Hâlid-i Bağdadî'nin Kardeşine Yazdığı Mektuptan Bir Bölüm
Muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, Altınoluk Dergisi'nin Şubat sayısında Bâyezîd-i Bistamî -rahmetullahi aleyh-'in hikmetli sözlerinden birkaçını şerh etti. Hocaefendi yazı içerisinde birde Hâlid-i Bağdadî Hazretlerinin kardeşine yazdığı mektubun bir bölümüne yer verdi.
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, Cenâb-ı Hakkʼa bir münâcâtında şöyle der:
“İlâhî, benim Sana olan muhabbetime şaşmıyorum. Zira ben hakir bir kulum. Ben asıl, Sen’in beni kulun olarak sevmene şaşıyorum. Çünkü Sen, Yüce bir Rab olduğun hâlde (ne kadar merhametlisin ki), zelil bir kulu seviyorsun!”[1]
Kulun Cenâb-ı Hakkʼı sevmesi, Oʼna itaati, ibadeti, yalvarışı, Oʼnun uğrundaki fedakârlıkları, Cenâb-ı Hakkʼa hiçbir şey kazandırmaz. Zira O, Samedʼdir, yani herkes ve her şey Oʼna muhtaç, fakat O her türlü ihtiyaçtan münezzeh ve müstağnîdir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakkʼa olan ibadet ve tâatlerimiz, Oʼna bir ikram değil, Oʼnun bize bir ikramıdır.
Şeyh Sâdîʼnin buyurduğu gibi:
“Seni hayır işlemeye muvaffak kıldığı için Allâh’a şükret. Zira Hak Teâlâ seni lûtuf ve ihsânıyla boş bırakmadı. Pâdişâha hizmet eden, ona minnet yükleyemez. Seni istihdâm ettiği için sen ona minnettâr ol.”
Dolayısıyla Cenâb-ı Hakkʼa şükredebilmek ve Oʼna kullukta bulunabilmek, müʼmin için en büyük nîmet, izzet, ve saâdettir.
KULLUKTAKİ HEYECANSIZLIK BÜYÜK BİR İMAN ZAAFI
Kulluktaki aşk, şevk ve heyecan noksanlığı ise; büyük bir îman zaafı, maddî-mânevî nîmetlere karşı nankörlük ve bir nifak alâmetidir. Nitekim âyet-i kerîmede münâfıklar ve gâfiller hakkında şöyle buyrulmaktadır:
“…Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek, tembel tembel, isteksizce kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allâhʼı da pek az hatırlarına getirirler.” (en-Nisâ, 142)
Bu itibarla müʼmin, Allah için olan bütün ibadetlerini, infaklarını, hizmet ve fedakârlıklarını, en ufak bir iç sıkıntısı duymadan, bilâkis şevk ve heyecanla, seve seve, canına minnet bilerek îfâ etmelidir ki Rabbinin muhabbet ve rızâsına nâil olsun.
Bize bir insan, çok kıymetli hediyeler getirse, fakat onları abus ve alık bir çehre ile, gönülsüz ve isteksiz olarak verecek olsa; onu kabul etmek içimizden gelmez. Fakat cân u gönülden ve edeple takdim edilen en sade bir ikramı dahî, büyük bir huzurla kabul eder, verene muhabbet duyarız.
Kulun Rabbine arz ettiği duâ, kulluk ve ibadetler de bunun gibidir. Allah için yaptığımız amellerimizi ne kadar aşkla, şevkle, heyecanla îfâ edersek, onların ind-i ilâhîdeki kıymetleri de o derece yüksek olur.
HÂLİD-İ BAĞDADÎ'NİN KARDEŞİNE YAZDIĞI BİR MEKTUPTAN...
Diğer taraftan müʼmin, kendisini yoktan var eden Rabbi için ne yapsa az olduğu şuuruyla, dâimâ, hiçlik, yokluk, acziyet ve tevâzû hâlinde olmalıdır. Aslâ amellerine mağrur olmamalı; rahmet ve mağfiretini ümîd ederek Rabbine sığınmalıdır.
Nitekim ilim ve irfanda “güneşler güneşi” denilen Hak dostu Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, talebelerine yazdığı mektuplarda kendisi için hüsn-i hâtime duâsı talep etmiştir. Kardeşine yazdığı bir mektubunda da hiçlik ve tevâzû hissiyâtını şöyle ifâde etmiştir:
“…Allâh’a yemin ederim ki, annemin beni doğurduğu günden beri tek bir hayırlı amel işlediğime inanmıyorum… Eğer kendi nefsini bütün hayırlı işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan, bu, cehâletin en son noktasıdır. Kendini iflâs etmiş olarak görünce de sakın Allâh’ın rahmetinden ümîdini kesme! Zira Allâh’ın fazl u ihsânı, kul için bütün insanların ve cinlerin amelinden daha hayırlıdır…”
Âyet-i kerîmede:
“Rahmânʼın (rahmetinin tecellî ettiği o has) kulları, yeryüzünde tevâzû ile yürürler…” (el-Furkân, 63) buyrulmaktadır.
