ve üzerindedir. Halden sorumlu değiliz ama muhatap olduğumuz bütün insanlara karşı olan davranışlarımızdan sorumluyuz. İlle de muamele...” demişlerdi.
Kibarı kelamda da “ Güzellerin en güzeli, güzel ahlaktır” deniyor. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in: “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” buyurmasındaki hikmet çok iyi anlaşılmalıdır.
Musa Efendi malum Ravza-i Mutahhara’da sofraları açardı. Ayrıca bazen de davet edildiği başka iftar sofralarında iftarını açardı. Bir gün böyle bir iftar sofrasında doğru giderken birden yolunu değiştirip başka bir sofraya misafir oluyor. Yolunu değiştirmesine sebep ise iftar edeceği sofraya hizmet eden kardeşlerden birisinin pideyi sofraya doğru attığını görmesi oluyor. Musa Efendi çok zarif bir insandı ve hizmette edebi çok gözetirdi. Hizmet edeni çok severdi. Hediyesiz hiçbir yere gitmezdi. Hediyeleri de hediye paketleri de tamamen kendi zevki istikametinde mükemmel olurdu.
Kayseri’de Hacı Hasan Özaşır diye bir zat vardır, Mesci Baba diye maruftur. Sami Efendi üstadımızın meslerini dikermiş, ismi mesçi baba olarak kalmış. Sokağına da belediye Mesçi Baba Sokağı yazmış. Oradaki arsasına cami yaptırıyor fakat kendisi rukuda gibidir, 90 yaşını geçmiş mübarek. Kayseri şivesi ile söylediği şöyle bir şey hoşuma gitmişti: “Kuru kuru gadanı alayım, tıngır tıngır odana geleyim böyle bir şey olmaz. Canın cana kaynayacak, parmak oynayacak.”
Beyazıd-ı Bestami Hazretleri şöyle buyuruyor: “Gidilen yere boş gidilmez Rabbim/Ben boş gelmedim suç getirdim/Çok ağırdı sırtımda iki kat güç getirdim.”
Musa Efendi Ankara’da sohbet edeceği salona geldiği zaman kitaplıktaki bir kitabın ters konduğu dikkatini çekmiş, sohbete başlamadan önce onu düzelttirmişti.
Verirken o kadar maharet kazanmıştı ki avucunun içindeki parayı alan insandan başka hiç kimse kolay kolay fark edemezdi.
YOLDAKİLERE TAVSİYELER
S. TAN: Yaşınız 80’e yaklaşmış olmasına rağmen ayda birkaç defa İstanbul’a muhtelif vesilelerle ziyarete geliyorsunuz. Bu muhabbeti, enerjiyi nasıl buluyorsunuz?
ORAL: Osman Efendi üstadımızın Hiçlik yazısının en geç ayda bir kere okunması gerekir. Kendimizin ne olup ne olmadığını anlayabilmemiz için. Abdest alıyorsak, namaz kılıyorsak, iyilik yapabiliyorsak bunların hepsi Rabbimizin lütfudur. Sen çıkarsan aradan kalır seni yaradan.
50 yaşıma doğru fakir önemli bir rahatsızlık geçirdim. İki kalçamın kıkırdakları da artık vazifesini yerine getiremez hale gelmiş, birbirine yapışmıştı. Kalça kemiklerinin içinde sıvı kalmadığı için yürüyemez duruma düştüm. Bir yerden bir yere artık tekerlekli sandalye ile hareket edebiliyordum. Filmleri gösterdiğimiz bütün doktorlar kalça protezinden başka bir çare kalmadığını söylüyorlardı. Ameliyat olmayı istemediğim için bir müddet böyle devam ettim. Hacı Gedikli ağabey: “Seni götürüp ameliyathaneye ben yatıracağım” diye ısrar edince sonunda gelip Osman Efendi üstadımıza durumu arz ettim. Doktorların ameliyattan başka çare yok dediklerini söyledim. Ayrıca kalça içindeki sıvının geri gelme, ölmüş kıkırdağın da yenilenme imkânının artık olmadığını söylediklerini de ilettim. Ağızlarından ameliyat diye bir söz çıkmayınca ben de ameliyat olmama kararı aldım. Bu arada bazı alternatif tıp yöntemlerine müracaat ettim. Daha sonra kalça kemiklerim kendi kendine yuva yapmışlar. Tekrar yürür vaziyetine döndüm. Doktorlar yeniden film çekip baktıklarında “Senin bu film sonuçlarına göre yürüyememen lazım” dediler ama elhamdülillah 20 yıldır Rabbim yürütüyor.
