Hallac-ı Mansur (k.s.) Kısaca Hayatı?
Adı Hüseyin bin Mansur, künyesi Ebû’l-Mugîs, lâkabı ve şöhreti Hallâc, nisbesi Beyzâvî. “Ene’l-Hakk” sözüyle ünlü. İran’in Beyzâ şehri yakınında bulunan Tur’da 225/857 yılında doğdu.
Çocukluğunda Kur’an’ı ezberledi. Tüster’de bulundu. Orada Sehl bin Abdullah et-Tüsterî’nin talebesi oldu. Tüster’den Bağdad’a geçti. Bağdad’ta Cüneyd Bağdadî ve Ebu’l-Hüseyn Nûrî gibi büyük sûfilerin sohbetlerine katıldı. Basra’da Amr bin Osman Mekkî’den feyz aldı. Oradan Mekke’ye geçti. Mekke’de bir yıl kaldıktan sonra önce Bağdad’a; sonra Tuster; Horasan, Sicistan, Kirman ve Maveraunnehr’e gitti. Arkasından “şirk diyarı” dediği Hindistan’a geçti. Orada tebliğle meşgul oldu. Hindistan dönüşü yerleştiği Bağdad’da başı dertten kurtulmadi. Halife Muktedir’in veziri Hamid’le arası açıldı. Vezirin şikayeti üzerine hapse atıldı, hesaba çekildi ve nihayet 309/922 yılında Bağdad’da idam edildi. Nev’i şahsına münhasır şahsiyetiyle ilgi çeken Hallaç, “tasavvuf şehidi” olarak tasavvuf tarihindeki yerini aldı. Ondan geriye bazı fikirleri ve eserleri kaldı.
SÖYLENTİLER
Hallac hakkında çok değişik şeyler söylenmiş, farklı yargılar yapılmıştır. Kimileri onu redd ve tekfîre varan yargılarda bulunurken, kimileri onu mâzûr görmekte ve fikirlerini kabul ile akidesinin selef akîdesine uygunluğunu belirtmektedir. Bir başka gruba göre Hallaç’ın hali remzî, sırrı, sembolik ve akıl üstü bir durumdadır. Bu bakımdan onun halini zahirî fıkıh ahkâmıyla değerlendirmemek gerekir.
Tasavvuf kaynakları, özellikle de kendisiyle çağdaş kaynaklar onun “Ene’l-Hakk” diyerek gönül sırrını açığa vurup cezbe ve coşkusuna sahip olamamasını, bağlı bulunduğu Bağdad tasavvuf mektebinin prensiplerine aykırı görmüşlerdir. Çünkü Cüneyd’in liderliğindeki Bağdad tasavvuf mektebi, “cezbe, sekr ve fena ağırlıklı bir anlayıştan çok, sahv, temkin ve baka ağırlıklı” bir tasavvufî düşünceyi temsil etmekteydi. Hattâ Cüneyd’in talebesi Hallâc’ı bu konuda zaman zaman uyardığı söylenir.
HAKK’A VUSLAT
Hallâc, Hakk’a vuslata açılan yolun iki adım olduğunu, bu adımlardan ilkinin dünyadan, ikincisinin ukbâdan geçmeyi sağladığını, dünya ve ukbâ geçilince vuslat kapısının açılacağını söylerdi.
Fakr’ı, Allah’dan başka herşeyden müstağnî olmak şeklinde görür, fakiri “Allah’a nâzır olan kimse” olarak tanımlardı.
Kur’an’da Hz. Peygamber’e hitaben: “Sen yüksek bir ahlâk üzresin” (Nûn, 68/4) âyetindeki “hulük-ı azîm”in Hakk’ı tanıdıktan sonra halktan gelen eza ve cefâya aldırmamak olduğunu söylerdi.
İHLÂS
“İhlas, amelleri bulanıklık şüphesinden arıtıp dupduru hale getirmektir. Tevekkül, bir şehirde yemek yemeye senden daha layık birini gördüğün zaman yemek yememektir” derdi.
