Halk İçinde Hak İle Beraberlik Yolu
Nakşibendî yolunun büyükleri tarih boyunca topluma ve insanlara faydalı olmak için çalışmışlar, “halvet der encümen” yani halk içinde iken Hak Teâlâ ile beraber olabilme şuuruyla hareket etmişlerdir. Bu sayede tasavvufun pasif bir hayat tarzı olmadığını, hayatın her sahasında cemiyete faydalı olmanın tasavvufun özü ve temel prensibi olduğunu bizzat yaşayarak ve örnek olarak göstermişlerdir.
Bütün tasavvuf ekolleri gibi kökleri asr-ı saâdete dayanan Nakşibendîlik, XIV. Yüzyılda Orta Asya’da yaşayan Hoca Bahêddin Nakşibend hazretlerinden sonra onun ismine izâfetle Nakşibendiyye adıyla anılmaya başlanmış, zamanla Anadolu, Balkanlar, Hindistan, Orta Doğu ve Kafkaslar’a kadar geniş bir sahada yayılma imkânı bulmuştur. Âlimlere, medrese ilimlerine ve Ehl-i Sünnet yoluna özel bir önem atfeden Nakşibendîler âdetâ İslam dünyasında medrese ile tekke arasında bir köprü olmuşlardır. Kurdukları dergâhlar ve yazdıkları eserler ile halkın dinî-tasavvufî hayatına önemli katkılar sağladıkları gibi, devlet yöneticileriyle de zaman zaman ilişki kurmuşlar ve toplumsal hayatta önemli roller oynamışlardır.
Bu maneviyat yolunun silsilesinde yer alan Ebu’l-Hasan Harakânî hazretleri şöyle derdi: “Sabahleyin kalkan âlim ilminin, zâhid de zühdünün artmasını ister. Ebu’l-Hasan ise bir kardeşinin kalbine sevinç ve neşe verebilme derdindedir.” “Türkistan’dan Şam’a kadar birinin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır, birinin ayağına çarpan taş benim ayağımı acıtmıştır, bir kalpte hüzün varsa o kalp benim kalbimdir, o sıkıntı benim sıkıntımdır”. “Her kim bu dergâha gelirse ekmeğini veriniz, inancını sormayınız. Zira Allah katında ruh taşıyan herkes, Ebu’l-Hasan’ın sofrasında ekmeğe lâyıktır”.
HALK İLE BİRLİKTE TASAVVUF EĞİTİMİ
Hoca Yusuf Hemedânî hazretleri de kendisini topluma hizmete adamış bir insandı. Allah için çok sefere çıkar, çizmelerini giyip köy köy dolaşır, Hıristiyan, Ateşperest ve Zerdüştlerin evlerine gider, onlara Allah Rasûlü (a.s.) Efendimiz’in fazîletlerini anlatır, âhiretteki ilâhî mükâfat ve cezayı anlatır, pek çoğunun hidâyete erip Müslüman olmasına vesîle olurdu.
Hârezm şehrine yerleşen Hoca Ali Râmîtenî hazretleri her sabah ırgat pazarına gider, bir iki işçi alıp evine getirir, ikindi namazına kadar onlarla dînî ve tasavvufî konularda sohbet eder, sonra da ücretlerini verip gönderirdi. Ancak bir kez sohbetinde bulunanlar bir daha ayrılmak istemez, sonraki günlerde tekrar gelirlerdi. Böylece kısa sürede birçok mürîdi olmuştu.
Orta Asya’da yaşayan Hoca Bahâeddin Nakşibend hazretleri tasavvufî eğitimi döneminde şeyhinin emri ile yedi yıl boyunca Buhara sokaklarında insanlara zarar verecek taş, diken gibi şeyleri temizlemişti. Yine bu süre içinde sokak hayvanlarının tedavisi ile meşgul olmuş, ayrıca Buhara medreselerinin temizliğini yapmıştı.
