Haris El Muhasibi Kimdir?
Adı Hâris bin Esed, künyesi Ebû Abdullah, nisbesi el-Basrî ve el-Anzî’dir. Bağdatlı sûfîlerin önderi. Nefsine karşı muhasebesinin çokluğundan “el-Muhâsibî” diye meşhur.
165/781 yılında Basra’da doğdu. Daha sonra Bağdat’a yerleşti. Hayatının büyük kısmını Bağdat’ta geçirdi. O’nun yaşadığı yıllar, Abbasiler dönemiydi, ilim ve hikmetin altın çağıydı. Eserleri günümüze ulaşabilen ilk sûfîlerden. Ehl-i sünnet tasavvufunun büyük mimarı İmam Gazzâlî, onun eserlerinden çok istifâde etti. Hadis, Kelâm ve Usûl’de üstad, Tasavvufta imam. Bir ara Mu’tezile mezhebinin görüşlerini benimsedi ise de sonraları vaz geçti. Ma’rûf Kerhî, Seriyy es-Sakatî, Cüneyd el-Bağdâdî ve İmam Ahmed bin Hanbel ile çağdaş. Vefatı 243/857’de Bağdat’tadır.
er-Riaye li-Hukukillah, el-Vesaya, et-Tevehhüm, Feh-mu’l-Kur’ân, el-Mesâil fi’z-zühd ve Risaletü’l-müsterşidîn gibi sayıları otuzdan fazla eseri günümüze kadar gelen Muhâsibî’nin tasavvuf tarihimizde mûtena bir yeri vardır.
Zengin bir ailenin çocuğu. Bu yüzden iyi bir tahsil görme imkanı elde etti. Ancak daha sonraları zühd ve verâ yoluna yönelişi sebebiyle babasıyla arası açıldı. O’nun babasına karşı olan tavrı, tabakat kitaplarında sık sık zikredilir: Bir gün Bağdat çarşısının ortasında babasının yakasına yapışarak annesini boşamasını ister. “Sen başka dinden o başka dinden” diye babasına çıkışır. Babasının Kaderî veya Rafizî olduğu söylenir. Bu yüzdendir ki, babasından kalan 70.000 dinar mirası “İki ayrı dinden olanlar birbirlerine mirasçı olamazlar” (Ebu Davud, Feraiz, 10, İbn Mace, Feraiz,6) hadîs-i şerîfi gereğince reddetmiştir. Hem de bir dinara muhtaç olduğu dar bir zamanında.
Cennet ehliyle birlikte olmanın tadına ermek isteyenlere “Fukara ve dervişlerle arkadaş olmayı” öğütler, ilahi emirleri terkederek takva ve vera sahibi olunamıyacağını anlatırdı.
İBN HANBEL VE MUHÂSİBÎ
Çağdaşı İmam Ahmed bin Hanbel’e bir gün Muhasibi’den bahsederek dediler ki: “Bütün konuşmalarında Tasavvuftan bahsediyor ve konuşmalarına âyet ve hadislerden deliller getiriyor. İsterseniz hissettirmeden gidip dinleyelim.” İmam Ahmed kabul etti ve gittiler. O’nun meclisinde bir gece bulundular. Dönüşlerinde İbn Hanbel gördüklerini şöyle anlatıyor: “Akşam vakti yanlarına vardık, ezan okundu. Hemen kalkıp cemaata imam oldu ve namaz kıldırdı. Namazı müteakip yemek geldi, beraberce yediler. O, sünnet üzere hem arkadaşları ile konuşuyor, hem de yemek yiyordu. Yemeğin arkasından kalkıp ellerini yıkadılar ve oturup sohbete koyuldular. Önce arkadaşlarına “Soru sormak isteyen var mı?” diye sordu. İhlâs ve riya üstüne çeşitli sorular soruldu. Hepsine âyet ve hadislere göre cevaplar verdi. Vakit hayli ilerlemiş, nerede ise gece yarısı olmuştu. Haris, bir hafıza Kur’ân okuması için işaret etti. Okunan Kur’ân âyetleri huşu ve gözyaşı ile dinlendi. Kur’ân tilaveti bitince o, hafif sesle dua yaptı ve yatsı namazı için ayağa kalktı. Onların bu halini görmekten pek memnun oldum. Çünkü ben, tasavvuf erbabını daha başka şekilde duymuştum. Onlar hakkındaki kanaatim pek iyi değildi. Allah beni bağışlasın, şimdi kanaatimi tashih ettim.”
