Hasan Basri Hazretleri Kimdir?
Hasan Basri Hazretleri kimdir? Hasanı Basri Hazretleri nasıl bir şahsiyete sahipti? Hasan Basri Hazretleri nasıl bir ilim talebesi idi? Hasan Basri Hazretleri tasavvuf ve zühd anlayışı nasıldı? Hasan Basri Hazretleri'nin duası, hayatı ve hakkında bilinmesi gerekenler...
Adı, Hasan bin Yesâr Ebi’l-Hasan, künyesi Ebû Muhammed ve Ebû Saîd, nisbesi el-Basrî. “Altın Silsile”nin “Saadet Asrı”na ulaşan köprübaşı. Tabiin nesli imamlarından, fıkıhta ve tasavvufta üstad.
Babası İslâm fütuhatı esnasında Irak’ın Basra civarındaki Meysan’dan Medîne’ye esir olarak getirilmiş ve Zeyd bin Sabit el-Ensârî’nin âzadlısı. Annesi, Peygamberimiz’in hanımlarından Ümmü Seleme’nin âzadlısı, Hayra Hâtûn. Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında doğdu. Doğduğunda teberrüken ad koymak üzere Hz. Ömer’e götürüldü. Ömer onun güzel yüzünü görünce: “Adı, Hasan (güzel) olsun.” dedi.
Hasan Basrî, müminlerin annesi Ümmü Seleme’nin evinde yetişti. Onun sevgi, iltifat ve duâlarına mazhar oldu.
Nisbeti İmam Ali (radıyallahu anh)’yedir. Ondan tasavvuf hırkası giydi. Yetmiş tanesi Bedir savaşına katılmış olanlardan olmak üzere toplam yüz otuz kadar sâhâbiyle görüştü. İmran bin Husayn, Semure bin Cündeb, Ebû Hüreyre, İbn Ömer ve İbn Abbas gibi büyük sahabilerden hadis rivayet etti.
İlmî tetebbuâtını ve manevî eğitimini Me-dîne’de tamamladıktan sonra babasının memleketi olan Basra’ya yerleşti. Sağlam seciyesi, zühd ve takvâsı, ibâdet ve veraı, ilim ve belâgati ile büyük bir tesir alanı oluşturdu. İbn Sîrîn, Şa’bî gibi muteber zatlarla görüştü. Basra’da onun vaazlarını dinleyen büyük bir cemaat meydana geldi. Rabiatü’l-Adeviye, Mâlik bin Dinâr, Habîb A’cemî gibi büyük sûfîler ondan istifâde edenler arasındadır.
110/728 yılında Hakk’a yürüdüğünde memleketi Basra’da cenâzesi büyük bir kalabalık tarafından kaldırıldı. Hatta rivâyete göre vefatında bazı Hak dostları semâ kapılarının açıldığını görmüşler ve bir münâdînin şöyle nida ettiğini duymuşlardır: “Hasan Basrî, Allah kendisinden razı olduğu halde Hakk’ın huzuruna varmaktadır.”
“Hasan Basrî, korku ve hüzne dayalı amelî tasavvufun mümessili sayılır. Onun zühdî yaşayışının fârik vasfı, insanı imana kavuşturan tefekkür ile nefsi tezkiye eden ve insanı Hakk’ın rızâsına erdiren, cennet nimetlerine ulaştıran korku ve hüzündür. Onun zühdî hayatının temeli dünyadan el-etek çekmek, dünya ikbâline yüz vermemek, Allah’a yönelmek ve O’na güvenmekti.
Bu yüzden tebliğ ve irşâddan geri durmazdı. Nitekim Ömer bin Abdülaziz gibi devlet ricaline tebliğ maksadıyla mektuplar yazdı. Bu bakımdan mektupla irşadlarda bulunan sufîlerin ilki sayılır. Yezîd bin Abdülmelik’in Irak ve Horasan valisi tâyin ettiği Ömer bin Hübeyre el Fezzârî’ye cesaretle şunları yazmıştı:
“Ey İbn Hübeyre! Yezid hakkında Allah’dan kork, ama Allah hakkında Yezîd’den çekinme! Çünkü Allah seni Yezîd’den kurtarır ama, Yezîd seni Allah’dan kurtaramaz. Bir bakarsın ki, Hak Teâlâ sana ölüm meleğini göndermiş ve sen de geniş köşkünden dar kabir çukuruna yuvarlanmışsın. Orada seni, amelinden başka kurtarabilecek hiçbir şey yoktur.”
Sûf (yün) giyer ve bunu tevazu alâmeti sayardı. Derdi ki:
“Bedir savaşına katılmış yetmiş kadar sahâbiye yetiştim. Bunların sûftan başka birşey giydiklerini görmedim.” Yine şöyle derdi: “Sûf giyen tevazu için giyerse Allah onun basiret nurunu artırır. Riya ve tekebbür kasdıyla giyerse mancınıkla cehenneme atar.”
