Hayırlı Ümmet'in Zirvesi: Osmanlı Medeniyeti
Muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Altınoluk Dergisi'nin Kasım sayısında yayınladığı "Hayırlı Ümmet" makalesinin ikinci kısmını istifadelerinize sunuyoruz.
Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyuruyor:
“Şems -kuddise sirruh- bana bir şey öğretti:
«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin!»
Biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”
Ebûʼl-Hasan Harakānî Hazretleri de şöyle buyuruyor:
“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada bir din kardeşimin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağımı acıtmıştır. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.”
İşte “hayırlı ümmet” böyle insanlardı…
Zira her medeniyet, kendi insan tipini vücûda getirir. O insan tipi de, mensup olduğu medeniyetin sıfat ve karakterleriyle âhenk arz eder.
HAYIRLI ÜMMET'İN TARİHÎ ADI: OSMANLI
İslâm medeniyeti, insanlık tarihinde bir kere ulaşılabilmiş bir zirvedir. Bunun sebebi, selîm beşerî fıtratın, ilâhî ilim, irfan ve hikmetle teçhîz edilmiş olmasıdır. Milletimizin fıtrî istîdâdı ile mânevî füyûzâtın kucaklaşıp aynîleşmesi; mükemmel bir medeniyet şâhikası ortaya çıkarmıştır. Bu şâhikanın tarihî adı, hiç şüphesiz ki “Osmanlı”dır.
Hakîkaten, ecdâdımız Osmanlı, maddî îmarla mânevî îmârı birlikte yürüten, beldelerin fethini, gönüllerin fethi için yapan, yüksek ufuklu şahsiyetlerdi.
Osmanlıʼnın velî bânîsi Osman Gâziʼnin, oğlu Orhan Gâziʼye ve onun şahsında istikbâlin bütün devlet adamlarına yaptığı nasihatler de bunun bir ifâdesiydi. Diyordu ki o büyük gâzi:
“Oğul! Bil ki bizim mesleğimiz, Allah yoludur ve maksadımız da O’nun dînini yaymaktır. Bizim dâvâmız, kuru bir kavga ve cihangirlik dâvâsı değil, «îlâ-yı kelimetullâh»tır, yani Allâh’ın dînini yüceltmektir!..”
Orhan Gâzi de; “Mürüvvet, gazâdan efdaldir!” diyerek asıl fethi gönüllerde gerçekleştirmeyi tercih ediyordu. Zâhirî fütûhâtı, gönül fetihleri ile ebedîleştiriyordu. Fethedilen yerlere en evvel, gönül ehli, sâlih müʼminleri iskân ediyordu. Onların örnek yaşayışları ve hâl ile tebliğleri, bölge halkının hidâyetine vesîle oluyordu.
Orhan Gâzi de, oğlu Murad’a şu vasiyette bulundu:
“Osmanlı’ya iki kıta üzerinde hükümrân olmak yetmez! Zira îlâ-yı kelimetullah dâvâsı, iki kıtaya sığmayacak kadar büyük bir dâvâdır!”
Bunun üzerine Sultan Murad Avrupaʼya geçti, tâ Kosovaʼya kadar ilerledi.
Birinci Murad Han, niye Bursaʼnın o kadar güzellikleri, rahatlıkları varken rahatını bozdu da, tâ Kosovaʼya kadar gitti? Hangi gaye için kendini kurbân etti?