Muhasibi der ki:”Bir kimse içini murakabe ve ihlasla sağlamlaştıracak olursa Allah da onun dışını mücahede ve sünnete uyma suretiyle güzelleştirir.”
Cüneyd el-Bağdadî anlatıyor: Şeyhim ve dayım Seriy es-Sakatî bir gün bana:
– Benim yanımdan ayrılınca başka kimlerin sohbetine gidiyorsun, diye sordu. Ben de şöyle cevap verdim:
– Haris Muhasibî’nin. Bunun üzerine dayım:
– O’nun ilminden ve edebinden istifade et. Fakat onun Kelâmcılar aleyhindeki sözlerine aldırma, dedi ve
arkasından “Allah seni muhaddis-sûfî kılsın. Sûfî-muhaddis değil” diye dua etti. Bu sözün Haris Muhasibi’ye aid olduğu ve Seriyy es-Sakati tarafından kinaye yoluyla söylendiği nakledilir.
CÜNEYD VE MUHASİBİ
Muhasibi ile Cüneyd zaman zaman bir araya gelir sohbet ederlerdi. Cüneyd bir hatırasını şöyle anlatıyor:
Haris Muhasibi bir gün ziyaretime geldi. Halinden karnının aç olduğunu farkettim. “Birşeyler hazırlasam yer misiniz?” diye sordum. “Peki” dedi. Mutfağa girdim ve komşuların gönderdiği düğün yemeğini hazırlayıp önüne koydum. Bir lokma aldı ve onu defalarca ağzında yuvarladı, fakat bir türlü yutamadı. Nihayet kalktı ve ağzından lokmayı çıkarıp bir kenara bıraktı ve uzaklaşıp gitti. Birkaç gün sonra karşılaştığımda o yemeği yiyememesinin sebebini sordum. Şöyle cevap verdi: “O zaman gerçekten karnım açtı. Sen davet edince, davetine icabet edip evinde birkaç lokma yiyerek seni memnun etmek istedim. Fakat Allah Teala ile benim aramda haram lokmayı tanıma konusunda bir alamet vardı. Bu alamet gereğince O, şüpheli yiyecekleri boğazımdan geçirmez. Parmağım da bana itaat etmez. O yemek size nereden gelmişti?” diye sordu. Ben de: “Komşulardan gelen düğün yemeğiydi” dedim. “Bugün evimize buyurmaz mısınız?” diye tekrar davet ettim. Kabul etti ve geldi. Evde bulunan kuru ekmekleri takdim ettim. Yedi ve “Dervişlere daima böyle yiyecekler takdim et!” dedi.
Ebû Ali Dekkâk, O’nun vera konusundaki inceliğini takdir mahiyetinde şöyle der: “Haris bin Muhasibi elini şüpheli bir yiyeceğe uzattığında parmağının ucundaki bir damar, hareket etmeye başlardı. Eğer parmağının bu hareketine engel olmazsa, o yiyeceğin şüpheli olduğunu anlayarak vazgeçerdi.”
Haris, Peygamberimiz (s.a.)’in “Mizan’a konulacak amellerin en ağırı güzel ahlâktır.” (Tirmizi, Birr. 61; Ebu Davud, Edeb, 7; İbn Hanbel, IV, 442, 446,448,451) mealindeki hadîs-i şerîfini duyduktan sonra hayatının akışını değiştirdi. Kendini nefsini ıslaha verdi. Şöyle derdi: “Güzel ahlak, eziyete tahammül, kızmamak, şefkatli ve merhametli olmak, herkese tatlı dil ve güleryüz gösterebilmektir.”
İlim korkuyu, zühd gönül rahatlığını, marifet tevbeyi doğurur, der; zahidin zühdünün marifeti, marifetinin aklı, aklının da imanı ölçüsünde olduğunu söylerdi.
GERÇEK SEVGİ
Gerçek sevgiyi şöyle tarif ederdi:
“Sevgi senin herşeyinle Sevgili’ye meyletmendir. Sevgili’ni öz nefsine, çoluk-çocuğuna ve malına tercih etmendir. O’nun isteklerine gizli ve aşikar her yerde uyman ve O’na olan sevgindeki noksanlığı bilmendir.”
O’na göre kulluğun sıfatı kendinde bir varlık görmemek, lehinde ve aleyhinde hiçbir fayda ve zarara kadir olamıyacağını bilmekti.
Teslimiyet, başa gelen bela anında iç ve dış halinde herhangi bir değişme olmadan sebat göstermekti.
Muhasebenin şu dört yerde olması lazım geldiğini söylerdi:
- İmanla küfür,
- Yalanla doğru,
- Tevhid ile şirk,
- İhlâs ile riya.
Cennet ehliyle birlikte olmanın tadına ermek isteyenlere “Fukara ve dervişlerle arkadaş olmayı” öğütler, ilahi emirleri terkederek takva ve vera sahibi olunamıyacağını anlatırdı.
Üç şeyin kaybından hayıflanırdı:
- Vakarlı bir güleryüz,
- Dine uygun tatlı söz,
- Emanete saygılı bir kardeşlik.
MUHÂSEBE VE MURÂKABE
Muhasebe ve murakabe ehlindendi. Bu yola yönelecek olanlara şunları tavsiye ederdi:
- Doğru veya yanlış, bilerek veya bilmeyerek Allah adına yemin etme!
- Yalan söylemekten sakın!
- Vaadde bulunma, vaad ettiğin zaman da asla cayma!
- Zalim bile olsa kimseye lanet okuma!
- Söz, fîil ve hareketlerinle kimseye beddua etme, kimseden karşılık bekleme!
- Kimsenin aleyhinde kafirdir, münafıktır, müşriktir, deme!
- İçinle ve dışınla günaha asla yönelme!
- Kimseyi incitme ve kimseye yük olma!
- Halktan ümidini kes, onlardan birşey bekleme!
- Dünya ve ahiret bakımından izzet ancak Allah’ın takdirine bağlıdır. Bu yüzden kendini hiç kimseden daha iyi görme!
Zalim ile mazlum, kanaatkar ile tama’kar hakkında şöyle konuşurdu: “Halk kendisini övse de zalim pişmandır. İnsanlar kendisini yerse de mazlum selamettedir. Kanaatkar aç olsa da zengin, tama’kâr sınırsız servete Mâlik olsa da aç ve fakirdir.” - rahmetullahi aleyh -
Kaynaklar
Sülemî, Tabakatu’s-Sufiyye, 56-60; Hılye-tü’l-evliya, X, 73-110; Vefeyatü’l-ayan, II, 57-58; Kuşeyri, I, 78-80; Sıfatü’s-Safve, II, 367-369; Nefehatü’l-üns (trc. Lamii Çelebi) 104; Keşfu’l-mahcub, I, 319:320; İbnu’l-Mulakkin, Tabakatu’l-evliya, 175-177; Şarani, I, 87,88; Tezkiretül-evliya (trc. S. Uludağ), 303-308; el-Kevakibu’d-durriyye, I, 218-219; A’lamü’n nü-bela, XII, 110-112; Abdulhalim Mahmud, el-Haris bin Esed el-Muhasibi, Kahire, 1973; Hüseyin el-Kuvvetli, el-Akl Fehmu’l-Kur’ân 1978; Hüseyin Aydın, Muhasibi’nin Tasavvuf Felsefesi, Ankara 1976.