Hayırlı Ümmet Olmanın Şartı Tebliğdir

VİDEOLAR

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi bu haftaki sohbetlerinde hayırlı ümmet olmanın şartlarından bahsediyor.

Cenâb-ı Hakkʼın bu nîmetine karşı, İslâm nîmetine karşı ashâb-ı kirâm, bir şükrân olarak, Cenâb-ı Hakkʼa teşekkür olarak mârufu emretmek, münkerden nehyetmek için, bu dostluğun teşekkürü (için), bütün dünyaya dağıldı.

Efendimiz zamanında Çinʼe kadar gidildi, Semerkandʼa gidildi. Kayravanʼa gidildi.

Ömer bin Abdülaziz zamanında İspanyaʼya çıkıldı. Gâye, insanlara bir hidâyeti tebliğ etmek, insanları huzur içinde yaşatabilmek.

Yine Cenâb-ı Hak bizden nasıl bir ümmet olmamızı arzu ediyor? Nasıl bir müslüman olmamızı arzu ediyor? Fussilet Sûresiʼnde 33. âyette:

(İnsanları Kurʼân ve Sünnet ile) Allâhʼa davet eden, (İslâmʼla Allâhʼa davet eden), amel-i sâlih sahibi olan ve «ben müslümanlardanım» diyenden kimin sözü daha doğrudur.” buyruluyor.

Yine Cenâb-ı Hak:

وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

(“…Ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” [el-Furkân, 74])

Bize takvâ sahiplerine bir de önder olmamızı. Yani takvâ sahibi olmamız zarûrî, bir de onlara bir önder olmamız, bir rehber olmamızı Rabbimiz arzu ediyor.

Rasûlullah Efendimiz de:

“Rabbim beni terbiye etti, terbiyemi ne güzel eyledi.” buyuruyor. (Süyûtî, I, 12)

Yani Cenâb-ı Hak, Habîbʼini bizzat terbiye etmiş, ümmetinin terbiyesini de Rasûlullah Efendimizʼe tevdî etmiştir.

Yani Cenâb-ı Hak kulunun, müʼminin, hayırlı, aziz bir ümmet olmasını arzu ediyor. Cenâb-ı Hak bizden İslâm şahsiyeti ve İslâm karakteri istiyor.

Rasûlullah Efendimiz Mekke-i Mükerremeʼde dîni tebliğ etmek için akrabalarını topladı. Onlara şu soruyu sordu -bir şahsiyet ve bir karakterini tespit ettirdi-:

“‒Şu dağın arkasında düşman var desem, kabul eder misiniz?” dedi. Onlar:

“‒Sen el-Emînʼsin, es-Sâdıkʼsın, içimizde en doğru insan Senʼsin, her dediğin doğrudur.”

Ondan sonra İslâmʼı tebliğ etmeye başladı.

Demek ki bir müslüman (İslâmʼı önce kendisi) yaşayacak, ancak yaşadığı miktarda tebliğ edebilir. Böyle bir şahsiyet tevzî etmemizi Rabbimiz bizlerden arzu ediyor.

Velhâsıl, hayırlı ümmet; zirvede “asr-ı saâdet”i görüyoruz.

Yine hayırlı ümmet; “hulefâ-i râşidîn devri”ni görüyoruz.

Hayırlı ümmet; Emevîlerde “Ömer bin Abdülaziz devri”ni görüyoruz. İki buçuk sene ile İslâm tarihine en büyük bir imza atıldı.

Bir Endülüsʼün/İspanyaʼnın ilk üç asrını görüyoruz.

Osmanlıʼyı görüyoruz. Ki Osmanlılar, ecdâdımız, büyük bir fazîletler medeniyeti inşâ etti. Bu medeniyet, Osmanlıʼnın inşâ ettiği medeniyet, insanlıktaki medeniyetti, ahlâktaki medeniyetti, ilimdeki medeniyetti, ictimâî ve iktisâdî hayattaki bir medeniyetti. Sanatta, mîmârîde, edebiyatta müstesnâ bir medeniyet meydana getirdiler.