İşte Peygamber Efendimizʼe hayırlı bir ümmet olabilmek, o bahtiyar müʼminler arasına dâhil olabilmek, hayra dâvet eden bir ümmet olabilmek için. Allâhʼın bizlere “örnek nesil” olarak takdim ettiği Ensâr veMuhâcirlerin izinden gidebilmek için…
Nitekim sahâbe-i kirâm, Medîne hurmalıklarını bırakarak tâ Semerkandʼa, hattâ Çinʼe gitti. Zira Cenâb-ı Hak:
“…(Kendi ellerinizle) kendinizi tehlikeye atmayın!..” (el-Bakara, 195) buyuruyordu. Yani dünyanın süsüne, gösterişine, rahatına, alâyişine aldanıp da Allâhʼın rızâsını tahsil etme gayretinden uzaklaşanları îkaz buyuruyordu. Bunun için sahâbe-i kirâm tâ Çinʼe kadar gitti. Ömer bin Abdülaziz döneminde İspanyaʼya çıkıldı. Ukbe bin Nâfî Kayravanʼa kadar gitti. Gönlündeki îman heyecanının bir ifâdesi sadedinde:
“–Yâ Rabbi! Şu okyanus olmasaydı Sen’in yolunda cihâd ederek önümdeki beldelerde ilerlemeye devam ederdim!” niyâzında bulundu.
Bütün bu gayretler hep “kendini tehlikeye atmama” endişesinin bir tezâhürüydü.
İLÂ-YI KELİMETULLAH DERDİ
İşte bu ruhla dünya rahatını terk edip Allah yolunda gayret eden Sultan Muradʼın açtığı yoldan gelenler de, fethedilen beldelere yerleştiler. Bosnaʼda “hayırlı bir ümmet” meydana geldi. Bütün Boşnaklar cân u gönülden samimî bir müslüman oldular. İşkodraʼda “hayırlı bir ümmet” teşekkül etti.
Velhâsıl ecdadımızın bütün derdi, “îlâ-yı kelimetullah” idi. İnsanlığı İslâmʼın saâdet ve huzuruyla tanıştırmaktı. Onlar hakka ve hayra çağırıyorlardı. İnsanlığın ebedî kurtuluşu için çırpınıyorlardı.
Fâtih Sultan Mehmed Han, Trabzon Rum İmparatorluğu üzerine sefere çıkmıştı. Şehre arkadan ulaşmak için dağlık ve ormanlık bir arâziden geçiliyordu. Bâzen baltacılar, önden yol açıyorlardı. Yolun müsâit olmadığı bir yerde Fâtih’in atı kaydı. Fâtih, bir kayaya tutunmak için uğraşırken elleri kanadı. Bu hâli müşâhede eden beraberindeki Uzun Hasan’ın annesi Sârâ Hatun, tam fırsatı olduğunu düşünerek:
“–Oğul! Han oğlu hansın! Bir yüce hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kale için bunca meşakkate katlanman revâ mıdır?” dedi.
Çünkü Uzun Hasan, Trabzon Rum İmparatorluğu ile akrabâlık kurmuş ve bu yüzden annesini, bu seferden vazgeçirmek için Fâtih’e ricâcı olarak göndermişti.
Fâtih, elleri sıyrıklarla dolu olduğu hâlde doğruldu ve dedi ki:
“–Ey ihtiyar ana!.. Sen zannetme ki, çektiğimiz bunca zahmet, kuru bir toprak parçası içindir. Bilesin ki bütün gayretimiz Allâh’ın dînine hizmettir. İnsanları hidâyete kavuşturmaktır. Yarın huzûr-i ilâhîde, yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm’ı tebliğ ve tâzîz imkânları varken, birtakım zahmetlere katlanmayıp ten rahatlığını tercih edersek, bize gâzi denilmesi revâ mıdır? Ehl-i küfre İslâm’ı götürmezsek, onların azgınlıklarına mânî olmazsak, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!.”
İşte o “hayırlı ümmet”, ferdî bir müslümanlığın nâkıs olduğu, müslümanın ictimâîleşmesi, gönlünün bütün cihânı kuşatması gerektiğine dâir müşahhas bir misal oldular. Zira bir müslüman, dünyanın gidişâtından kendisini mesʼûl görmelidir.
İşte onlar, “hayırlı ümmet”in yetiştirdiği örnek şahsiyetlerdi. O örnek şahsiyetler, hayatın her alanında İslâm şahsiyetini sergilediler.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2014 – Kasım, Sayı: 345, Sayfa: 032