
Hazret-i Mevlânâ'dan Hikmetli Sözler ve Tavsiyeler
Hazret-i Mevlânâ Hazretleri’nden hikmetli sözler ve tavsiyeler...
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur: “Din, nasihattir.” (Müslim, Îmân, 95)
Cenâb-ı Hakk’ın insanlığa muhteşem ikrâmı, ebedî ve mükemmel mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerim; baştan sona hikmettir, öğüttür, nasihattir, ibret dolu kıssa ve bin bir hissedir.
Başta sahâbî efendilerimiz olmak üzere, bütün Hak dostları Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zamana yayılmış zirve mâhiyette, müstesnâ talebeleridir.
HAZRET-İ MEVLÂNÂ HAZRETLERİ’NDEN HİKMETLİ SÖZLER VE TAVSİYELER
Yaşadığım müddetçe ben Kur’ân’ın kölesiyim! Ben Muhammed Muhtâr -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım, tozuyum...
ÜŞÜYORUM!
“Şems -rahmetullâhi aleyh- bana bir şey öğretti;
«Dünyada üşüyen biri varsa, sen Celâleddin, ısınma hakkına sahip değilsin!» dedi. Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyenler var, ben artık ısınamıyorum!..”
–Sen, kendinden geçtiğin için, kendi yarana merhem aramazsın da, başkalarının yaralarına merhem olursun! (Dîvân-ı Kebîr)
“Şefkat ve merhamette güneş gibi ol!”
(Güneş, nasıl ki yeryüzündeki bütün mahlûkāta ışık, sıcaklık ve gıdâ vesilesi olup en kuytu ve ücrâ yerlere kadar ulaşıyorsa; bir mü’minin gönlü de, şefkat ve merhamette; engin, geniş ve yüce ufuklara sahip olmalıdır. Etrafını aydınlatabildiği kadar kendi nûrunun da artacağını unutmamalıdır.)
RABBİNE DÖN, KENDİNE GEL!
Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr’a ait olmasına rağmen, muhtemelen fikirlerine uygunluğu sebebiyle HAZRET-İ Mevlânâ’ya izâfe edilen bir rubâîde şöyle deniliyor:
“Gel! Gel! Ne olursan ol, yine gel!
Kâfir, mecûsî veya putperest olsan da gel!
Bizim dergâhımız (olan İslâm) ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kere tevbeni bozsan, yine de gel!”
(Yani kalp, bir tamirhâne olacak. Hazret; «Dön!» diyor, «Geri dön, gel!» diyor.
Kâfirleri ve mücrimleri, îmâna ve takvâya çağırıyor. «Rahmetten ümit kesme, gel ve huzura kavuş!» telkininde bulunuyor.)
İÇLİ İLTİCÂ
–Rabbim! Eğer Sen’in merhametini yalnız sâlih kullarının ümit etmesi gerekiyorsa, mücrimler kime gidip sığınsınlar?
Ey Yüce Allâh’ım! Eğer Sen, yalnız has kullarını kabul ediyorsan, mücrimler kime gidip yalvarsınlar?..
(Muhakkak ki Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..)
Mevlânâ Hazretleri’nin dergâhındaki bir sohbet esnasında bir sarhoş çıkagelir. Dervişler onu inciterek dışarı çıkarmak isterler.
Mevlânâ Hazretleri, o sarhoşun hakikati aramak için dergâha sığınan bir insan olduğunu düşünerek, onu incitenlere hitâben;
“–Şarabı o içmiş, fakat siz sarhoş olmuşsunuz!” îkāzında bulunur.
MEVLÂNÂ’NIN HAKİKATİ
Mevlânâ âşığı mütefekkir Nurettin TOPÇU, ondaki derûnî hâlleri lâyıkıyla idrâk husûsunda insanların ekserîsinin acziyet içinde olduğunu ifade kabîlinden şöyle der:
“Biz, Mevlânâ Celâleddîn’in vecdinin feryatlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, tâ suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz.
Biz HAZRET-İ Mevlânâ’nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryatlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibaret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı.
Heyhât! Onu Mevlânâ zannediyoruz.”
(Nurettin TOPÇU, Mevlânâ ve Tasavvuf, s. 139)
NEYİ GÖRMELİ?
Öküzün biri, ansızın Bağdat’a geldi ve şehri bir baştan öbür başına kadar dolaştı. Fakat gözü, yalnız kavun ve karpuz kabuklarını gördü!
(Eşsiz bir medeniyet merkezi olan Bağdat’ın muhteşemliğini ve Dicle’nin ihtişamını göremedi. Zaten öküzlerin ve merkeplerin bu dünyada gördükleri, yemek ve şehvetten başka nedir ki?!.)
Öküzler ve merkepler; ya yola dökülüp saçılan samanlara, ya ayak altındaki çayır ve çimenlere ya da bir kenara atılmış karpuz ve kavun kabuklarına düşkündürler!
(Onlar nefsânî arzularına mağlûp oldukları için, kâinatta sergilenen ilâhî sanatın ihtişamına karşı âmâ kesilirler.)
Âmâ bir kimse bile noksansız bir güneşin doğduğunu, harâretinden anlar.
(Cenâb-ı Hakk’ın Zâtını göremesek de, sıfatlarının tecellîlerini görürüz.
Yani firâseti mânen körelmemiş bir kişi, eserden Müessir’e, sebepten Müsebbib’e, sanattan Sanatkâr’a ulaşmalıdır.)
Akıllı kişiye işin sonunda görülecek şey önceden görünür; ahmağa ise sonunda! Lâkin, iş işten geçmiş olur...
- Akıllı kişiler önceden ağlarlar; ahmaklar ise işin sonunda başlarına vurur, hayıflanırlar.