Ve bu medeniyetin insanları nasıl insanlardı? Ashâb-ı kiramdan bir misal vermeye başlarsak:

Hazret-i Ömerʼin İslâmʼdan evvelki durumuna bir göz atarsak, -İslâmʼdan evvel- hak, hukuku bilmeyen câhiliye insanlarının tipik bir misâliydi. Îmanla şereflendikten sonra, ince ruhlu, diğergâm, hikmet ehli, adâlet âbidesi bir insan meydana geldi. Yani İslâmʼdan evvel sert, haşin mizaçlı Ömer eriyip gitti. Onun yerine gözü yaşlı, gönlü şefkatli, merhamet dolu, dâimâ ümmetin, insanlığın saâdetini düşünen, yüksek mesʼûliyete sahip bir Ömer geldi.

“Fırat kenarında bir kuzu zâyi olursa yarın adl-i ilâhî benden sorar.” dedi. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 153)

Geceleri sırtında erzak çuvalıyla mahalleri dolaşıp zayıfların, muhtaçların yanıbaşında bulundu. Yetimlerin, öksüzlerin ve kimsesizlerin kimsesi oldu. Kırık gönülleri tesellî etmeden, onların gözyaşlarını silmeden, onlara tebessüm ettirmeden gönlü huzur bulmadı.

Yine bu, Hazret-i Ömerʼden bir misal -radıyallâhu anh-:

İyas bin Seleme babasından şöyle naklediyor:

Hazret-i Ömer çarşıya uğramıştı. Elinde bir asâ vardı. Asâyı bana doğru sallayarak «Müslümanların yolunu kapatma!» dedi. «Yolun ortasında durma, kenara çekil!» dedi. Fakat asâyı da hafifçe bir, sırtına değdi.

Hazret-i Ömer, gelecek sene o kişiyle karşılaşınca:

«‒Seleme!» dedi. «‒Hacca gidecek misin sen?» dedi. «Evet» deyince elinden tutup onu evine götürdü. Ona 600 dirhem verdi. Seleme şaşırdı.

«‒Seleme, (dedi) bunları hac yolunda kullanırsın (dedi). Şunu bil ki (dedi) bunlar sana salladığım o asâya karşılıktır!» dedi.

«‒Bahsettiğin asâ meselesini ben çoktan unuttum gitti.» dedi. Hazret-i Ömer:

«‒Yok (dedi), ben (dedi) unutmadım!» dedi.” (Taberî, Târîh, IV, 224)

Yani dâimâ bir vicdan muhâsebesi…

Nasıl İslâm bir medenî insan yetiştiriyor? Yine Hazret-i Ömerʼin torunu, İslâm tarihinin beşinci (râşid) hâlifesi Ömer bin Abdülaziz

Hanımı Fâtıma anlatıyor:

“Bir gün Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim (diyor). Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona, niçin bu hâlde olduğunu sordum. Bana dedi ki:

«−Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükü benim omuzlarımda. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilâç bulamayanlar, giyecek elbisesi olmayanlar, boynu bükük yetimler, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyârındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar, âile efrâdı kalabalık olan fakir âile reisleri…

Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe, yükümün altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap veririm Fâtıma?!.» diyordu.

Hattâ hanımı diyordu ki:

“‒Sanki (diyor), bazen öyle hâle gelirdi ki bunları düşündükçe, havuza düşen bir kuş gibi yatağında çırpınırdı. Ben de bakamazdım, üstüne bir çarşaf atardım…” (İbn-i Kesîr, 9/201)

İşte ümmetin derdiyle dertlenen, onların huzur ve saâdeti için kendi huzurunu terk eden fedâkâr gönüllerle, müstesnâ bir fazîlet medeniyeti inşâ edildi. O medeniyette zenginler; fakir, verecek muhâtap bulamadılar. Herkes veriyor. Hattâ sadakalarını, infaklarını hristiyanlara, “onlar da Allâhʼın kuludur, bizim insanlıktaki eşimizdir onlar” diyerek hristiyanlara vermeye başladılar.

Velhâsıl, keyfiyetli insan. İslâm medeniyeti dâimâ keyfiyetli, ideal insan yetiştirmiştir.