TASAVVUF BÜYÜKLERİ HALKA HİZMETİ HAKKA HİZMET GÖRDÜLER
Hoca Ubeydullah Ahrâr hazretleri gençliğinde Semerkand’da bazı hastalara bakıcılık yapmış, onlardaki bulaşıcı hastalık kendisine geçmesine rağmen hizmetten geri durmamıştı. Herat’a geldiği zaman halka hizmet etme düşüncesiyle bazı günler hamamda ücretsiz olarak insanları keseleyen Hoca Ahrâr, insanların sevgisini kazanıp gönüllerini hoş etmenin, nâfile ibâdetlerden, zikir ve murâkabeden daha üstün olduğunu düşünmekteydi.
Hiç parasının olmadığı günlerde kendisinden yiyecek isteyen bir dilenciyi boş çevirmemek için sarığını bir lokantacıya uzatıp: “Al bunu, bulaşık bezi yaparsın, şu fakire yiyecek ver”, diyebilmişti. Hayatının sonraki safhalarında ekonomik yönden rahatlayan Hoca Ahrâr, halk yararına birçok vakıf ve hayır eseri yapmış, ayrıca halkın vergi yükünü hafifletmek için kendisi devlete gerekenden fazla vergi vermişti. Taşkent yakınlarındaki Şahruhiye’yi yağmalayan Moğol askerlerine İslamiyeti anlatmış ve onların Müslüman olup zulmü terk etmelerine vesile olmuştu.
Türkistan bölgesinde kıtlık baş gösterip halk Taşkent’e geldiği zaman Ubeydullah Ahrâr hazretleri müridlerinden Muhammed Kâdî’yı insanları doyurmakla vazifelendirdi. Muhammed Kâdî, her gün yedi koyun kesip 700 ekmek pişirir ve köylerden gelen kavunlarla birlikte fakirlere ikram ederdi. Hoca Ahrâr Hazretleri, ona bu hizmetinden dolayı iltifat ederek şöyle buyurmuştu: “Hocalarımız, istikbâlinden ümitvâr oldukları kişileri topluma hizmet ile meşgul ederlerdi.”
İNSANLAR AÇLIKTAN ÖLÜRKEN BİZİM YEMEK YEMEMİZ UYGUN OLMAZ
Nakşibendî meşâyıhından Bâkî Billah hazretleri Lahor’da kıtlık olduğu bir dönemde huzûruna yemek getirenlere “İnsanlar açlıktan can verirken bizim yemek yememiz uygun olmaz” diyerek günlerce yemek yememiş ve gelen yiyecekleri fakirlere göndermişti.
Hindistan’da yaşayan Nakşibendî şeyhi İmâm-ı Rabbânî hazretleri hem devrin idârecisi Ekber Şâh’ın uydurduğu dîn-i ilâhî sapkınlığı ile hem de toplumdaki bid’at ve hurafelerle mücâdele etmişti. Peygamberliği inkâr eden bir eser kaleme aldığı için Ekber Şah tarafından ödüllendirilen Fârig-i Tebrîzî’nin İnkâru’n-nübüvve isimli eserine karşı İsbâtü’n-nübüvve isimli eserini yazarak peygamberliğin hak ve gerçek olduğunu savunduğunda henüz yirmi yaşlarında bir genç idi. Zamanın birçok âlimi padişahın ödüllendirdiği kitaba reddiye yazmaktan çekinirken o korkusuzca hakkı müdâfaa edebilmişti.
Toplumdaki bozuk fikirli sahte hocalarla mücadele eden İmâm-ı Rabbânî bir mektubunda (Mektûbât, c. 1, mektup no. 33) şöyle diyordu: “Sâlih zâtlardan biri rüyasında şeytanı boş boş otururken gördü. Şeytan insanları doğru yoldan saptırmak için uğraşmıyordu. O zât şeytana bunun hikmetini sordu. Şeytan şöyle cevap verdi: Bu zamanın kötü âlimleri bu işte bana çok yardım ettiler ve beni bu işle uğraşmaktan kurtardılar (yani sapık fikirli hocalar insanları doğru yoldan uzaklaştırdığı için benim çalışmama gerek kalmadı)”.
