Hazret-i Ömer Nasıl Müslüman Oldu?

PEYGAMBERİMİZ

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den on üç yaş küçüktür. Nesebi, dokuzuncu babada Peygamber Efendimiz’le birleşmektedir.

Müşrikler, istişâre meclisleri olan Dâru’n-Nedve’de toplanmışlar ve Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i öldürmeye karar vermişlerdi. Bunun için de, aralarından cesur, bahadır ve sert tabiatlı biri olan Ömer bin Hattâb’ı seçip göndermişlerdi. Ömer, Âlemlerin Efendisi’ni öldürmek kastıyla gâfilâne bir şekilde yola çıktı. Yolda Nuaym bin Abdullâh -radıyallâhu anh-’a rastladı.

Nuaym, Ömer’in hâlinden şüphelenerek:

−Ey Ömer! Nereye gidiyorsun?” diye sordu.

Ömer:

−Atalarının dînini bırakıp yeni bir dîn getiren Muhammed’i öldürmeye gidiyorum!” dedi.

Basîretli sahâbî Nuaym -radıyallâhu anh- zaman kazanmak niyetiyle:

−Ey Ömer! Vallâhi nefsin seni aldatmış! Sen O’nu öldürdüğünde Abdi Menaf Oğulları’nın seni sağ bırakacağını mı sanıyorsun?! Sen önce kendi âilene baksan daha iyi edersin?” dedi.

Ömer hiddetlenerek:

−Sen kimi kastediyorsun!?” dedi.

Nuaym -radıyallâhu anh-:

−Kimi olacak, enişten Saîd bin Zeyd ile kardeşin Fâtıma’yı kastediyorum! Vallâhi ikisi de müslüman oldular!” cevâbını verdi.

Nuaym -radıyallâhu anh-, Ömer’in bu çirkin emelini öğrenince, onu kız kardeşi ve enişte­sinin evine yönlendirerek, durumu Allâh Rasûlü’ne bildirmek için zaman kazanmıştı.

Nuaym’dan bu sözlerini duyan Ömer’in öfkesi iyice kabardı ve çok sinirli bir vaziyette, doğruca kız kardeşinin evine yöneldi.

O esnâda, kız kardeşi ve eniştesinin yanlarında Habbâb -radıyallâhu anh- vardı ve Kur’ân-ı Kerîm tâlîmiyle meşgul idi. Ömer’in hışımla kendilerine doğru gelmekte olduğunu gördükleri an, Habbâb’ı evde bir odaya gizlediler. Fâtıma Hâtun da hemen Kur’ân-ı Kerîm sahîfesini sakladı.

Ömer eve girince:

−Neydi o işitmiş olduğum sözler?!” diye gürledi.

Eniştesi ve kızkardeşi:

−Sen yanlış duydun herhâlde, burada öyle bir şey yok!” dediler.

Ömer:

−Hayır! Vallâhi ikinizin de Muhammed’e tâbî olduğunu öğrendim!” dedi ve hışımla eniştesinin üzerine yürüdü. Onu hırpalamaya başladı. Araya giren kardeşi Fâtıma’yı da tokatladı. Bunun üzerine Fâtıma:

–Yâ Ömer! Ne yaparsan yap! İstersen bizi öldür! Biz müslümanlıktan aslâ vazgeçmeyiz!..” dedi.

Fâtıma -radıyallâhu anhâ-, îman cesâretiyle bu sözleri haykırırken mübârek yüzünden ince bir şerit hâlinde kanlar sızıyordu.

Kardeşinden böyle bir cevap beklemeyen Ömer şaşkınlaştı. Kız kardeşinin yüzündeki kanları görünce de içinde bir sızı duydu. Yaptığına pişman ola­rak:

–Şu okuduklarınızı bir getirin hele!” dedi.

Kız kardeşi:

−Biz senin sahîfeye bir şey yapmandan korkarız!” dedi.

Ömer:

−Korkma!” dedi ve onu okuduktan sonra geri vereceğine dâir ilâhları üzerine yemin etti.

Bunun üzerine, Fâtıma Hâtun, onun müslüman olacağını ümîd ederek:

−Ey kardeşim! Sen puta taptığın müddetçe temiz değilsin! Hâlbuki Kur’ân yazılı sahîfeye pâk olmayan dokunamaz!” dedi.