➢Sen işin başlangıcında iken sonunu gör de kıyâmet gününde pişman olma!
–Ey insan!
Aynadaki son nakşa bak!
Bir güzelin ihtiyarladığındaki hâlini ve bir binanın günün birinde harabe hâline geleceğini düşün (ve kendini geçmişinle bugününü tefekkür ile seyret) de aynadaki yalana aldanma!..
TOPRAK GİBİ OL!..
Tevâzu ve mahviyette toprak gibi ol!
Bahar mevsiminde bir taş yeşerir mi? Toprak gibi mütevâzı ol ki senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin!
Kılıç, boynu olanın boynunu keser... Gölge, yerlere döşenmiş olduğundan, hiçbir kılıç darbesi onu yaralayamaz.
(Yani mü’min, varlık ve benlik iddiasından vazgeçip gölge gibi yokluk ve hiçliğe erebilirse, dünyevî ve uhrevî nice belâ ve musîbetten emîn olur.)
Kasırga; pek çok ağaçları kökünden söker, yıkar. Fakat yeşermiş bir ota ihsanlarda bulunur. O sert rüzgâr, körpecik otun zayıflığına acır.
(Kibirlenenler gazab-ı ilâhîye uğrarlar. Hiçlik ve mahviyete bürünenler, rahmet-i ilâhiyyeye nâil olurlar.)
Birtakım zâlimlerin gasbından kurtarabilmek için Hızır -aleyhisselâm- gemiyi deldi, sakatladı.
Mademki kırık olan, dökülen, perişan olan kurtuluyor, sen de acziyete bürün!
(Zira bu dünyaya arz-ı endâm için değil arz-ı hâl için geldin.)
Unutma ki, kurtuluş ve selâmet mahviyettedir. Haydi, sen de benlikten, varlıktan kurtul, mahviyet içinde yaşa ve Hakk’a vâsıl ol!
Kimde bir güzellik varsa, bilsin ki ödünçtür.
Firavun ve Âd kavimlerinin başına gelen (kahr-ı ilâhîyi) duyan akıllı insanlar, varlık iddiasından vazgeçer, hırs ve gururu bırakırlar. Şayet gurur ve hırstan vazgeçmezlerse, bu sefer onlar belâya uğrar da onların bedbaht hâlinden başkaları ibret alır.
NEYE TÂLİPSEN KIYMETİN O...
Sende ne var, sen ne elde ettin? Denizin dibinden nasıl bir inci çıkardın? Ölüm gününde bu kesinlik kazanacaktır...
–Ey insan, dünyadan birbirine zıt iki ses gelir. Acaba senin can kulağın hangisini almaya istîdatlı?
O seslerden biri Allâh’a yaklaşanların (takvâ sahiplerinin) hâli, diğeri ise aldananların (âhireti unutup günahlara dalanların) hâlidir.
Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile! Çünkü seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere karşı âdetâ kör ve sağır olur.
İnsana, aradığı şeye bakılarak değer verilir.
Eşek müşteri olup bir şey alacak olsa, elbette ham kavunu alırdı.
(Gafiller, fânî dünyayı ve nefsânî arzuları seçerler. Ârifler ise bâkî olan ukbâya ve rûhânî lezzetlere yönelirler.)
–Ey ekmek uğruna îman cevherini atan, ey bir arpaya bir hazineyi satan (fânî dünya uğruna ebedî âhiretini mahveden) zavallı!
Unutma ki Nemrut, gönlünü İbrahim’e kaptırmadı ama canını bir sivrisineğe teslim etti!
NE EKERSEN ONU BİÇERSİN
Sen hiç buğday ektin de arpa bittiğini gördün mü?
(İnsan topraktan yaratıldığı gibi, gönül âlemimiz de münbit bir toprak gibidir. Oraya gül ekilirse gül biter. Kaktüsler, dikenler ekilirse, dikenler biter. Bilhassa ömrün baharı demek olan gençliğimizde, o bereketli ve verimli yıllara ne ekersek, son nefesimizde ve âhiretimizde onun mahsûlünü alırız.)
GECENİN KIYMETİ
HAZRET-İ Mevlânâ; gecelerde yaşadığı aşk ve vecdi, Dîvân-ı Kebîr’inde de şöyle dile getirir:
Sâkî! Kadehi, aşk-ı ilâhî ile doldur!
Mestâneye ekmek sözü etmekten uzak dur!
Sun kevseri, kansın suya hep teşne gönüller,
Deryâda yüzen canlı, sudan başka ne ister?!.
Doldur o şerâbdan, yine doldur, yine bir sun!
Dursun gece ey dost, onu durdur, ne olursun!
Vur uykumu zincirlere vur, geçmesin anlar.
Varmaz gecenin farkına, varmaz uyuyanlar!
(Dîvân-ı Kebîr’den nazmen dilimize çeviren: Emin IŞIK)
İBÂDETLERİN ÖZÜ
- Öyle bir abdest al ki, o abdest hiç bozulmasın.
(Yani dâimâ ilâhî huzurda olduğunun farkında ol.)
- Öyle bir namaz kıl ki hiç bitmesin.
(Yani namazın bir mîrac olursa, sonsuz bir vecd ile bin secde edersin.)
- Âşığa beş vakit namaz yetmez. Beş yüz bin vakit ister.
➢Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?
Aklını başına al da namazdan yalnız zâhiren değil, mânen de istifâdeye bak. Tane toplayan bir kuş gibi Allâh’ın yüceliğinden habersiz bir şekilde sadece başını yere koyup kaldırma!
HAZRET-İ Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;
«İnsanların en fena hırsızı, namazından çalandır.» (Hâkim, I, 353) beyânına kulak ver!..