Sahabilerle sonraki nesli mukayese sadedinde de şöyle konuşurdu:
“Siz onları görseydiniz mecnûn zannederdiniz. Şâyed onlar sizin iyilerinizi görseler: “Bunlar iyilik ve hayırdan nasipsiz!” kötülerinizi görseler: “Bunlar müslüman değil !” derlerdi.
ZÜHD ANLAYIŞI
Zâhiddi. Zâhidliğe yönelmesinin sebebi, bir şerden kurtulmak ve bir hayra erişmekti. Erişmek istediği hayır cennet sevâbı, emin olmak istediği şer de cehennem azabıydı. Çünkü gerçek zühd, dünyaya rağbet etmemek, dünyacılara buğzetmek ve dünyalıklardan nefret etmekti. Dünyayı arayıp âhireti bulan görülmemişti ama, âhıreti ararken dünyayı bulan çoktu. Dünya amel yurduydu, onu sevmeyerek onunla arkadaşlık eden; ondan el-etek çeken kimse, bu arkadaşlıktan mes’ûd olur, istifâde ederdi. Fakat onunla severek arkadaşlık eden, bedbaht olurdu.
Mâlik bin Dînâr bir gün Hasan Basrî’ye sordu:
– Dünyada en ağır ceza nedir?
– İnsanın gönlünün ölmesidir.
– Gönül neden ölür?
– Dünyayı sevmekten, diye cevap verdi. Çünkü dünyalığı aziz tutan zillete düçâr olurdu. Ne kadar çok olursa olsun, fânî olan, bâkî olana denk değildi.
Buyurdu ki:
“Kalbe gelen vesvese şeytandandır. Birşey için devamlı arzu varsa, o, nefisten geliyordur. Bu arzulardan kurtulmak için oruç ve namazla riyâzat yolunu tutmalıdır.”
Kendisi anlatıyor:
Abadan’da siyâhî bir zât vardı, harabelerde yaşardı. Bir gün pazardan birşeyler aldım ve ziyaretine vardım. O bana:
– Nedir bunlar? diye sordu.
– İhtiyaç duyabileceğiniz birtakım yiyecekler, dedim. Bir şey söylemeden eliyle duvarı işaret etti ve güldü. Bir de baktım ki, ne göreyim, o harabelerin duvarları hep altın. Yaptığıma pişman oldum, götürdüklerimi alıp hemen oradan uzaklaştım.
VERÂ ANLAYIŞI
Verâ sahibiydi. “Hâlis veraın bir zerresi binlerce rekât namazdan hayırlıdır.” derdi. Bir gün Mekke’de Hz. Ali evlâdından birinin Kâbe duvarına yaslanarak vaaz ettiğini gördü ve sordu:
– Dinin temeli nedir?
– Verâ!
– Dinin âfeti nedir?
– “Tama’!”
Hasan Basrî bu cevaptan çok memnun kaldı ve bu sözün muktezâsına uygun olarak vera ehli oldu. Verâ hakkında şöyle derdi:
“Verâın üç derecesi vardır:
- Verâ sâhibi, öfkeli zamanında da, sakin ânında da ancak hakkı söyler.
- Allah’ın gazabına yol açabilecek davranışlardan âzâlarını korur.
- Allah’ın razı olduğu hususları gaye edinir.
GIYBET KONUSUNDAKİ TİTİZLİĞİ
Bir gün akşam namazı kılmak için bir mescide girdi. Habib A’cemî, namaz kıldırıyordu. Habib A’cemî, Arap olmadığı için kıraatta lâhin yapar endişesiyle arkasında namaz kılmadı. O gece rüyasında kendisine: “Neden onun ardında namaz kılmadın? Eğer kılmış olsaydın, o ana kadar işlemiş olduğun günahların hepsi bağışlanacaktı.” diye nidâ olundu.
Bulunduğu bir mecliste istemediği halde bir gıybeti dinlemek zorunda kaldı. O gece rüyasında gördüklerini şöyle anlatıyor:
“Birisi elinde bir tabakla bana doğru yaklaştı. Tabakta domuz eti vardı. Ondan almamı istedi. Domuz etidir, yiyemem, dedim. Adam ısrarla yiyeceksin, diyerek çenemi açtı ve zorla ağzıma bir lokma koydu. Eti ağzımdan atmaktan korkuyor, yutmaktan da tiksiniyordum. Bu halde iken uyandım. Otuz gün, otuz gece yiyip içtiğim her şeyde bu kokuyu hissettim.”
Kerhen de olsa gıybeti dinlemek zorunda kalmanın manevî cezasının pek ağır olduğunu bildiği halde asla kendisini gıybet edenlere aldırmazdı. Bir gün kendisine:
– Falanca seni gıybet etti, denildi. O da gıybet edene bir tabak helva gönderdi ve:
– Duydum ki hasenâtını bana hediye etmişsin. Ben de karşılık olarak bunu armağan ediyorum, dedi.