S. TAN: Altınoluk’u bir ziyarete geldiğinizde bizim orada hasta sandalyesi olmadığı için Murat Karaman Bey ile birlikte sizi koltuğa oturtarak taşımıştık. Hatta Abdullah Sert ağabey sizi koltukta o vaziyette görünce “İnşallah ileride at gibi koşacaksın Abdülbâki ağabey” demişti. Ben de moral olarak mı böyle söylüyor diye taaccüp etmiştim.
ORAL: Evet sizler o günkü durumumu çok iyi biliyorsunuz. Elhamdülillah ağabeylerimizin kardeşlerimizin duası bereketi ile şifa bulmuş durumdayız.
S. TAN: Esad Erbilî Hazretleri de, Musa Efendi Hazretleri de kalçalarından rahatsızlık yaşamışlardı Abdulbâki ağabey.
ORAL: Evet ama bizim rahatsızlığımız herhalde günahlarımıza kefaret içindir. Fakir sıfıra sıfır elde var sıfır diye bir tabir var ya işte tam oyum. Rabbim bu sahte kulluğumuzu kabul buyursun inşallah.
Bir hac döneminde rahmetli Atasayar ağabeyimizin evinde Sami Efendi Hazretleri’nin sohbetindeydik. Yanımda Diyarbakır sorumlusu Ahmet Ertürk ağabey Sami Efendi’nin tam karşısındaydık. Sami Efendi hazretleri şöyle bir şey anlatmıştı.
Bir bakkal, çocukların ellerinde oynadıkları sahte parayla gelip kendisinden bir şeyler almasını anlamazdan gelip sahte paraları kasanın altındaki bir tenekeye topluyor. Vefatı yaklaştığı zaman çocuklarına diyor ki “Bakkalda kasanın altındaki tenekeyi getirir misiniz?” Çocuklarının getirdiği tenekeyi önüne koyarak başlıyor niyazda bulunmaya: “Ya Rabbi senin masum, günahsız, pırıl pırıl kulların geldi, benden kalp yani sahte parayla muhtelif nesneler istediler. Ben onlara sizin bu paralarınız geçmez, demedim. Ne istedilerse verdim. Yarabbi benim bu davranışım yüzü suyu hürmetine sahte amellerimi Sen kabul buyur” diyerek ruhunu teslim ediyor. Fakirin de Rabbimden niyazım bizim sahte amellerimizi gerçekmiş gibi kabul etmesidir.
Fakiri 77 yaşımda elimde bastonla dere tepe dolandıran şey üstadımızın hizmet gayretidir, aşkıdır. Üstadımız anlatılmaz yaşanır. 55 ülkeye 1118 kitapla kendi dillerinde İslam ulaştırılıyor. Meçhule mektuplar gönderiliyor. Bu hizmetlere var gücümüzle destek olmazsak mesul oluruz.
S. TAN: Abdulbaki ağabey okuyucularımıza tavsiyeleriniz neler olur?
ORAL: Estağfirullah genç kardeşlerimize aklıma geldiği kadarıyla önce şunu söylemek isterim.
“Hüsnüzan büyük bir sermayedir.” Hüsnüzandan hiçbir zaman sorumlu olmayız, aksine hep artıda oluruz. Ama suizanda bulunursak onun bir adım sonrası gıybettir. Suizandan fersah fersah kaçınız. Olmayan bir şey söylediyseniz o zaman zaten iftira olur. Bunlardan da çevremizi ifsad eden fitne oluşur. Hüsnüzanda bulunmak gibi bir güzellik varken suizanla ne işin olur kardeşim.
İkinci olarak söyleyeceğim; “Müslümanın niyeti amelinden üstündür.” Şu güzelliğe bakın Selman ağabey. İyilik olarak yapmadığım bir şey bile amel defterinde yarın karşına çıkacak. Niyetimizi hep iyileştirelim ve iyi niyetlerimizi büyütelim. Mesela en küçük şeyde bile niyetimizi devamlı kontrol edelim. Bir örnek vereyim; Komşunuz hasta olduğu zaman ‘ben ona gitmezsem gücenir’ diye düşünmek niyeti bozmak demektir. ‘Allah rızası için ben hasta ziyareti yapacağım ‘ diye düşünün. Kısacası zerreden küreye niyetinizi sağlam tutun.