Meselâ Câfer Tayyar Hazretleri

Habeşistanʼa hicret eden müslümanların reisiydi. Orada 14 sene kaldı. Habeşistan selâmete erene kadar, İslâmʼla şereflenene kadar kaldı. En nihâyet 14 sene sonra huzur içinde Efendimizʼin yanına dönmeye, bir hasret yaşıyordu zaten. Medîneʼye geldi. Efendimiz Hayberʼdeydi. Hayberʼe devam etti. Efendimiz, Câferʼi görünce:

“‒Câfer, (dedi), bugün ben Hayberʼin fethiyle mi sevineyim, yoksa seni görmekle mi sevineyim!” (İbn-i Hişâm, III, 414)

Yani bir taraftan Hayberʼin fethi, yani koca bir beldenin fethi, diğer taraftan keyfiyetli, ideal, yetişmiş, ahlâk ve yaşayışını Efendimizʼe benzetebilmiş bir insan, yani ideal bir tek insan!.. Yani nebevî terazide bir beldenin fethiyle, yetişmiş bir insan müsâvî, birbirine denk durumda.

Tarihte, -sahâbedeki gibi- topraklar, şehirler, binalar, geometriler, keyfiyetli insan yetiştirmez. Fakat keyfiyetli insan, toprakların fethi yanında kalpleri fetheder ve fazîletli medeniyetler inşâ eder.

Velhâsıl, Câfer Tayyar 14 sene bir avuç müslümanla Habeşistanʼa gidiyor, bir tek ok atmadan, içten gönülleri fethediyor.

Bu neyle oluyor? Bir İslâm şahsiyet ve İslâm karakterini temsil etmekle oluyor.

Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- dostlarıyla toplanıyordu.

“‒İslâmʼa hizmet için neler düşünürsünüz?” dedi.

Kimi, şu kadar para, şu kadar altın…

“‒Yok, yok! Başka, başka söyleyin.” buyurdu.

“‒Ey halîfe! Siz söyleyin.” denilince:

“‒Ben ise şu içinde bulunduğumuz şu oda kadar Ebû Ubeyde bin Cerrah, Muaz bin Cebel, Huzeyfetüʼl-Yemânî gibi, müstesnâ, seçkin, İslâmʼı temsil eden müʼminler olsun, bunları dünyanın dört bir tarafına göndereyim.” buyurdu. (Buhârî, Târîhuʼs-Sağîr, I, 54)

Bizler, din kardeşliği ve diğergâmlıkta hayırlı bir ümmet idik.

Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyuruyor:

“Şems (diyor) bana bir şey öğretti (diyor. Bunu tabi zihnine değil kalbine öğretti, kalbine nakşetti):

«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, sen ısınma hakkına sahip değilsin Celâleddin!» dedi.

Ben de biliyorum üşüyen mü’min var; ben de artık ısınamıyorum!..” buyurdu.

Nasıl kalbî bir hassâsiyet?..

Yine Ebûʼl-Hasan Harakānî Hazretleri -Allah dostlarından-:

“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada bir din kardeşimin par­mağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağımı acıtmıştır. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp(teki hüzün) benim hüznümdür.” buyurmuştur.

İşte insanımız böyle insandı…

Her medeniyet, kendi insan tipini vücûda getirir. O insan tipi de, mensup olduğu medeniyetin sıfat ve karakteriyle bir âhenk arz eder.

İşte İslâm medeniyeti, insanlık tarihinde bir kere ulaşılabilmiş bir zirvedir. Bunun sebebi, beşerî fıtratın, selîm fıtratın, ilâhî ilimle, irfanla, hikmetle teçhîz edilmesinin bir neticesidir. Yani o toplumda güzîde insanlar, nefsânî problemlerini bertaraf ederek gönüllerinin hakîkî ilim ve irfanla mezcedilmiş olmasıdır.

Milletimizin fıtrî istîdâdı, yani yaratılıştaki o temiz istîdâdı ile mânevî füyûzâtın kucaklaşıp aynîleşmesi; bizde mükemmel bir medeniyet şâhikasını ortaya çıkarmıştır. İşte bu şâhikanın tarihî adı, hiç şüphesiz 620 sene kesintisiz ömür sürmüş olan Osmanlı’dır.