Namaz ehli olmayanı, huşû ve gönül ile kılmayıp makbul bir namazdan uzak kalanı; öfke rüzgârı, şehvet rüzgârı yahut tamah rüzgârı kapıp götürür.
- Hacca gidenler, orada Beytullâh’ın sahibini arasınlar. O’nu bulduktan sonra Kâbe’yi her yerde bulabilirler.
(Yani mühim olan, her zaman ve mekânda dâimâ Allah rızâsının arayışı içinde olabilmektir. Böyle bir gönül için her yer, Kâbe gibi ilâhî feyizlerin tecellîgâhı olur.)
“Keçinin gölgesini kurban etmeye kalkışma!”
(Kurbanın hakikatine er; onu et bayramı zannetme! Kurban kesmekten asıl maksat; Allâh’a teslîmiyet ve takvâ ile kulluktur.)
Duâ ve ibâdet, Allah ile olmaktır. Allah ile olan kimse için ölüm de hoştur, ömür de. Fakat Allâh’ı kalbinde bulamayan kişiye ise âb-ı hayat bile ateştir!
Ben kul oldum, kul oldum! Rabbimin kapısında vasıfsız bir kul oldum!
Her kul âzâd edilmekle sevince gark olur, ben ise O’nun kapısında kul olmaktan mutluyum.
İbâdetin kabul ediliş alâmeti, o ibâdetten sonra hemen başka ibâdete girişmek, birbiri ardınca durmadan hayırlara koşmaktır.
İp, yüz kulaç olması gerekirken, bir kulaç eksik olsa, kuyudaki su kovaya nasıl dolar!
(Kulluk son nefese kadardır. Onca gayret ettim, netice alamadım dememelidir.)
ZİKİR ve TİLÂVETTEN ÖNCE
Sırf ağızla, dille, duymadan, düşünmeden yapılan zikir, noksan bir tekrardır.
Cân u gönülden, hayranlık duyarak yapılan zikir ise, sözlerden de, kelimelerden de âzâdedir...
–Ey O’nu bulamadan, sadece, O’nun adını yeterli bulan kişi!
«Hû» kâsesinden (yani Hakk’a dostluk menbaından) içmeden, nasıl olur da benlik arzularından kurtulabilirsin?
(Gerçek) zikir, düşünceyi harekete geçirir.
Zikri, şu donmuş fikre bir güneş yap.
- Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerini ve HAZRET-İ Peygamber’in hadîs-i şeriflerini okumadan evvel, kendini düzelt!
Gül bahçelerindeki güzel kokuları duymuyorsan, kusuru bahçede değil, gönlünde ve burnunda ara!..
- Güneş, kuru dala da, yaş dala da yakındır. (Her ikisine de aydınlatan ve ısıtan şuâlarını cömertçe ikrâm eder.) Fakat zamanı gelince, olgun, lezzetli ve güzel kokulu meyvelerini yiyeceğin yaş ve taze dalın güneşe yakınlığı nerede, kuru dalınki nerede?!.
- Kuru dal, güneşe yakınlığı yüzünden daha beter kurumaktan (ve yakılacak bir odun olmaktan) başka ne elde edebilir?!.
(Yani Kur’ân-ı Kerim, mü’minlere rahmet ve şifâ bahşederken, aynı anda kâfirin de hüsrânını artırır.)
- Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin hâl ve vasıflarıdır. Okuyup tatbik edersen, kendini peygamberlerle, velîlerle görüşmüş farzet!
Kur’ân okuduğun hâlde, onun emirlerine uymaz ve Kur’ân ahlâkını yaşamazsan, peygamberleri ve velîleri görmenin sana ne faydası olur?..
Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi anlayanlar, onu yaşayanlardır.
KUR’ÂN’IN SONSUZ MÂNÂLARI
“Kur’ân-ı Kerîm’in zâhirini bir okka mürekkeple yazmak mümkündür. İhtivâ ettiği bütün sırları ifade etmeye ise sahilsiz deryâlar mürekkep, yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem olsa yine de kifâyet etmez.”
GÜL MÜSÜN DİKEN Mİ?
- Tefekkürün gül ise, sen bir gül bahçesindesin.
- Tefekkürün diken ise, (aklın-fikrin nefsânî arzularına mağlûp hâlde ise) ateşte yanacak bir külhan kütüğüsün.
HABÎB-İ KİBRİYÂ
İki dünya bir gönül için yaratılmıştır!
«Sen olmasaydın, Sen olmasaydın bu kâinâtı yaratmazdım!..» ifadesinin mânâsını iyi düşün!
–Gel ey gönül! Hakikî bayram, HAZRET-İ Muhammed’e vuslattır. Cihânın aydınlığı, O mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır.
–Ey gafil! Musa ve Ahmed’in mûcizelerine nazar et. Asâ nasıl ejderha oldu ve hurma kütüğü nasıl irfan sahibi oldu ve inledi?
HAZRET-İ Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisinden ayrı düştüğü için inleyen Hannâne direğini okşadı.
Sen bir ağaçtan da aşağı değilsin.
Hannâne direği ol da sen de Efendimiz’in hasretiyle inle!..
Cebrâil -aleyhisselâm-; sadece bir kanadını açınca doğuyu da batıyı da kaplamıştı.
HAZRET-İ Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu görünce, ona bu heybeti verenin büyüklük ve azametini düşünerek bir müddet kendinden geçip bayıldı.
Lâkin HAZRET-İ Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, eğer hakîkat-i Muhammediyye’nin o akıl almaz kanadını açsa idi, Cebrâîl ebedî olarak kendinden geçer, bir daha kendine gelemezdi.