Ömer kalkıp gusledince, Fâtıma Hâtun ona sahîfeyi verdi. Sonra getirilen âyet-i kerîmeleri okumaya başladı:

طٰهٰ. مَاۤ اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ لِتَشْقٰى. اِلَّا تَذْكِرَةً لِمَنْ يَخْشٰى. تَنْز۪يلًا مِمَّنْ خَلَقَ الْاَرْضَ وَالسَّمٰوَاتِ الْعُلٰى. اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى. لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَمَا تَحْتَ الثَّرٰى. وَاِنْ تَجْهَرْ بِالْقَوْلِ فَاِنَّهُ يَعْلَمُ السِّرَّ وَاَخْفٰى. اَللّٰهُ لَاۤ اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى. وَهَلْ اَتٰيكَ حَد۪يثُ مُوسٰى. اِذْ رَاٰ نَارًا فَقَالَ لِاَهْلِهِ امْكُثُوۤا اِنّ۪يۤ اٰنَسْتُ نَارًا لَعَلّ۪يۤ اٰت۪يكُمْ مِنْهَا بِقَبَسٍ اَوْ اَجِدُ عَلَى النَّارِ هُدًى. فَلَمَّاۤ اَتٰيهَا نُودِيَ يَا مُوسٰى. اِنّ۪يۤ اَنَاۨ رَبُّكَ فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ اِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًى. وَاَنَا اخْتَرْتُكَ فَاسْتَمِعْ لِمَا يُوحٰى. اِنَّن۪يۤ اَنَاۨ اللّٰهُ لَاۤ اِلٰهَ اِلَّاۤ اَنَاۨ فَاعْبُدْن۪ي وَاَقِمِ الصَّلٰوةَ لِذِكْر۪ي. اِنَّ السَّاعَةَ اٰتِيَةٌ اَكَادُ اُخْف۪يهَا لِتُجْزٰى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا تَسْعٰى. فَلَا يَصُدَّنَّكَ عَنْهَا مَنْ لَا يُؤْمِنُ بِهَا وَاتَّبَعَ هَوٰيهُ فَتَرْدٰى

“Tâ-hâ. (Ey Muhammed!) Kur’ân’ı Sana sıkıntıya düşesin diye indirmedik. Ancak Allâh’tan korkan kimse için bir öğüt olarak (indirdik.)

(Kur’ân) yeryüzünü ve yüce gökleri yaratan Allâh tarafından peyderpey indirilmiştir. O Rahmân (kudret ve hâkimiyetiyle) Arş’a istivâ etti. Bütün göklerde olanlar, bütün yerdekiler, bu ikisinin arasında ve toprağın altında bulunanlar hep O’nundur.

Sen sözü izhâr etsen (de etmesen de müsâvîdir.) Şüphesiz O, gizliyi de, daha gizlice olanı da bilir.

Allâh O’dur ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler O’nundur.

(Habîbim!) Mûsâ’nın kıssası Sana geldi mi? Hani O, bir ateş görmüştü de, âilesine: «Yerinizde durun, benim gözüme bir ateş ilişti, belki size bir kor getiririm, yahut ateşin yanında bir yol gösterici bulurum.» demişti. Oraya vardığında kendisine (tarafımızdan): «Ey Mûsâ!» diye nidâ edildi: «Ben, şüphesiz senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar, çünkü sen mukaddes bir vâdi olan Tuvâ’dasın. Ben seni seçtim, şimdi (sana) vahyolunacak şeyleri dinle.»

Şüphesiz Ben Allâh’ım, Ben’den başka hiçbir ilâh yoktur. Onun için Bana kulluk et ve Ben’i zikretmek için namaz kıl. Çünkü kıyâmet muhakkak gelecektir. Onun vaktini gizli tutuyorum ki, herkes yaptığının karşılığını görsün. Sakın kıyâmete inanmayıp kendi hevâ ve hevesine uyan kimse seni, ona îmân etmekten alıkoymasın; sonra helâk olursun.” (Tâ-hâ, 1-16)

Bu âyetleri okuyan Ömer, âdeta donakaldı:

−Bu sözler ne kadar güzel! Ne kadar değerli!” demekten kendini alamadı.

Kur’ân’ın fesâhat ve belâgati kendisini son derece cezbetmişti. Bu sözler, bir beşerin aslâ söyleyemeyeceği hakîkat ve hikmetlerle doluydu. Bir an derin derin düşüncelere daldı.

Hazret-i Ömer’in sözlerini işiten Habbâb -radıyallâhu anh-, saklandığı yerden çıkıp:

“−Ey Ömer! Vallâhi Rasûlullâh’ın duâsı sana nasîb olacak. Allâh Rasûlü dün:

«Yâ Rabbi! İslâm’ı Ebu’l-Hakem bin Hişam veya Ömer bin Hattâb ile te’yîd eyle!» diyerek duâ etmişti. Ey Ömer! Artık Allâh’tan kork!” dedi.