Hakîkaten, ecdâdımız Osmanlı, maddî îmarla mânevî îmârı birlikte yürüten, beldelerin fethini, gönüllerin fethiyle yapan, yüksek ufuklu şahsiyetlerdi.

Osmanlıʼnın velî bânîsi Osman Gâzi, oğlu Orhan Gâziʼye ve onun şahsında istikbâlin bütün devlet adamlarına yaptığı nasihatlerde, bu ifadeyle diyordu ki o büyük gâzî:

“Oğul! Bil ki bizim mesleğimiz, Allah yoludur. Maksadımız da O’nun dînini insanlığa yaymaktır. İnsanları huzura kavuşturmaktır. Bizim dâvâmız, kuru bir kavga ve cihangirlik, bir toprak alma, toprağı kanla sulama dâvâsı değildir. Îlâ-yı kelimetullahʼtır, Allâh’ın dînini bütün dünyaya tebliğ etmektir!..” Yani gönüllerden rahmet taşırmaktır.

Orhan Gâzi de; “Mürüvvet, gazâdan efdaldir!” diyordu. Yani asıl fetih, gönüllerde gerçekleştirilen bir fetihtir. Yani zâhirî fütûhâtı, gönül fetihleri ile ebedîleştirmektir. Fethedilen yerlere en evvel, gönül ehli, sâlih müʼminler iskân ediliyordu. Onların örnek yaşayışları ve hâl ile tebliğleri, bölge halkının hidâyetine vesîle oluyordu.

Orhan Gâzi de, oğlu Murad’a şu vasiyette bulundu:

“Osmanlı’ya iki kıt’a üzerinde hükümrân olmak yetmez! Îlâ-yı kelimetullah dâvâsı, iki kıtaya sığmayacak kadar büyüktür. Bunu bütün dünyaya taşırmalısın!”

Bunun üzerine Sultan Murad Avrupaʼya geçti, tâ Kosovaʼya kadar gitti.

Bursaʼnın o güzelliklerini bir tarafa bırakarak Allah rızâsını aradı. Hayırlı ümmetin bir ferdi olmayı hedefledi. Oraya kadar gitti ve orada Cenâb-ı Hakkʼa duâ etti:

“‒Yâ Rabbi (dedi), yarını bir ıyd / bir bayram eyle, bu bayramın kurbanı da Senʼin Murad kulun olsun.” dedi. Cenâb-ı Hak büyük bir fütûhat ihsan etti.

Bugün, Mehmed Âkifʼin yaşadığı bir devri düşünelim:

O gün vîrâneye dönmüş bir İslâm haritası vardı. Hattâ Mehmed Akif, bu Sultan Muradʼın o îman heyecanını düşündü, o günkü Kosovaʼyı düşündü:

Nerde görsem çıkıyor karşıma bir kanlı ova…

Sen misin, yoksa hayâlin mi? Vefâsız Kosova!

Söyle Meşhed, öpeyim secde edip toprağını;

Yok mudur sende Murâd’ın iki üç damla kanı?..

Nasıl bir mâzî tahattürü ve mâzî tahassürü?..

Velhâsıl Murad Han, oradan, arkadan gelenler, Anadoluʼnun temiz halkını götürdü. Orada gelen nesiller de, orada giden asker de çil çil kubbeler serpen ordu oldu.

İşte bunlar, örnek nesil. Ensâr ve Muhâcirlerin izinden gidebilmekle bu mürüvvete, bu saltanata nâil oldu. Esas saltanat bu olmuş oluyor. Tarih onları unutmadı. Müʼminler onları unutmadı; gönüllerinde yaşatıyor.

Yine düşünelim:

Ömer bin Abdülaziz devrinde İspanyaʼya çıkıldı. Târık bin Ziyad:

“‒Yâ Rabbi! Ben bir köleydim.” dedi. “Bir asker oldum.” dedi.

Yedi bin kişiyle İspanyaʼya çıktı, doksan beş bin kişilik İspanya ordusunu bertaraf etti. Kralın sarayına girdi. Ayağını kralın hazinelerinin üzerine koydu:

“‒Yâ Rabbi (dedi). Bu (dedi) hazinelerle beni aldatma yâ Rabbi, koru benim nefsimi (dedi). Kıyamet günü bunların hesabı bana çıkmasın.” dedi.