Zira Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Cebrâil’le beraber Sidretü’l-Müntehâ’ya varınca Cebrâil durmuş ve;
«–Yâ Rasûlâllah! Sen buyur! Ben, Sen’inle müsâvî değilim. Buradan öteye bir kere kanat çırpsam, yanar kül olurum!» demiştir.
–Ey bugün müslüman bulunan kimse! Eğer HAZRET-İ Ahmed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sa‘y ü gayreti ve putları kırdırmak husûsundaki himmeti olmasaydı, sen de ecdâdın gibi putlara tapardın.
MÜRŞİD-İ KÂMİL GEREK!..
Dünyevî duygu ve düşüncelerinin sağlığını tabipten, kişiyi sonsuza yücelten ilâhî hislerin sıhhatini de mürşid-i kâmilden öğren!..
Bir bıçak, kendi sapını, başka bir bıçak olmaksızın nasıl yontabilir? Sen git, yaralarını bir gönül cerrahına göster. Sen onları kendi kendine tedavi edemezsin...
Kılavuzun hareket etmedikçe hareket etme. Başsız hareket eden, kuyruk olur.
Hak dostu bir kişiye kul olmak, padişahların başlarına taç olmaktan iyidir.
Gönlün yitirdiği hikmet kumaşı, gönül ehlinin katında ele geçer.
–Ey gafil insan! Mademki peygamber değilsin, ötelerden haber alamıyorsun, sana uyanlar da yok; bu yolda haddini bil, kendi safında kal; ileri gitme! Yürüdüğün hakikat yolunda da büyük bir velînin arkasından yürü ki, bir gün nefsâniyet kuyusundan çıkıp HAZRET-İ Yûsuf gibi bir mânâ padişahı olasın.
Allah ile oturup kalmak isteyen kişi, velîler huzûrunda otursun. Velîlerin huzûrundan kesilirsen helâk oldun gitti. Çünkü sen «küll»ü olmayan bir «cüz»sün.
Peygamberlerle alışveriş yapanlar kâr ettiler; onlar sayesinde kazançtadırlar.
Hâlbuki renk ve koku tacirleri (işin zâhirine kapılan filozoflar) görünüşe kapıldıkları, şekilde kaldıkları için çok çok zarara uğradılar.
AKIL BU YOLDA KALIR
Akıl; dünyevî işlerimizde başarılı olmasına rağmen, mâhiyeti îcâbı, hakikate, hikmete ve ilâhî esrâra, yani «mârifetullâh»a vâsıl olmakta yetersiz kalır. Bu ulvî yolculuk için bir vasıta gereklidir. O da gönüldür, aşktır, vecddir, istiğraktır.
➢Akıl, Mustafâ’ya kurban olsun!
–Ne yazık ki, cüz’î akıl, aklın adını kötüye çıkarmıştır. Dünyaya karşı beslenen şiddetli arzu, insanı âhiret murâdından mahrum bırakır.
ALLÂH’A SATTIN
Mal ile beden, kar gibi erir gider. Fakat onlar, Allah yolunda harcanırsa, Allah onlara alıcı olur. Kur’ân’da;
«Allah, cennet karşılığında mü’minlerden canlarını ve mallarını satın aldı...» (et-Tevbe, 111) buyurulmuştur.
Cenâb-ı Hakk’ın satın aldığı bir şey de eriyip zâil olmaktan kurtularak ebedîleşir, büyük bir kıymet ve şeref kazanır.
Mala-mülke fazla sarılma ki, vakti gelince kolayca bırakabilesin. Hem kolayca verip gidesin, hem de sevap kazanasın.
Sen, seni sımsıkı tutana sarıl ki, Evvel de O’dur, Âhir de O’dur. O’nu bulmak istiyorsan, gönül gemini batıracak ne kadar nefsânî sıklet varsa, içinden çıkarıp at ki, sâhil-i selâmete vâsıl olasın.
DÜNYA GÖLGEDİR
Dünyadan ebedîlik isteme. Kendisinde yok ki sana versin!
Dünyaya gönül verenler, tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir? Nitekim budala bir avcı, kuşun gölgesini kuş zannetti de, onu yakalamak istedi. Fakat dalın üzerindeki kuş bile bu ahmağa şaştı kaldı.
–Dünya mıknatıs gibidir, bütün samanları kendine çeker; onun çekişinden ancak, özlü buğday kurtulur.
Dünya, Allah’tan gafil olmaktır. Yoksa para, kumaş, aile ve evlât sahibi olmak değildir. Seni oyalayıp Hak’tan gafil kılan ne varsa, senin dünyan odur.
Geminin içindeki su, gemiyi batırır.
Geminin altındaki su ise gemiyi kaldırır, sırtında taşır.
Mal-mülk sevgisini gönlünden çıkarıp attığı için Süleyman -aleyhisselâm- kendisine fakir dedi.
Ağzı kapalı testi; uçsuz bucaksız denizin üstünde, hava dolu bir gönülle yüzer, durur.
Gönlünde dervişlik ve aşk havası bulunan kimse de dünya denizinin üstünde batmadan ilâhî neşeler üzerinde seyreder.
Gerçi bu cihan bütünüyle Allâh’ın mülkü ise de, cihan mülkü, dervişin gönül gözünde bir hiçten ibarettir.
Şu hâlde, gönlü, «ledünnî» ilim ile, yani ilâhî aşk havasıyla doldur da, onun ağzını bağla ve mühürle!
Nazargâh-ı ilâhî olan kalbi, dünya metâlarının kasası yapmamak îcâb eder.
Nice balık vardır ki, su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur!..
Allâh’ın imtihan tuzağı dünya malıdır; dünya malı bizi sarhoş eder, aldatır. Dünyaya gönül verenlerin can gözü, bu yüzden kördür. Çünkü onlar, balçıktaki acı ve tuzlu suyu içerler.
Eğer zavallı insan, âhiretten kıl ucu kadar bir şey görseydi;
«–Böyle ömür senin olsun!» derdi.
Pek çok han ve kervansaray terk etmek lâzımdır ki, insan bir gün kendi hakikî meskenine varabilsin!
NEFS
–Ey Hak yolcusu! Musa da Firavun da senin varlığında mevcuttur. Bu iki hasmı kendinde araman gerekir!..
Vahyin ışığında aydınlan ki, sendeki Musa, sendeki Firavun’a galip gelsin!
Ağaç eğri ise gölgesi de eğridir.
(İç âlemimizi istikametlendirmez isek, dış âlemimiz de harap olur.)
Gündüz gibi ışık saçmak istiyorsan, geceye benzeyen nefsânî arzularını yakmalısın!
Ateşe benzeyen şehvet, yanıp durdukça eksilmez; o, ona dileğini vermemekle eksilir. Bir ateş, odun attıkça hiç söner mi?
- Fare birçok yol bilir, fakat bildiği yollar hep toprak altındadır. O, her tarafta toprağı oymuş, delik deşik etmiştir.
Fareye benzeyen nefis de, ancak dünyalık peşinde koşar, boş hülyaları kemirir. Zira fareye dünyadaki ihtiyacını temin edecek kadar akıl verilmiştir.
GÖZYAŞI
- Nerede akarsu varsa, orada yeşillik vardır.
- Nerede gözyaşı dökülürse; oraya rahmet gelir, merhamet olur. Bostan dolabı gibi inleyerek gözlerinden yaşlar saç da; can bağında yeşillikler bitsin.
Gözyaşı istiyorsan, gözü yaşlı olanlara acı. Acınmak ve merhamete kavuşmak arzu ediyorsan; zayıflara, zavallılara merhamet et!..
İDDİA SAHİPLERİNE!
Sen, HAZRET-İ Musa’nın asâsını elinde tutabilirsin. Fakat Musa’daki kuvvet sende var mı ki, onu ejderhâ yapabilesin ve onu zaptetmeye kādir olabilesin.
Diyelim ki, ölüleri dirilten HAZRET-İ İsa’nın nefesine mâliksin, onun duâsı da aklında.
Fakat ey gafil! Sende HAZRET-İ İsa’nın (günahsız) ağzı var mı ki nefesinle ölü gönülleri diriltesin, onları muhabbet zevkiyle canlandırasın?
Diyelim ki, HAZRET-İ Ali’nin Zülfikar adlı kılıcı sana mîras kaldı. Sende Allâh’ın Arslanı HAZRET-İ Ali’nin kolu-kuvveti var mı ki Zülfikar’ı kullanabilesin?!.
Allah yolunda gerekirse ateşe girmek de vardır. Lâkin ateşe atılmadan önce, kendinde İbrahimlik olup olmadığını araştır! Çünkü ateş, İbrahimleri tanır ve yakmaz!..
İPTİLÂLARA SABIR
–Ey insan! Senin gönül dünyan bir misafirhânedir.
Sana gelen gamlar ve sürurlar sende bir misafirdir. Sakın onların dâimî olduğunu zannetme!
Gelen fânî gamlara üzülme, çünkü onlar gidicidir (hepsi de senden ayrılacak birer yolcudur).
Fânî sürurlara da sevinme; zira onların da bekāsı yoktur.
Elinden her bir şey çıkıp gidince, bir belâya, bir felâkete uğrayınca (acziyetini idrâk eden) kul; «Yâ Rabbi, yâ Rabbi!» diyerek Cenâb-ı Hakk’ı anmaya; «Beni kurtar!» demeye başlar.
Hak Teâlâ bu dünyada senden birkaç damla gözyaşı alır ama karşılığında sana nice cennet kevserleri bağışlar.
O, senden sevdalarla, ızdıraplarla dolu olan âhları, feryatları alır; her âha, her feryâda karşılık yüzlerce yüksek mânevî mevki ve erişilmez makam verir.
Her zahmete kızmakta, öfkelenmektesin. Her terbiyesize kin gütmektesin.
Peki ama, cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?..
Ayın kapkaranlık gecelere sabretmesi onu apaydın eder. Gülün dikene sabretmesi, güle güzel bir koku verir.
İLMİ HAZMETMEK
HAZRET-İ Mevlânâ zâhirî ilimlerin zirvesindeki hâlini; «Hamdım!» tâbiriyle ifade eder. Mânen tekâmül edip takvâ ile yoğrularak muhabbet ateşinde kıvama gelmesini; «Piştim!» ifadesiyle anlatır. İlâhî aşk ile kavrulma safhasını da; «Yandım!» diye hulâsa eder.
- Çok âlim vardır ki irfandan nasîbi yoktur.
(Bilgileri zihnine istifleyerek) ilim hâfızı olmuştur da, (kalben sığ kaldığı için) Allâh’ın sevdiği bir dostu olamamıştır!
- Yaşanmayan hikmetli söz, ödünç alınmış süslü elbise gibidir...
Ahlâksıza ilim öğretmek, eşkıyânın eline kılıç vermektir.
Bilginin iki, şüphenin tek kanadı vardır...
Tek kanatlı bir kuş, çabucak tepetaklak düşer.
(Mâneviyattan mahrum bir ilim tahsili de nesillerin âhiretini mahveder.)
İnanç azlığından meydana gelen derde acımak gerekir; çünkü o derdin başka bir dermânı yoktur.
Yer, gökyüzüyle düşmanlığa kalkışırsa çoraklaşır, ölü hâle gelir.
Biz pergel gibiyiz. Sâbit ayağımız şerîatta, öteki ayağımızla yetmiş iki milleti dolaşmaktayız.
HAMLARI OLGUNLAŞTIRMAK
Belâlardan çoğu peygamberlere gelir. Çünkü ham adamları yola getirmek, zaten belâdır.
Gül, o güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı. Bu hakikati gülden de işit. Bak, o ne diyor:
«Dikenle beraber bulunduğum için neden gama düşeyim, neden kendimi kedere salayım? Ben ki gülmeyi, o dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim. Onun vesilesiyle âleme güzellikler ve hoş kokular sunma imkânına kavuştum...»
Gülün dostu dikendir.
(Tahammül ve müsamaha peygamberlerin ve Hak dostlarının şiârıdır. Onlar günah bataklığına batmış insanlara, yaralı bir kuşu şefkatle kurtarma hassâsiyeti içinde yaklaşırlar.)
“Kim demiş gül, dikenin himâyesinde yaşar? Dikenin itibarı ancak gül sayesindedir!”
Doğum ağrısı; hâmileye göre ağrıdır, ama ana karnındaki çocuğa göre, zindandan kurtuluştur.
(Allah yolunda karşılaşılan güçlüklere de, neticesinde hâsıl olacak nimetler zâviyesinden bakabilmek, kâmil mü’minlerin hüneridir.)
Madeninde birkaç geçer akçesi olan dağ, kazma yaralarıyla paramparça olur.
Tatlı suyun başı kalabalık olur.
(Sâlih insanların etrafına çok insan toplanır. Kimi istifâde etmek için, kimi onunla mücadele etmek için gelir.)
Dert dâimâ insanı olgunlaştırır.
BUĞULANDIRMA!
- Yoksul kişi cömertliğin aynasıdır.
➢Sakın aynaya karşı gönül kırıcı sözler söyleyerek o aynayı buğulandırma!
Yoksul bir kişi, nasıl cömertlik ve iyiliğe muhtaç ise, cömertlik ve iyilik de yoksul kişiye muhtaçtır.
CÖMERTLİK MERDİVENİ
–(Ey Rabbim!) Göklere mîrâc için kullarının önüne koyduğun gizli merdivenden cimriler ve gafiller faydalanamaz.
Ancak emîn, sâlih ve cömert kişilere mîrac merdivenini gösterirsin ki, ruhlar kervanı oradan çıkarak Sen’in göklerine doğru yükselsinler. (Dîvân-ı Kebîr)
Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci-mercan da nedir, bir sevgiye harcanmadıktan, bir Güzel’e fedâ edilmedikten sonra?!.
MUHABBET İKSİRİ
- Muhabbetten acılar tatlılaşır.
- Muhabbet sayesinde bakırlar altın olur.
- Muhabbet vesilesiyle dermansız dertler şifâ bulur.
- Muhabbet ile ölüler dirilir.
- Muhabbetten kederler neşe, üzüntüler sevinç olur.
- Muhabbetten kahır rahmet olur.
- Muhabbet olmayınca ise mum bile demir gibi katılaşır.
Kadının batnı yeni bir çocuk doğurmadıkça, kan süte dönmez.
(Bu yol çilelidir, zahmetlidir fakat neticesi rahmet doludur.)
HAZRET-İ Meryem’in gönlünün yanışıyla; dudağı kurumuş dal, kutlu bir hurma kesildi.
Yemyeşil daldan ayrılmayacak yapraklar bitsin diye gönül, dalındaki sararmış yaprakları döker.
Tâ ötelerden yepyeni bir tat salına salına gelsin diye eski sevincin kökünü kazı!
Gam, gönülden neyi döker
ve neyi sökerse karşılık olarak gerçekten de daha iyisini getirir.
–İnsaf et; aşk ne güzel bir şeydir. Onu zedeleyen ise senin kötü huylarındır.
Sen, şehvete aşk adını koymuşsun. Âh bir bilsen, şehvetle aşk arasında ne uzun bir mesafe var!
➢İlâhî aşk, mü’mini uyanık tutar.
➢Dünyevî ve şehevî aşklar ise insanı ahmak ve sersem eder.
–Bil ki;
İçi ilâhî aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan, ne kadar zavallıdır; belki hayvandan daha aşağıdır.
Zira;
➢Ashâb-ı Kehf’in köpeği bile aşk ehlini arayıp buldu, rûhânî bir safâya erişti...
–Ey hakikat yolcusu! O gün gelip çatmadan, kıyâmet kopmadan, Hakikat Padişahı (olan Cenâb-ı Hak) ile dostluk kur da, o felâket gününde senin elinden tutsun.
Zira o gün, O’nun izni olmadan senin elinden tutacak kimse yoktur.
O gün insan, kardeşinden, anasından, babasından, ehlinden ve oğullarından kaçacaktır. O hâlde Hak ile dostluğu iyi anla!..
KARDEŞLİK
Din kardeşinden bir cefâ gördünse, onun bin vefâsı olduğunu hatırla!.. Çünkü iyilik, günaha karşı şefaatçi gibidir.
–Bil ki;
- Edep, ancak her edepsizin edepsizliğine sabır ve tahammül gösterebilmektir.
- İnsanlarla dost ol! Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve cemaati çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.
(Çünkü mü’minler takvâda ve iyilikte yardımlaşırlar, birbirlerine emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunurlar. Böylece şeytana geçit vermezler.)
İyi dostu olanın, aynaya ihtiyacı yoktur.
(Ayna, kendisine bakana riyâkârlık ve sahtekârlık yapmadan doğruları söyler. Mü’min de mü’minin aynasıdır.)
Gerçekle yaralanan, kötü huydur.
(Gerçek bir dost, acı da olsa kendisine doğruları söyleyen kişiden incinmez. İncinen ve rahatsız olan kötü huylardır.)
