Hayat Nedir? Bu Dünya Neden Yaratıldı?
Âhiretin sonsuzluğu karşısında deryadan bir damla hükmünde olan hayat, beşikle tabut arasındaki mesafeye sığmayacak kadar ulvî bir hakîkattir. O hâlde “Hayat nedir?” suâline, sadece toprağın rutubeti ve mezar taşlarının katı sessizliği cevap olarak yükselecekse, böyle bir gafletle ziyân edilmiş fânî bir hayattan daha acı ne olabilir?.. Fânî hayat çarşısının en son giysisi olan kefen, bir gün mutlakâ herkesi saracak ve ölüm vâkıası, bütün fânî alışverişlere, zevklere, câzibelere ve aldatıcı yaldızlara iptal mührünü vuracaktır! O noktadan sonra yarına yönelik bir şey yapmak artık imkânsız, nedâmet duymaksa faydasızdır. Dolayısıyla bizi mahşer gününde kurtuluşa erdirecek bir hesaba hazırlık için, gün, bugündür…
İNSANIN HAKÎKATİ MERAK ETMESİ
İnsan, hakka ve hakîkate mütemâyil olarak yaratılması sebebiyle, meçhûle rızâ göstermez. Dâimâ hakîkati merak edip araştırarak mâlûmun peşinde koşar. Zira bilmediği ve bilemeyeceği şeyler onu rûhen muzdarip kılar.
Tarih boyunca insan idrâkini en çok meşgul eden en büyük muammâ ise, “ölüm” ve “âhiret âlemi”ne dâir meçhuller olmuştur.
Hakîkaten insanlar -hayat şartları ne olursa olsun- ölüm karşısında müşterek bir ıztırap içindedirler. Bütün hayat yollarının döne dolaşa ölüm ufuklarında kayboluşu, gönülleri derinden derine sızlatır.
Herkesi, “hayat” mûcizesinden daha müthiş ve ateşli bir girdap hâlinde saran “ölüm” vâkıası, bu dünyada -istisnâsız- bütün başlara çökecek en çetin hakîkat olduğu için, ona dâir meçhulleri mâlûma bağlamak, beşerî gâyelerin en başında gelir.
HAYAT NEDİR?
Zira hayat, beşikle tabut arasındaki mesâfeye sığmayacak kadar ulvî bir hakîkattir. İnsanların idraklerinde zuhûr eden “Hayat nedir?” suâline, yalnızca toprağın rutûbeti ve mezar taşlarının katılığı cevap olarak yükselecekse, böyle gâfilâne bir hayattan daha acı ne olabilir?!
Sırf akılla ve beşer düşüncesiyle kavranmasına imkân bulunmayan ölüm ve sonrasına dâir istikbâl düğümünü, ancak vahyin kudreti çözebilir.
Hayat nedir? Bu cihan niçin yaratıldı? Bu dünyaya geliş ve ondan kabir âlemine akış nedendir? Ölümden sonra neler olacaktır? Bütün bu suallerin cevâbını en tatminkâr şekilde veren dîn, ancak İslâm’dır. İnsanı muzdarip kılan ölüm ve âhirete dâir karanlık noktaları en güzel şekilde aydınlatarak insanlığı huzura kavuşturan yegâne dîn, İslâm’dır.
DÜNYA HAYATININ GÂYESİ NEDİR?
Hayatın gâyesi, Kur’ân ve Sünnet hakîkatlerinin gönül feyzi ve mânevî huzuru içinde yaşayarak ebedî saâdete nâil olabilmektir. Dünya; ekip dikme, âhiretse ektiğini biçme yeridir. İnsan bir ebediyet yolcusu, dünya bir misafirhânedir. Yani dünya, ebedî saâdeti kazanmak için gelinen fânî bir imtihan diyârıdır. Esas hayat; Cennet’iyle, Cehennem’iyle ebedî bir âhiret hayatıdır.
İşte bütün peygamberlerin ve bilhassa son peygamber Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in verdiği bu istikbâl haberi, insanlık tarafından teşekkürlerle, minnetlerle karşılanması îcâb ederken -ne yazık ki- nice gâfiller tarafından alaylar, hakâretler ve bîgâneliklerle mukâbele görmüştü. Yaratılış hikmet ve gâyesinin zıddına bir hayat yaşayan müşrikler ve münkirler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vahiy yoluyla bildirdiği âhiret haberini önce hayret ve şaşkınlıkla karşılamış, sonra da nefsânî yaşayışlarına ters düşen bu ebedî kurtuluş dâvetine, müthiş bir inat ve yüz kızartıcı bir menfîlikle sırt çevirmişlerdi.
Zira İslâm, getirdiği hayat nizâmı ile, müşriklerin nefsânî azgınlıklarına son veriyor, haktan, adâletten, kıyâmetten, yeniden dirilip hesap vermekten, yapılan kötülük ve haksızlıkların cezâsız kalmayacağından bahsediyordu.