Hindistan padişahı Evrengzîb Âlemgîr, İmâm-ı Rabbânî’nin oğlu ve halifesi Muhammed Ma’sûm Sirhindî hazretlerine mürid olmuştu. Muhammed Ma’sûm da padişahın manevî eğitimiyle ilgilenmesi için oğlu Seyfeddin Sirhindî hazretlerini başkent Delhi’ye gönderdi. Seyfeddin Sirhindî Delhi’ye geldiğinde, şehrin girişinde resim ve heykeller görmüştü. Şeyh Seyfeddîn hazretleri, bâtıl inançların sembolü olan bu tabloları oradan indirtip yok ettirmeden saraya girmedi. Memlekette yaygınlaşan pek çok bid‘ati, sultanla olan sohbetlerinde dile getirerek hepsini ortadan kaldırttı. İslâm, Hindistan’da kuvvetlendi. Bir gün Sultan Evrengzîb, onu husûsî bahçesine dâvet etmişti. Bahçenin ortasında gayet süslü bir havuz vardı. Havuzun kenarında altından balık heykelleri olup gözleri yâkut ve elmas gibi kıymetli taşlardan yapılmıştı. Şeyh, oturmak için sultânın yanına gelince evvelâ o heykellerin ortadan kaldırılmasını istedi. İslâm’ın hoş görmediği bu tür şeyler temizlendikten sonra gelip oraya oturdu.
BÜTÜN HİNDİSTAN'DA GÖRDÜĞÜM TEK MÜSLÜMAN
Hindistanlı Nakşibendî meşâyıhından Abdullah Dehlevî hazretleri, Hindistan’ı İngilizler’in işgal edip sömürge hâlinde yönettiği dönemde yaşamıştır. Şöyle diyor: “Bir gün cenaze taziyesi için Nevvâb Şâh Nizâmeddîn’in mekânına gittim. Delhi idarecisi (sömürge vâlisi) Charles Metcalfe de aynı gâyeyle oraya geldi. Mecliste bulunanların hepsi ona hürmeten ayağa kalktılar. Ben ise yerimde oturdum. O oturunca, yüzünü görmemek için sırtımı döndüm. Meclistekilere benim kim olduğumu sordu. Falan şeyhtir, dediler. Ayağa kalktı, saygı göstermek için yanıma geldi. Yaklaşınca ağzından şarap kokusu geldi. Çok canım sıkıldı. Köpek kovalar gibi onu yanımdan uzaklaştırdım. Tekrar yaklaşmak istedi, yine sert sözler söyledim, yaklaşmasına izin vermedim. Mekânına (evine) gidince hizmetindeki adamlardan birine demiş ki: Bütün Hindistan’da gördüğüm tek Müslüman budur”.
Kendini insanlara ve topluma hizmet etmeye adayan Nakşibendî yolu büyüklerinden biri de Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin halifelerinden Seyyid Tâhâ Hakkârî hazretleri idi. Irak’ın Revandız bölgesinde Berzencî şeyhleri ile Haydarî şeyhleri arasında bir düşmanlık (aşiret kavgası) meydana gelmiş ve bu iki aşiret birbirine savaş ilan etmişti. Irak’ta sözü geçen birçok kişi araya girmesine rağmen fitne ve kavga önlenemiyordu. Sonunda Seyyid Tâhâ Hakkârî hazretlerinin arabuluculuğuna başvurdular. O da Revandız’a gidip bu aileleri barıştırdı ve kavgaları sona erdirip tekrar Hakkâri-Nehri’ye döndü.