Dostlarınızı sıkça ziyaret ediniz. Çünkü üzerinde yürünmeyen yollar, diken ve çalılarla kaplanır. (Görüşülmedikçe, hâl hatır sorulmadıkça arada bürûdet meydana gelir.)
–Ey insan! Vefâsızlık, köpekler için bile bir kusur ve ayıptır. (Vefâsız bir sokak köpeğine itibar edilmez. Sahibine sadâkat gösteren bir köpek ise alâka görür.)
O hâlde sen bir insan olarak nasıl oluyor da (Rabbine) vefâsızlık ve nankörlük edebiliyorsun?!.
HELÂL LOKMA
Kalbin nur ve kemâlini artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.
–Bu seher benden ilham kesildi. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi.
- Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar.
- Aşk da merhamet de helâl lokmadan doğar.
➢Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse, bil ki o lokma haram veya şüphelidir.
Köpek bile atılan bir kemiği veya ekmeği koklamadan yemez.
(Demek ki helâl-haram, hayır-şer, hak-bâtıl ayrımı yapmadan nefsânî ve dünyevî menfaatleri peşinde şuursuzca koşmak, insanı ahmaklaştırarak hayvanlardan da aşağı bir duruma düşüren, derin bir gaflettir.)
EDEP
Her kim edepten nasîbini almamışsa, o, insan değildir. Çünkü insanla hayvan arasındaki fark, edeptir.
Gözünü aç da Allâh’ın kitâbı olan Kur’ân-ı Kerîm’e dikkatle bak! Göreceksin ki o, âyet âyet edepten ibarettir.
İblis’in ilâhî kapıdan kovulması, Hakk’ın karşısında edepsizce konuşmasındaki cür’etindendir...
Eğer şeytanın başını ezmek istersen, gözünü aç ve gör; şeytanı kahreden, edeptir!
İnsanoğlunda edep bulunmazsa, o gerçekten insanlığa vedâ etmiş demektir. Zira insan ile hayvan arasındaki fark, edeptir.
(Firavun’un HAZRET-İ Musa ile müsabaka yapmaları için topladığı) sihirbazlar; ülü’l-azm bir peygambere, Allâh’a yakın yüce bir kula, müsabakanın başında öncelik tanıyarak nezâket, iltifat ve hürmet gösterdiler. Sırf bu hürmetleri vesilesiyle tevhid akîdesine geldiler, hidâyetleri nasîb oldu.
Fakat o büyük peygamberle müsabakaya çıkmaları sebebiyle de dünyevî bir cezaya uğradılar. (Firavun’un işkenceleriyle şehîd oldular)
İnsanın nasıl güldüğünden edebinin, neye güldüğünden de aklının seviyesini anlarım.
SANA DÖNER
- Kimseden sana kötülük gelmesini istemiyorsan;
- Fena söyleyici,
- Fena öğretici,
- Fena düşünceli olma!
Sözün maskarası olma!
(İnatçı) câhiller karşısında kitap gibi sessiz ol! (Sükût limanına sığın!)
(Zamana, zemine, muhataplarının durumuna ve muktezâ-yı hâle uygun olan sözü söyle!)
Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma!
KARANLIKTAN KORKMA!
Karanlık ne kadar zifiri ve güçlü olursa olsun, bir kibrit çakabilmek o karanlığı aydınlatmaya yeter!..
- Kuzgun, bağda kuzgunca bağırır.
Ama bülbül, kuzgun bağırıyor diye güzelim sesini keser mi hiç?
(Hak yolundakiler, zâlimlerden korkmazlar. Onları kazanmak için müsamahakâr bir üslûp kullanırlar.)
KAVL-İ LEYYİN
–Ey Musa! Zamanın Firavun’una karşı yumuşak söz söylemek, yumuşaklık göstermek gerek.
➢Kaynayan yağa su dökersen ocağı harap edersin. Tencereyi de.
Yumuşak söyle! Doğru sözden başka bir söz söyleme, yumuşak sözlerle vesveseler satmaya kalkışma. Toprak yemeye alışmış bir kişiye;
«–Şeker daha iyi, daha güzel.» de.
Zararlı bir yumuşaklık gösterip, ona toprak verme!
Gönle dedim ki:
- Lütuf merhemi ol;
- İnciten diken gibi olma!
Hâl ile öğüt veren, kāl ile (sözle) öğüt verenden iyidir.
MEVLÂNÂ’NIN ESERLERİ
Benim beytim; beyit değil, bir mânâ cihânıdır.
Hezlim (mizah ve latîfelerim) de hezl değil, te’dîbdir (terbiye etmek maksadıyladır.)
Kıssalarım; basit ve sıradan sözler değil, tâlimdir. Sırları ve hikmetleri îzah ve idrâk ettirmek içindir.
TEVBEKÂR OL!..
- Su; yeryüzü muhtaçlarını ve yetimlerini besler, susuzluktan kuruyup kalmış olanlara hayat bahşeder.
Lâkin arılığı-duruluğu kalmayınca, su da bizim gibi yeryüzünde kirlendiği için huzursuz olur, şaşırıp kalır. İçten içe feryâda başlar;
«–Yâ Rabbi!» der, «Sen bana ne verdinse, onların hepsini dağıttım, hepsini verdim. Şimdi ise ben yoksul kaldım. Sermâyemi, elimde bulunan her şeyi temize de döktüm, kirliye de... Ey sermâye veren Allah, bana daha da fazlasını ihsân et.»
Bu feryatlar, bu yalvarışlar üzerine Cenâb-ı Hak, güneşe der ki:
«–Çabuk onu harâretinle göklere yükselt!» Rüzgâra da;
«–Onu hırpalamadan, hoş bir yere götür!» diye ferman buyurur.