ENDİŞE VE KAYGISI
Onun zühd yaşantısı haşyet ve hüzün doluydu. Dertli ve üzüntülüydü. Uyku uyumaz, uyuklama nedir bilmezdi. İbâdet için kolları sıvalı bir âbiddi. Onu görenler hüznüne bakıp başına biraz evvel bir felâket gelmiş zannederlerdi. Şöyle derdi:
“İman ehli kimseler kaygılı uyanır, kaygılı akşamlar. Çünkü iki korku arasındadır. Biri geçmiş bir günah ki, Allah tarafından nasıl karşılanacağı belli değil. Biri kalan bir ömür ki, devamı müddetince hangi tehlikelere maruz kalınacağı meçhul.”
“Sonunda ölüme varacağını bilen, kıyamette kalkacağına inanan, kalkınca Allah’ın huzuruna çıkacağına kânî olan kişiye gereken kaygı ve endişe içinde yaşamaktır.”
Onun telâkkisine göre huşûda kalb için lüzumlu olan daimî bir korkuydu.
Cehennem ateşinden o derece korkardı ki, cehennemi yalnız kendisi için yaratılmış sanırdınız. Nitekim “Cehennem’den en son çıkacak kişi Hennâd adlı biridir.” hadîs-i şerîfini duyunca ağlamış ve “Keşke Hennâd ben olaydım; zira onun -en son da olsa- cehennemden çıkacağına dâir bir teminatı var. Bizim böyle bir teminatımız yok.” demişti.
Şöyle derdi:
“Eğer Kur’ân okuyorsan ve ona inanıyorsan dünyâda hüznün çok, korkun ziyâde olsun. Çokça ağlayasın.”
Bu ve benzeri sözleriyle insanları korkuttuğunu öne sürenlere:
“Emniyete kavuşuncaya kadar korkmak, emniyete kavuştuktan sonra korkmaktan daha hayırlıdır.” diye karşılık verirdi.
Bir bedevî kendisine sabrın ne demek olduğunu sordu:
– Sabır ikidir, biri belâ ve musîbetlere sabır, diğeri ilâhî yasaklara karşı sabırdır, diye karşılık verdi. Bedevî:
– Senden daha zâhid birini görmedim deyince, Hasan Basrî:
– Benim zühdüm tamamen rağbet, sabrım tamamen sızlanmadan ibarettir, dedi. Bedevî:
– Ne demek yani? Bu sözü biraz açıklar mısın? Düşüncemi alt üst ettin.
– Musibet ve tâattaki sabrım, cehennem ateşinden korktuğumun ifadesidir. Bu ise sızlanma değil de nedir? Dünyaya karşı zâhid ve rağbetsiz oluşum, âhirete istekli olmamdan başka nedir ki? Sabrı cennet ve cehennem endişesi değil, mahzâ Allah için olana ne mutlu!
ÖLÜ GÖNÜL, UYUYAN GÖNÜL
Derdi ki:
“Mânevî lezzeti şu üç şeyde arayın: Namazda, zikirde ve Kur’ân tilâvetinde. Bulursanız ne âlâ. Bulamazsanız bilin ki, kasvet-i kalb sebebiyle mânevî lezzetle amel kapınız kapanmıştır.”
Dediler:
– Yâ şeyh! Gönlümüz uyuyor, uyarsanız ne olur?
– Keşki sizin gönlünüz uyumuş olsaydı, işiniz kolaydı. Ama sizin gönlünüz ölüdür. Çünkü ne kadar zamandır harekete getirmeye çalışıyorum da hiç bir hareket yok, dedi.
Hasan Basrî’ye göre “ilm-i bâtın” Allah’ın, kulunun kalbine yerleştirdiği ve yaratıklardan hiçbirinin muttali olmadığı ilâhî bir sırdı.
“Elbiseni temizle!” (el-Müddessir, 4) âyet-i kerîmesini “Huyunu güzelleştir!” şeklinde tefsîr eder ve “Hakîm’in dili kalbine bağlıdır. Bir şey söylemek istediği zaman kalbine danışır, faydalı ise söyler, değilse susar. Câhilin kalbi ise diline bağlıdır, dili kalbine müracaat lüzumunu duymaz, rastgele konuşur.” derdi.
“Gönül ehli olanlar, devamlı sükûtu ihtiyar etmişlerdir. Gönülleri dile gelip, söz lisâna sirayet etmedikçe konuşmazlar.”
“Başkasına bir şey emretmek istediğin zaman, onunla önce kendin amel et!” buyuran ilim ve amel adamı, büyük mürşid Hasan Basrî, vaz ve nasihatlerini şahsında yaşayarak halka örnek olmuştur.
Kaynak: Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları
Kaynaklar: bn Sa’d, Tabakat. VII, 156, 178; Hılyetü’l-evliyâ; 131-161; Hucvirî, Keşful-mahcûb, I, 294-295p; Sıfatu’s-safve, III, 233-237; Tezkiretü’l-evliyâ, s. 31-48; Şa’rânî, et-Tabaka-tül-kübrâ, I, 25; Münâvî, el-Kevakibü’d-dürriye, I,96; Zeheb, Alâ-mü’n-nübelâ, IV, 563-577; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a’yân, II, 69
YORUMLAR