Yani kâmil müʼminler, Hakkʼın kudret ve azameti karşısında hiçlik hissiyâtı içinde, acziyet ve kusurlarını müdrik hâlde yaşarlar. Çünkü Hakkʼın nîmetlerinin şükür borcunu tam olarak ödeyebilmek imkânsızdır.
Zira Cenâb-ı Hak bizi yaratmış, varlıklar içinde eşref-i mahlûkat olan “insan” kılmış, insanlar içinde ehl-i îmân eylemiş, en sevgili Rasûlʼüne ümmet olma izzetini bahşetmiş, Kurʼân-ı Kerîmʼe muhâtap olmakla şereflendirmiştir. Bütün bunlar, ömür boyu şükür secdesinden başımızı kaldırmasak, yine de şükrünü îfâ edemeyeceğimiz muazzam nâiliyetlerdir.
BÂYEZÎD-İ BİSTAMİ KÖPEĞE YOL VERİYOR
Hak dostlarının bu husustaki gönül ufkuna, Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleriʼnin şu hâli ne güzel bir misal teşkil etmektedir:
Bâyezîd Hazretleri bir gün müridleriyle daracık bir yoldan giderken, karşılarına bir köpek çıkar. O Ârifler Sultânı geri çekilir ve köpeğe yol verilmesini söyler. Müridlerinden biri, içinden:
“–Allah Teâlâ insanı mükerrem (üstün) kılmışken, Bâyezîd Hazretleri müridlerini de geri çekip köpeğe yol verdi. Bu ne acâyip bir hâl!” der.
Hazret, onun bu hissiyâtına vâkıf olarak şu îzahta bulunur:
“–Gönlümde öyle bir zuhûrat oldu ki, sanki o köpek hâl lisânıyla bana; «Benim kusurum ne idi ki ezelde köpeklik postunu sırtıma geçirdiler. Sen ne yaptın ki sana Âriflerin Sultânı hil’atini giydirdiler? Bu hâlin sırrı nedir?» dedi. İşte bunun için ona yol verdim.”[2]
Demek ki Allâh’ın herhangi bir mahlûkunu gördüğümüz zaman; “Ben onun, o da benim yerimde olabilirdi.” diye düşünüp Cenâb-ı Hakk’ın bu muazzam nîmet, ihsan ve ikramına karşı şükrümüzü artırmalıyız.
Öte yandan:
“Sonra o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) âyetinin tefekküründe derinleşerek -farkında olduğumuz ve olmadığımız- bütün nîmetleri için, Rabbimizʼi hamd ile tesbîh etmeliyiz. Lâyıkıyla şükredebilmekten âciz olduğumuz için de, affımızı dileyip istiğfâra devam etmeliyiz.
GÖLGELENDİĞİN AĞAÇTAN HESABA ÇEKİLECEKSİN
Nitekim bu âyet-i kerîme nâzil olduğunda, hiçbir şeyi olmayan muhtaç bir sahâbî ayağa kalkarak;
“–Benim üzerimde (hesabı verilecek) nîmetlerden bir şey var mı?” diye sordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise;
“–(İstifâde ettiğin) ağacın gölgesi, (ayağına giydiğin) iki nalin ve (içtiğin) soğuk su.” cevâbını verdi. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619) Böylece, hiçbir şeyi olmadığını düşünen bir insanın dahî, âhirette hesabı verilecek nice nîmetlerle perverde bulunduğuna işaret buyurdu.
NİMETLERİN EN BÜYÜĞÜ CENÂB-I HAKK'A KULLUKTUR
Velhâsıl müʼmin, Cenâb-ı Hakkʼı sevip Oʼna kullukta bulunmayı, şükründen âciz olduğu nîmetlerin en büyüğü bilmelidir. Zira Cenâb-ı Hak, sevdiği kuluna sevgisini bahşeder. Bu bakımdan, Allâhʼın rızâsını ve muhabbetini celb edecek olan ibadet, hizmet ve fedakârlıkları, canımıza minnet bilmemiz gerekir.
Hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:
“Dâvud Peygamber şöyle duâ ederdi:
«Allâh’ım! Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i seven kişiyi sevmeyi, Sen’in sevgine ulaştıran ameli isterim…»” (Tirmizî, Deavât, 72)
Demek ki Cenâb-ı Hakkʼın sevgisine ulaştıracak vesîleleri arayıp onlara sımsıkı sarılmalıyız. Şüphesiz ki bu vesîlelerin en büyüğü; Allâhʼın en sevdiği kulu olan Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin sünneti üzere yaşamaktır. Zira Oʼnun söz, fiil ve hâlleri; murâd-ı ilâhîyi ifâde eden Kurʼân-ı Kerîmʼin canlı bir tefsiri mâhiyetindedir.
Bu itibarla Allâhʼın Habîbiʼni gücümüz nisbetinde örnek almaya gayret etmemiz, Cenâb-ı Hakkʼın sevgisine en büyük vesîledir…
Cenâb-ı Hak cümlemizi, muhabbet ve rızâsına medâr olacak hâl ve amellere -lûtf u keremiyle- muvaffak eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1) Ebû Nuaym, Hilye, X, 34. 2) Attâr, Tezkire, sf. 179.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2015 – Şubat, Sayı: 348, Sayfa: 032.