Onu çeşit çeşit yollara sürer. Onu göklerde temizledikten sonra bazen yağmur, bazen kar, bazen de dolu hâlinde yeryüzüne yağdırır. Sonunda onu, kıyısı olmayan, sınırsız denize ulaştırır.
Suların semâda temizlendiği gibi sen de Cenâb-ı Hakk’a yaklaşarak kendini bütün nefsânî kirlerden arındır. Böylece sen de yağmur gibi ol; bereket ve rahmet saç!..
AZAMETİ TEFEKKÜR
Rüzgârın Âd Kavmi’ne ne yaptığını duymadın mı? Suyun da Tûfan’da ne yaptığını işitmedin mi?
Kızıldeniz’in Firavun’u nasıl helâk ettiğini; Kārûn’un nasıl yerin dibine geçtiğini!..
Ebâbil kuşlarının fil ordusuna ne yaptığını, tanrılık iddia eden Nemrud’un başını küçücük bir sineğin nasıl yediğini!..
Lût’un ahlâksız kavmi üzerine taşların nasıl yağdığını ve onların nasıl karanlık ve mülevves bir göle gömüldüğünü bilmiyor musun?
Dünyadaki cansız zannedilen varlıkların sanki akıllı insanlar gibi, peygamberlere yardım ettiklerini uzun uzadıya anlatsam, Mesnevî o kadar büyür ve o derece hacim peydâ ederdi ki, kırk deve onu taşımaktan âciz kalırdı.
Eğer gözüne, sana cefâ vermek için emir verilse, gözün senden yüz türlü intikam alır. Eğer dişine, seni muzdarip etmesi için emir verilse, sen dişinden ne acı cefâlar çekersin.
Tıp kitabını aç da hastalıklar bahsini oku! Ten askerinin neler yaptığını gör!
Mademki her şeyin canının canı Allah’tır; o hâlde canın canına âsî olmaktan kork! O’nun emirlerine itaat et!
TESLİM OL!..
Sen, Allâh’ın verdiklerine râzı olmadıkça, rahat etmek, kurtulmak ümidi ile nereye kaçsan, orada karşına bir âfet çıkar, bir belâ gelir, sana çatar.
Dünyanın hiçbir köşesi canavarsız ve tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve O’na sığınarak, O’nun mânevî huzûrunda yaşamaktan başka kurtuluş ve rahat yoktur.
İHSAN ŞUURU
Memleketin bir ucunda, hudutta bulunan bir kale muhafızı; padişahtan ve pâyitahttan çok uzaklarda bulunduğu hâlde, kaleyi düşmanlardan korur, gözetir. Kendisine hadsiz, hesapsız rüşvet teklif edilse bile, yine de kaleyi düşmanlara satmaz. Çok uzaklarda, hududun bir ucunda, padişah oralarda yok iken, sanki yanı başındaymış gibi, ona vefâ gösterir. Padişahın nazarında o uzaklardaki muhafız; huzûrunda bulunan ve can fedâ edenlerden daha kıymetlidir.
BAŞINA TÂC ET!
- Anne hakkına dikkat et!
Onu başının tâcı et!
Zira anneler doğum sancısı çekmeselerdi, çocuklar dünyaya gelmeye yol bulamazlardı.
HAK DOSTU İÇİN ÖLÜM: DÜĞÜN GECESİ
Tohum toprağa düşse onun için «öldü» denilebilir mi?
Bil ki ölüm, rûhun bir başka âleme doğması hâdisesinin sancısıdır. Yani bu fânî âlem için adı ölümdür, ama bâkî ve ebedî âlem için adı doğumdur!..
Hem değil mi ki canı Allah almaktadır; bil ki ölüm, has kullar için şeker gibi tatlıdır.
Kezâ ölüm, ateş bile olsa, Allâh’a halîl olana güllük-gülistanlıktır; âb-ı hayattır.
Ana karnındaki çocuğa birisi deseydi ki:
«Dışarıda pek düzgün, pek hoş bir dünya var. (...) Dünyanın şaşılacak güzellikleri, acayip hâlleri dille anlatılamaz ki...
Sen ana rahminde, o karanlık yerde; sıkıntılar, mihnetler içindesin.»
Bütün bu sözlere rağmen o çocuk; yine de kendi hâline bakardı, durumu gereği bir şikâyette bulunmazdı ve söylenenleri inkâr ederdi, anlatılan gerçek haberlere inanmazdı.
İşte dünyadaki insanların çoğu da böyledir, Hak dostlarının sözlerini, onların mânâ âleminden haberlerini inkâr ederler. Hak dostları, onlara;
«Bu dünya pek karanlık, pek dar bir kuyu gibidir. Bu dünyanın ötesinde ise, kokudan, renkten âzâde çok hoş bir dünya vardır.» der. Fakat bu söz, onların hiçbirinin kulağına girmez.
Ecel rüzgârı, âriflere, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın gömleğinin kokusu yahut gül bahçesinden gelen rüzgâr gibi yumuşak, güzel eser.
–Oğul!
- Herkesin ölümü kendi rengindedir.
–İnsanı Allâh’a kavuşturduğunu düşünmeden;
- Ölümden nefret edenlere ve ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç bir düşman gibi görünür.
- Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.
–Ey ölümden korkup kaçan can!
İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen aslında ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun.
Çünkü;
- Ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun, ölümün çehresi değil, kendi çirkin yüzündür.
- Vefâtımızdan sonra mezarımızı yeryüzünde aramayın.
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Asr-ı Saâdetten Günümüze HİDÂYET REHBERLERİ, Yüzakı Yayıncılık
YORUMLAR