Üçüncü olarak söyleyeceğim; “Biz birbirimizi sevmeden bize yol vermezler.” Ben bir Müslüman kardeşimi sevemiyorsam kusuru kendimde aramam lazım. Çünkü Allah’ın kulu, peygamberin ümmeti olma şerefine nail olmuş. Toplumsal sıhhatimiz için “Birbirinizi sevmedikçe gerçek mümin olamazsınız” hadisi şerifi çok önemli bir ölçü koymaktadır.
Şah-ı Nakşibend Hazretleri bir hayvan geçerken elini bağlar, yol verirmiş. Bize ne oluyor da bir diğer kardeşimizi beğenmiyoruz?
Dördüncü olarak söyleyeceğim; “Hizmetsiz kazanç olmaz.” Bu yolun büyükleri gayrimüslimlere hizmet etmişler, hayvanata hizmet etmişler, hayvanlardan himmet beklemişlerdir. Hayvanat zikirde bizden üstün değil midir? Biz bütün yaratılmışlara hizmet ettikçe büyüyeceğiz. Hizmet yaptıklarımız bizi ister takdir etsin ister tekdir etsin, biz işimize bakacağız. Alacağımızı Rabbimizden tahsil etmeyecek miyiz, almayacak mıyız? Hizmette sınır da olmaz sinir de olmaz. Allah için yapıp ecrini Allah’tan alacağız.
Arif birisi Zilzal Suresi’ndeki “Zerre kadar hayrınızın da zerre kadar şerrinizin de mükâfatını ve mücazatını alacaksınız” ayetini okuduğu zaman “Bu sure bana yeter” diyor.
Beşinci olarak söyleyeceğim; Ubeydullah-ı Ahrar Hazretleri’nin “Varidatımız sarfiyatımız kadardır” sözüdür. Bu sözden anladığımız, mal olarak, beden olarak ne kadar sarf edersek ne kadar hayra harcarsak Rabbimiz bize o kadar verecek demektir. Bu durum hep tecrübe ile sabit olmuştur.
Ubeydullah-ı Ahrar Hazretleri malum kendisinden birisi karnını doyurmasını istediği zaman verecek bir şey bulamayınca lokanta sahibine gidip sarığının tülbentini çıkarıyor ve “Bu temizdir, bunu bulaşıkta kullanırsınız, bu garibi doyurur musunuz?” diyor. Daha sonra ise bolluk zamanında verdiği öşür afakı tutuyor. Çalıştırdığı 700 ırgat var ama medresedeki 3 tane yatalak hastaya kendisi bakıyor. Baktığı hastaların hastalıkları kendisine geçtiği halde hizmetten geri durmuyor.
Zamanımızda böyle fazilet örnekleri yok değil elhamdülillah. Haymanalı Ömer ağabeyimiz vardı. Vefatından sonra yeğeni anlatmıştı. Birgün giyecek, yeni iç çamaşırı ve nevresim takımlarını alarak yeğenine “Garip Adnan epeydir görünmüyor gel bir bakalım” diyerek onun yaşadığı kulübeye gidiyorlar. Bakıyorlar ki Adnan hastalanmış kendisine bakacak durumda değil. Ömer ağabey yeğenine “sen dışarıda bekle” diyerek kollarını sıvayıp Adnan’ı güzel bir temizledikten sonra giydiriyor ve karnını doyurup istirahat etmesini sağlıyor. Bunu yaptığı zaman bu insan 70 yaşın üzerindeydi.
Büyüklerimizin devamlı tavsiye ettiği “Bugün bir yetim başı okşadınız mı, bugün bir kardeşinizin derdine merhem oldunuz mu?” sözleri hep bizleri böyle hizmetlere teşvik içindir.