Bir defasında bir hırsız Tâhâ Hakkârî hazretlerinin tekkesinin ambarına girip bir çuval un çalmak ister. Çuvalı doldurur. Fakat kaldırıp sırtına alamaz. Yarıya kadar boşaltır, yine kaldıramaz. Biraz daha boşaltır, yine kaldıramaz. O şaşkın halde iken karşısında Seyyid Tâhâ Hakkârî hazretlerini görür. Seyyid Tâhâ: “Çuvalı kaldıramıyorsan yardım edeyim” der. Hırsız korku ve şaşkınlıktan hareketsiz kalır, bir şey diyemez. Seyyid Tâhâ çuvalı kaldırıp hırsızın sırtına verir ve: “Bunu al, git, bizim adamlar seni görmesin, belki canını yakarlar, bir daha ihtiyacın olursa ambara değil, bize gel” buyurur ve onu gönderir. Bilâhare hırsız, gördüğü şefkatten etkilenir ve gelip samimi müridlerden olur.
ESAD ERBİLİ HAZRETLERİNİN II. ABDÜLHAMİD'DEN ALDIĞI ÖZEL GÖREVİ
Nakşibendî meşâyıhından Muhammed Es’ad Erbilî hazretleri 1900 senesinde İstanbul’dan ayrılıp memleketi olan Erbil’e gitmişti. O dönemde bu gidişin padişah tarafından bir sürgün olduğu zannediliyordu. Ancak yeni ortaya çıkan bilgilere göre, bu bir sürgün değil, danışıklı dövüş tâbir edilebilecek özel bir görev ile göndermedir. Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu’nun Kelâmî Dergâhı’nda bir süre hizmet etmiş olan Kastamonulu Hasib Efendi ile yaptığı mülâkâttan aktardığına göre, Es’ad Erbilî, Sultan II. Abdülhamîd tarafından sürgün edilmemiş, Batılı devletlerin Irak’taki siyasî etkinliklerini engellemek için sürgün adı altında bu bölgeye özel bir görev ve misyon ile gönderilmiştir. Kuzey Irak’ta çok miktarda petrol bulunduğunu fark eden İngilizler o bölgeyi Osmanlı’dan koparmak ve yeni kurulacak devletlerde kendi yerleştirdikleri idareciler yoluyla bölgedeki petrolü elde etmek için bir kısım ayrılıkçı faaliyetlere girişmişler, bunu fark eden Sultan Abdülhamîd de o bölge halkının bilinçlenmesi, Osmanlı’ya bağlı kalması ve isyan etmemesi için bir tür nasihatçi olarak Es’ad Efendi’yi Erbil’e göndermiştir. Ancak Batılı ajanların kendisine zarar vermemesi için o günkü gazetelere bu durum “sürgün” olarak yansıtılmıştır. Es’ad Efendi Erbil’de oğlu Mehmed Ali Efendi ile birlikte Türk Muhibleri Cemiyeti’ni kurmuş ve burada kendisine verilen özel görevi icrâ etmiştir.
Ruslar’a karşı millî mücâdelede komutanlık yapan meşhur Kafkas mücâhidi Şeyh Şâmil de bir Nakşibendî mensubu idi. Şâmil ile aynı Nakşibendî-Hâlidî koluna mensup olan Şeyh Şerefeddin Dağistânî (ö. 1936), Yalova Güneyköy’de medfundur. Yunanlıların Anadolu’yu işgali sırasında Yunan ordusu Bursa’ya geldiğinde, Şeyh Şerefeddin’in bağlılarından ve sevenlerinden oluşan İmam Şamil Alayı bir taraftan dağlarda çete harbi yapmış, bir taraftan da Ankara’da oluşturulan Kuvvâ-yi Milliye birliklerine asker temini için faaliyet göstermiştir.
Netice olarak Nakşibendî yolunun büyükleri tarih boyunca topluma ve insanlara faydalı olmak için çalışmışlar, “halvet der encümen” yani halk içinde iken Hak Teâlâ ile beraber olabilme şuuruyla hareket etmişlerdir. Bu sayede tasavvufun pasif bir hayat tarzı olmadığını, hayatın her sahasında cemiyete faydalı olmanın tasavvufun özü ve temel prensibi olduğunu bizzat yaşayarak ve örnek olarak göstermişlerdir.
Kaynak: Prof. Dr. Necdet Tosun, Altınoluk Dergisi, 370. Sayı
YORUMLAR