Zihinlerde âdeta zehirli bir yılan gibi çöreklenen ve kımıldadıkça insanı tedirgin kılan “ölüm” ve “sonrası”na dâir sualler, -vahyin ve peygamberlerin irşâdından uzak kalanlar tarafından- her devirde türlü bâtıl telâkkîlerle susturulmak, bastırılmak ve şuuraltına hapsedilmek istenmiştir.
Şüphesiz ki bu hâl, insan nefsinin hoyratlığı sebebiyle hesabını vermekten hoşlanmadığı gerçeklerin mânevî ağırlığı altında ezilmemek için başvurduğu bir “kaçış psikolojisi”nin tezâhürüdür. Fakat hiçbir gerçek, ondan kaçmak veya onu yok farz etmekle bertaraf olmaz. Bilâkis insan, böyle boş tesellîlerle oyalanarak ve sefâletini saâdet zannederek ancak kendini kandırmış olur. Günün birinde ölüme hazırlıksız yakalanmaktan, Azrâil’e gâfil avlanmaktan ve -nefsi hiç istemese bile- ebedî hayatın çetin sürprizleriyle karşılaşmaktan kurtulamaz…
BÜYÜK HABER
Yaşayanlar için ölümden ehemmiyetli bir hâdise olmadığına göre, ona dâir ilâhî haberlerdeki azametin de lâyıkıyla kavranması îcâb eder. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, bütün semâvî dinlerin ittifakla haber verdiği âhiretten, “Nebe-i Azîm: Büyük Haber” diye bahsetmiş ve onu aklî, hissî, ahlâkî türlü delillerle îzah etmiştir.
Vahyin sesine kulak vererek âhiret haberinin azametini lâyıkıyla idrâk edebilenler, fânî ve geçici nîmetlere aldanmaktan kurtulmuşlar, yalancı istikbâlden, gerçek ve ebedî istikbâle yönelmişlerdir. Onlar idrâk etmişlerdir ki, salkım salkım yıldızlı âvizelerle süslenmiş gökler, türlü ziynet ve ihtişam içinde bezenmiş yeryüzü, aslâ gâyesiz ve tesâdüfî bir kuruluş manzarasını vermiyor. Bilâkis her zerresinde nice sır ve hikmetlerin gizli bulunduğunu, idrâki olanlara hâl lisânıyla telkin ediyor.
Hakîkaten, beşer idrâk ve zevkinin ötesinde, âdeta bir gelin odası hassâsiyet ve îtinâsı ile döşenmiş olan bu kâinat, -bitkileriyle, hayvanlarıyla, insanlarıyla, cemâdâtıyla- en küçük hücrelerine, zerrelerine, hattâ atom içindeki elektron ve proton gibi esrarlı unsurlarına kadar, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinin vitrini mesâbesindedir.
İşte vahyin ışığında kendisine, hayata, kâinâta ve hâdisâta ibret ve hikmet nazarıyla bakan bir insan derhâl anlar ki bütün bu varlıkların var oluşu, varlıklarını devam ettirişi ve nihayet fânîliğe mahkûm oluşunda zâhir olan ilâhî kudret ve saltanat karşısında âhiretin imkânsızlığından bahsetmek, son derece gülünç ve tuhaf bir iddiâdır.
DÜĞÜN GECESİ
Unutmamak gerekir ki ölümden ibret alınmayarak yaşanan bir hayat, karanlık bir musîbet gecesinden farksızdır. Ebedî saâdet güneşi, ilâhî hakîkatler ışığında ve Hakk’a kulluk üzere yaşanmış bir hayâtın sonunda gelen ölümle doğar. Bundan dolayıdır ki İslâm dîni, ölümü dâimâ hatırlayıp ona hazırlıklı bulunmayı, böylece ölümün ürkütücü hâlini bertaraf edip onu güzelleştirmeyi tavsiye etmiştir. Mevlânâ Hazretleri’nin ifâdesiyle ölümü âdeta bir “şeb-i arûs”, yani bir “düğün gecesi” sürûruyla karşılayabilmenin yollarını tebliğ etmiştir.
Ne mutlu, ölüm ve âhiret muammâlarını iç âleminde vahyin nûruyla çözebilen, ölüme lâyıkıyla hazırlanıp âhiretini ebedî bir saâdete dönüştürmenin gayreti içinde yaşayan sâlih mü’minlere…
Cenâb-ı Hak cümlemizi, İslâm’ı en güzel şekilde öğrenip yaşayarak rızâsına nâil olan ve hem dünyada gönül huzûrunu hem de âhirette ebedî saâdeti kazanan kullarından eylesin…
Âmîn!
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Din İSLÂM