Altıncı söylemek istediğim önemli husus ise; “ümitleri kırmamak bir mü’minin şiârı olmalıdır.” Bir zat, “Ümidi kırmamak nasıl olur?” diye etrafına sorduğunda kendisine, “filan yerde bulunan âlim zata gidip bunu öğrenebilirsin” diyorlar. O zat, gittiği âlimi bir köpeği doyururken buluyor. Kendisine selam veriyor ama âlim selamına mukabelede bulunmuyor. Bir müddet sonra köpeğin karnı doyunca o muhterem zat bütün vücuduyla dönerek “Ve aleykümselam muhterem kardeşim hoş geldin, sefalar getirdin. Önce hakkını helal et selamına geç mukabele ettim. Sebebi ise bu hayvancağız karnını doyuruvermem için gelmişti. Eğer sana dönecek olup seninle meşgul olursam onun ümidini kırmış olacaktım” diyor. İnsanların sizden bir ümidinin olabilmesi sizin için ne büyük şereftir. Bu hususta ince davranabilmek ancak ariflere has özelliklerdendir.
Yedinci söylemek istediğim husus; “Sabırda sebat edebilmek çok önemli bir irade ister.” Amelleri, sevapları işlemek için gayret göstermek de sabır, günahlara düşmemek için çekinmek de sabırdır. Esmâ’ül hüsna’nın sonu sabırla bitiyor. Her hadisâta sabırla yaklaşmak bizim imtihanı güzel vermemizi sağlayacak şeydir.
Sekizinci söylemek istediğim “kibir, gurur, enaniyet kansere benzer bir illettir.” Bunlar tam anlamıyla şeytan amelidir. Yunus ve Hud suresi tefsirinde “Bir kimseye kendisini kardeşinden daha üstün olarak görmek günah olarak yeter” buyruluyor. Cimri cennete girmez meğer Enbiya olsa/Cömert cehenneme girmez meğer eşkıya olsa.
Yunus Emre Hazretleri bir beytinde ne kadar güzel söyler;
Yetmişikibuçuk millete bir göz ile bakmayan
Halka müderris ise de Hakka asidir.
Dokuzuncu söylemek istediğim husus; “siz benim adıma günah işlemediniz ben sizin adınıza günah işlemedim. Günahsız ağızla birbirimize dua edelim.” Sadır, gönül geniş olduğu zaman bunların hepsi kolaylaşır. Bizim düşmanlığımız günahkâra değil günahadır.
Ali Fuat Başgil’in Gençlerle Başbaşa kitabından 2 bin adet alıp etrafımdaki gençlere dağıtıyorum. Bu vesileyle söylemiş olayım; gençler o kitabı mutlaka okusunlar.
Son olarak söyleyeceğim şey bizi okuyan kardeşlerimizin büyük bir lütfu ilahi içinde olduklarını bilmelerini isterim. Lütfu ilahinin içinde bulunup nimetin kadrini bilememek bizleri bedbahtlığa götürür.
S. TAN: İçinizden gelen dualarla sohbetinizi bitirelim mi Abdülbâki ağabey?
ORAL: İlahi Ya Rabbi, Ya Rabbel alemin, Ya Erhamerrahimin. Bizleri Zatına layık bir kul, Habibi edibine layık bir ümmet, üstadlarımıza layık bir evlat eyle. Üstadımızın ömrü şâhânelerine bereket ihsan eyle, derecesini âli eyle, hizmet ehli kardeşlerimiz ile birlikte zamanın fitnesinden muhafaza eyle.
Ya Rabbi devlet ricalinden ihlas ile çalışanların güç ve kuvvetlerini arttır, onları kazadan, beladan, musibetten muhafaza buyur.
Ya Rabbi dâhili ve harici düşmanlara fırsat verme. Kumpaslarını, tuzaklarını kendi başlarına makûs eyle Yarabbi. İslam’ı muzaffer eyle Yarabbi.
Ümmeti Muhammed’in dertlerine deva, hasta kullarına acilen şifa, borçlularına edalar ihsan eyle, darda ve sıkıntıda olan kullarına Sen yardım eyle Ya Rabbi.
Dine, millete, memlekete hayırlı hizmet edecek nesiller ihsan eyle Ya Rabbi.
Ya Erhamer rahimin son nefesimizde Kur’an okuyarak, ismini zikrederek, cemalin müjdesini alarak, hüsnü hatime ile can vermeyi nasip eyle Yarabbi. Amin ve selâmün alel mürselîn vel hamdü lillahi Rabbil alemin. Bütün ölmüşlerimizin ruhları için el Fatiha. (Kaynak: Selman Tan, Altınoluk Dergisi, Sayı: 401-402)