Zühdü, nefs, kalb ve ruh zühdü olmak üzere üç türlü olarak görürdü. Ona göre nefs zühdü, dünyadan geçmek; kalb zühdü, ukbâdan geçmek; ruh zühdü de kendinden, özbenliğinden geçmekti.
Kendisinden nasihat taleb eden hizmetçisine şunları söylemişti:
– Nefsini yapması gereken şeyle meşgul et! Değilse o seni yapılmaması gereken şeylerle meşgul eder.
Şükür konusunda şöyle konuşurdu:
– İlahi, sana gereği gibi şükretmekten âcizim. Sen bana, sana yakışır şükrü nasîb et!” Çünkü Hallâc’a göre ameliyle ilgilenen ve kime amel yaptığından gafil olan kimse, gerçek amel ehlinden olamazdı. Fakat kimin için amel yaptığını düşünerek amel yapan ise amelini görmekten ve onlara güvenmekten kurtulurdu.
Peygamberlerin bir takım mânevî hallere musallat edildiğini, fakat peygamberlerin bu hallere esir olmadan, onlara tasarruf ettiklerini, diğer kimselerin ise musallat oldukları hallerin tasarrufu altında kaldıklarını ve onları yönlendiremediklerini söylerdi.
HAYAT VE ÖLÜM
Nefsi öldürmeden gerçek hürriyet ve ubûdiyyete erilemiyeceğine işaret için derdi ki: “Benim hayatım ölümümde, ölümüm de yaşamamdadır.”
Bu sebeple olmalıdır ki, darağacına yaklaşırken ağaçta asılı ipi ve çiviyi görünce gözlerinden yaş gelinceye kadar güldüğü rivayet edilir. İdam esnasında kalabalığın içinde talebesi Ebû Bekir Şiblî’yi gördü ve ona:
– Seccaden var mı? diye sordu. Şiblî:
– Evet, cevabını verince, onu yaydırıp iki rekat namaz kıldı ilk rek’atta Fatiha’dan sonra: “Arıdolsurı ki, biz sizi biraz korku, biraz açlık ve biraz da mallardan ve mahsûllerden yana eksiltmeyle imtihan edeceğiz. Ey Peygamber; sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 2/115) ayetini okudu. İkinci rekatta: “Her nefs ölümü tadacaktır: Sizi bir hayır ile de şer ile de imtihan ediyoruz. En son bize döndürüleceksiniz” (el-Enbiya, 21/35) ayetini okudu. Sonra şu duayı yaptı:
“Ya Rabbi, senin kulların sana olan yakınlıklarından ve dinlerine olan bağlılıklarından beni öldürmek için toplandılar. Onları affet! Çünkü sen, bana gösterdiğin sırları onlara da göstermiş olsaydın hakkımda böyle düşünmeyeceklerdi. Şayed onlardan gizlediğin şeyleri benden de gizlemiş olsaydın, ben böyle sözler söylemeyecektim.”
İDAM SIRASINDA
İdamı sırasında Şiblî sordu:
– Tasavvuf nedir? Hallaç cevap verdi:
– En aşağı derecesi şu gördüğün manzara, yani idam sehpası.
– En yukarı derecesi hangisi?
– Onu anlayacak güçte değilsin. Onu da belki yarın anlarsın diyerek tasavvufun bir aşk ve çile işi olduğunu fiilen anlatmak istemişti.
İdam sırasında talebesi Şiblî, herkes ona taş atarken şer’î fetvaya uymak için ona bir gül attı. Hallaç derin bir “ah” çekti. Sordular:
– Sana atılan bunca taştan hiç birine bu kadar derin ah çekmedin? Bu güle niye bu kadar inledin? Dedi ki:
– Halk benim hâlimi bilmiyor, bu yüzden mâzurdur. Fakat Ebû Bekir Şiblî bildiği halde atınca attığı gül bile olsa beni yıktı.
- rahmetullahi aleyh -
Kaynaklar: Sülemî, s. 307-311; Hücvîrî, s. 189-193; Attâr, s. 583-595; İbnü’l-Mulakkın, s. 187-188; Câmî, s. 150-151; Şârânî, 92; Münâvî, 1544-548; Nebhânî, II, 43-44.
Kaynak: Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları