Halk İçinde Hak İle Olmak
Manevi terbiye nasıl olur? Peygamberlerin manevi terbiye metotları nasıldı? Halk içinde hak ile beraber olmak hangi tasavvufi ekole aittir?
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Bizim yolumuzun esâsı, «halvet der-encümen»dir. Yani zâhiren halk ile, bâtınen Hak ile olmaktır. Nitekim Kurʼânʼdaki; «Öyle (sâlih) kimseler vardır ki onları Allâhʼın zikrinden ne ticaret alıkoyar ne de alışveriş...»[1] âyetinde bunlara işaret edilmektedir.”[2]
“Sâlik, yeterince olgunlaştığında, kalbi ile dili arasında fark kalmaz. Yani dünyevî meşgaleler, kalbî ve bâtınî işlerine mânî olmaz. Bâtınî işler de, dünyevî meşgalelere engel teşkil etmez…”
MANEVİ TERBİYE NASIL OLUR?
Mânevî terbiye yolunda, belli bir müddet insanlardan uzaklaşıp dünya meşgalelerinden el-etek çekmek; tefekkür ve tahassüste derinleşerek kalben arınıp durulmak, mânen dirilmek, tazelenmek, yenilenmek ve rûhî istîdatları tekâmül ettirmek için gerekli bir temrin olarak görülmüştür.
Nitekim Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- kendisine Tevrat nâzil olmadan evvel Tûr-i Sînâʼda kırk gün savm-ı visâl (iftarsız oruç) tutmuş; Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- da İncilʼden ilk ilâhî kelâmı duyuncaya kadar Sair Dağıʼnda kırk gün kırk gece aç ve susuz kalmıştır. Son olarak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Kurʼânʼdan ilk vahye muhâtap olmadan önce, Nur Dağıʼndaki Hira Mağarasıʼnda tam bir ay boyunca uzlet hayatı yaşamıştır. Bütün bunlar, mânevî hayatta belli bir süreliğine uzlet ve inzivânın mesnedini teşkil etmektedir.
Fakat bu hâlin âdeta ruhbanlık gibi bir hayat tarzı olacak kadar umûmîleştirilmesi, katʼiyyen men edilmiştir. İslâmʼda halk içinde bulunarak Hakk’a kulluğa devam etmek esastır. Çünkü uzlette, şöhret tehlikesi de vardır. Hâcegân Hazarâtı da bu düstûru; “halvet der-encümen” yani “halk içinde Hak ile olmak” şeklinde hülâsa etmişlerdir. Diğer bir ifâdeyle “kesrette vahdet”, yani kalabalıklar arasında ve hayatın binbir telâşı içindeyken bile kalbin Allah ile beraber olması, mü’minin ömrü boyunca riâyet etmesi gereken bir kulluk edebidir.
EL KÂRDA, GÖNÜL YÂRDA
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken uğradığı Bağdat şehrinde nur yüzlü genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını sırf dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini düşünerek üzülür.
“–Yazık! Tam da en güzel şekilde ibadet edeceği çağda kendisini dünya meşgalesine kaptırmış!” diye içinden geçirir. Bir an murâkabeye vardığında ise, altın alıp satan bu gencin kalbinin Allah ile beraber olduğunu hayretle müşâhede eder. Bu sefer:
“–Mâşâallâh! El kârda, gönül yârda!..” diyerek genci takdir eder.
Muhammed Pârisâ Hazretleri Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan aksakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce ihtiyarın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak:
“–Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der. Sonra onun kalbine nazar edince görür ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyalık talebi içindir. Bunun üzerine gönlü mahzun olur.
Demek ki Allah ile olan bir kalbe, dünya işlerinin ve halk içinde bulunmanın bir zararı yoktur. Fakat dünya telâşının Hak’tan gâfil bıraktığı hantal bir gönülle ibadet etmenin mahzuru pek çoktur!..
Dipnotlar:
[1] en-Nûr, 37.
[2] Bkz. Enîsü’t-Tâlibîn, s. 67.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şah-ı Nakşibend (rahmetullahi aleyh) Erkam Yayınları