Hazret-i Ömer, Habbâb’a:

−Ey Habbâb! Sen beni Muhammed’in bulunduğu yere götür de müslüman olayım!” dedi.

Hemen yola çıktılar. Bu seferki adımlar, îman aşk ve heyecânı içerisinde Rasûlullâh’ın hakîkatini idrâk edebilmenin muhabbet ve iştiyâkı ile doluydu.

Hazret-i Ömer, Erkam’ın evine vardığında kendisini Hazret-i Hamza karşıladı. Belinde kılıcı, hazır vaziyetteydi. Zîrâ Nuaym -radıyallâhu anh-, onlara daha önceki haberi vermiş bulunuyordu. Sonraki gelişmelerden ise kimse haberdar değildi.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de kalkıp Ömer’e doğru yürüdü. Onu avluda karşıladı ve niçin geldiğini sordu. Hazret-i Ömer, merâmını şu mes’ûd cümle ile dile getirdi:

–Müslüman olmaya geldim, yâ Rasûlallâh!

Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’ın nelere kâdir olduğunu ifâde ve şükür sadedinde;

اَللهُ أَكْبَرُ

diyerek tekbîr getirdi. Bunu duyan bütün ashâb yüksek sesle tekbîr getirmeye başladı. Böylece Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir duâsı daha müstecâb ol­muştu.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- konuşmaya başladığında kalbi mutmain bir şe­kilde ilk söylediği söz kelime-i şehâdet oldu:

أَشْهَدُ أَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهَ وَ أَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ

Peygamber Efendimiz’in duâsı, Ömer bin Hattâb’a nasîb olmuştu. Ebu’l-Hakem bin Hişam, yâni meşhur adıyla Ebû Cehil ise, düştüğü bedbahtlık çukurunda helâk olup gidecekti. (İbn-i Hişâm, I, 365-368.)

Hazret-i Ömer’in Allâh Rasûlü’nün huzûrunda kelime-i şehâdet getirerek müslüman olmasının ardından, onun teklifiyle bütün müslümanlar toplu olarak Erkam’ın evinden çıktılar. Tekbîrler getirerek Kâbe’ye doğru yürümeye başladılar.

Bu durum müşrikleri kahretti. O zaman Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Ömer’e, hak ile bâtılı ayırdığı için “Fârûk” sıfatını verdi. (Diyarbekrî, I, 296.)

Hazret-i Ömer, o günleri daha sonra şöyle anlatır:

Müslüman olup da ezâ ve cefâ çekmeyen, mücâdele etmeyen kimse yoktu. Ancak bana kimse dokunamıyordu. Kendi kendime dedim ki:

«Müslümanlar çeşitli musîbetlere uğrarken, ben selâmette kalmak istemem!»

İslâm’a girdiğim gece düşündüm, Mekke müşriklerinden, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı düşmanlıkta en aşırı giden kim ise, gidip ona müslüman olduğumu söylemeye karar verdim. Sabah olduğunda Ebû Cehil’in kapısını çaldım. Kapıya çıktı:

«−Hoş geldin ey Ömer! Ne haber getirdin?» dedi.

Ben:

«−Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân edip O’nun getirdiği bütün şeyleri tasdîk ettiğimi sana haber vermeye geldim!» deyince, lânet ederek kapıyı yüzüme çarparcasına kapattı.” (İbn-i Hişâm, I, 371)

Daha sonra Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Kureyş’in azılı müşriklerinden dayısı Velîd bin Muğîre’ye ve hakîkat düşmanı iki müşriğe daha giderek bu güzel haberi vermiş, fakat onlardan hiçbiri kendisine bir şey yapmaya cesâret edemeyerek, kapıyı yüzüne çarpmış, me’yûs bir şekilde evlerine çekilmişlerdi.

Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle der:

Hazret-i Ömer’in müslüman olması bir fetih, hicreti bir yardım, halîfeliği de bir rahmet idi! Ömer -radıyallâhu anh- müslüman oluncaya kadar Kâbe’nin yanında açıktan namaz kılamadık. O müslüman olunca Kureyş müşrikleriyle mücâdele etti, onlar da bizi serbest bıraktılar. Böylece orada namaz kılabildik.” (Heysemî, IX, 62-63)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Hicret’e kadar Mekke’de İslâm uğrunda var gücüyle mücâdele etti ve mü’minlerle birlikte pek çok çileye katlandı.

 KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul