Hazreti Peygamber'e Uymanın Farklı Dereceleri
Allah dostu büyük sufiler tasavvufi hayatın merkezine Peygamber Efendimize tam tabi olmayı, sadece görüntüde değil tüm varlığımız ile onun insanlık için rahmet olan sünnetine uymayı yerleştirmişlerdir.
Bugün İslam âleminin içinde bulunduğu felaketin en büyük sebebi İslam’a uyduklarını iddia eden insanların bunu Peygamberlerinin yaptığı şekilde değil de kendi nefislerine göre yapmalarıdır. Öyle ki nice insanlar cihat yapıyoruz diye katillik ve terörizme, niceleri hayır işliyoruz diye riyaya düşmektedirler. Peki niçin? Çünkü Hz. Peygambere gereği gibi her boyutta uymuyoruz. Bu başlı başına bir mesele iken bir de günümüzde Hz. Peygamberi tamamen dini hayatın dışına çıkarmaya çalışan ve sünneti inkâr eden zevatın ortaya çıkması ümmet için ciddi bir kriz, hatta tehlike arz etmektedir. Nefislerinin esiri olmuş bu tür insanları şimdilik bir tarafa bırakalım da İmam Rabbani’nin Peygamber Efendimize tabi olma konusundaki görüşlerini ele alalım.
PEYGAMBER EFENDİMİZE TABİ OLMANIN DERECELERİ
İmam Rabbani’ye göre Hz. Peygamber’e (s.a.v.) tam uymak ancak manen kemalata ermekle mümkündür. Nefis terbiye edilip kontrol altına alınmadan, kalp dünya kirlerinden arındırılmadan tam manasıyla sünnete uymak mümkün olmaz. Başka bir deyişle Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) uymak sadece hadis okumak ve fıkıh bilmek ile mümkün değildir, ittibada başarı ancak nefislerini tezkiye eden güçlü irade sahibi kimselere nasip olur. İmam şöyle der:
“Bilesin ki, her türlü dinî ve dünyevî saadetin sermayesi olan Peygamber (s.a.v.)’e tâbi olmanın farklı derece ve mertebeleri vardır. Birinci derece; Müslümanların avamının muhatap olduğu derecedir. Bu, kalp ile tasdik ettikten sonra şerîatin ahkâmını yerine getirmek, sünnet-i seniyyeye tâbi olmaktır. Bu, velâyet derecesinin bağlı olduğu nefsin itmi’nana ermesinden önceki derecedir.” (Mek. II. 54)
İLAHİ EMİRLERE UYMA
Bu derecenin özelliği nefsinin kulluk hususunda ayak diremesine rağmen Müslümanın ibadetlerini ve ilahi emirleri zorlanarak da olsa yapabilmesidir. Zannedildiği gibi bu tür bir dini hayat sadece cahillerin ve avamın değil bilakis dini konularda bilgi sahibi olan kimselerin de hali olabilir. İmam bu sınıfı şöyle açıklar:
Zâhir ulemâsı, âbidler ve nefisleri mutmainne mertebesine ulaşmamış herkes bu tâbilikte ortaktır, hepsinin kıdemleri eşittir. Nefis küfrü ve inkârı sebebiyle bu makamdan kurtulmadığı sürece, doğal olarak onların derecesi bağlılığın (hakîkatinde değil sadece) suretinde kalacaktır. (Mek. II. 54)
Peki bu tür bir anlayış insanın ahirette kurtuluşuna yeterli midir. İmam’a göre bunun cevabı olumludur. Yüce Rabbimiz kulların cehalet ve tembelliklerini görmezden gelmiştir. Allah Sübhânehû sonsuz ihsân sahibi olduğundan nefsin inkârcılığını dikkate almayıp din konusunda kalbin tasdikini kâfi görmüş ve kurtuluşu bu tasdike bağlamıştır.
İmam’a göre Hz.Peygamber (s.a.v.)’e uymanın ikinci mertebesi insanın kalbini tezkiye ederek sadece zahiri konularda değil hz. Peygambere batınen ve ahlaken de uyma gayreti içine girmesi ile olur:
AHLAKI GÜZELLEŞTİRME
İkinci derece mütabaat; ahlakı güzelleştirme, kötü sıfatları kaldırma, bâtınî hastalıkları ve mânevî illetleri giderme gibi, Allah Rasûlü’nün batın âlemine yönelik olan sözlerine ve işlerine tâbi olmaktır. Bu işler ise tarîkat mertebesinin sahasına girer. Tarîkatta mütabeat, bir mürşide tâbi olmak, seyr ilallah vadi ve engebelerinde seyr u sülûk yapmak şeklinde gerçekleşir.
İmam’a göre bu mertebenin ötesinde velilik mertebesi vardır. Bu mertebeye eren salik Peygamber Efendimizin tüm hallerini nasibince elde etmek için uğraşır. Şimdiye kadar şeklî olan ibadetleri artık gerçek hale dönüşür, salik gönül huzuru ile Rabbinin emirlerine uyar. İmam bu seviyedeki tabiiyyeti şöyle açıklar:
HZ. PEYGAMBER'E TABİ OLMA
Üçüncü derece mütabaat; Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hal, zevk ve vecdlerine tâbi olmaktır ki bu velâyet-i hassa makamı ile alakalıdır. Eğer velîlik mertebesi sonuna kadar kat edilirse nefis mutmainne mertebesine erer, inat ve tuğyandan el etek çeker, inkârdan ikrara, küfürden de İslâm’a döner. Bundan sonra her çalışıp çabaladığı gerçek mütabeat olur. Namaz kılarsa tâbi olmanın hakîkatini yerine getirmiş olur. Bu hüküm sâlikin oruç ve zekâtı için de böyledir.
Şerîatin tüm ahkâmına sûretâ değil hakîki olarak tâbi olur.
İmam ayrıca sülukun başında olan salik ile sülukunu bitiren müntehi arasındaki ittiba farkının nasıl olduğunu şu sözleri ile açıklığa kavuşturur:
Müptedî sâlikin ilâhî ahkâmı reddeden nefs-i emmâresi var olduğu için, onun şerîatin hükümlerini yerine getirmesi sûretâ (şeklen) olmaktadır. Müntehî’nin (seyr u sülûkunu tamamlayanın)ise nefsi itminana erdiğinden, şerîatin hükümlerine rızâ ve istekle sarılır; onun şerîatin hükümlerini yerine getirmesi hakîkati yönüyle olur. Mesela münafık da Müslüman da namaz kılarlar. Ama münafık iç âleminde namazı inkâr ettiği için onun namaz kılışı sûretadır. Müslüman ise iç âleminde namazı kabullendiği için hakîki namaz ile bezenmiştir. Binâenaleyh ibâdetlerin sûret ve hakîkatine sahip olmak iç âlemin inkârı veya kabulüne göredir. (Mek. II. 54)
İŞ ÖNCE TESLİMİYETLE BAŞLAR!
Görüldüğü üzere peygambere uymak ve dini yaşamak tek boyutlu değildir. İş önce zahiren teslimiyet ile başlar, zorlukla yapılan ibadetler zamanla zevk haline gelir. Ahlak güzelleşir, davranışlar nazikleşir, bu yaşayış ve inanış farkını Yüce Rabbimiz, Hucurat suresinde açıkça beyan eder. İslama yeni giren Bedevi Arapların, Peygamber Efendimizi minnet altında bırakacak şekilde “biz iman ettik” iddialarını Kur’an şöyle tashih eder; “Bedevîler “İman ettik” dediler. De ki: “İman etmediniz. (Öyle ise, “iman ettik” demeyin.) “Fakat islam olduk (boyun eğdik)” deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi.” (Hucurat, 14) imanın içselleştirilmesi, ihsan boyutuna gelmesi ayette belirtildiği üzere hemen gerçekleşmemekte, her bir makam kendince özel gayretler gerektirmektedir.
İmam Rabbaniye göre Hz. Peygambere (s.a.v.) uymanın dördüncü derecesi dinde derin bilgi sahibi olan alimlerin mertebesidir. Zira takva ehli alimler ilim nurlarını direkt olarak Peygamberimizin mişkatından, onun hadislerinden alırlar. Kendisi de büyük bir alim ve müctehid olan İmam Rabbani tüm mektuplarında ilmin ve alimlerin değerini ortaya koymuş, onların şeriata olan bağlılıklarını her tür takdirin üzerinde tutmuştur:
ÂLİMLERİN DERECESİ
Dördüncü derece; ittibânın hakîkatine vasıl olmak olup, bu derece dinde râsih âlimlere mahsustur (Allah onların gayretlerini bereketlendirsin). Bu zâtlar nefsin mutmain olmasından sonra mütabaat bahtiyarlığı hakîkatine erenlerdir. Evet, kalbin temkininden sonra velîler için bir nevi nefsin mutmainliği hâsıl olsa da, nefsin kâmil anlamda mutmainlik elde etmesi, nübüvvet kemâlâtını elde ettikten sonra olur. Peygambere varis olmaları cihetiyle âlimlerin bu yönden nasipleri vardır. (Mek. II. 54)
İmam’a göre Hz. Peygamber (s.a.v.)’e tabi olmanın beşinci mertebesi onun bütün kemâlâtına talip olmaktır. Ne var ki tabiiyyetin beşinci derecesini elde etme hususunda ilim ve amelin hiçbir tesiri olmayıp bu makamın elde edilmesi mahza Hak Sübhânehû’nun fazlına ve ihsanına bağlıdır. Hakeza hz. Peygambere uymanın geri kalan altıncı ve yedinci mertebesi de böyledir. Salik ilk dört mertebeyi nefis mücahedesi ile yerine getirse bundan sonra Rabbinin lütfundan diğer mertebeleri isteyebilir. Ne var ki insanın kolayca yapabileceği kendi elinde olan işleri yapmadan yüksek mertebeleri elde etmeye çalışması, tarlayı ekmeden hasat ummak kadar nafiledir.
Netice olarak tasavvufun gayesi müslümanların Peygamber efendimize zahiren ve batınen tüm yönleri ile tabi olmalarını sağlamaktır. Bazılarının zannettiği gibi tasavvuf saliki kimsenin bilmediği keşif keramet veya sırlara değil, Hz. Peygamberin apaçık bilinen ama nefislerin hoşuna gitmeyen sünnetine davet eder. İmam Rabbani tasavvufun bu yönünü anlamayarak manevi hayattan uzak duran ulemayı da şöyle eleştirir:
Kâmil tâbi bu yedi mütabaat derecesi ile bezenmiş olan kimsedir. Bu kemâlâtın bazısına tâbi olup diğerlerinde olamayanlar da durumlarına göre farklı derecelerde bulunurlar. Zâhir uleması sadece birinc derece ile sürûr bulurlar. Keşke onu da tamamlayabilselerdi. Onlara göre mütabaat şerîatin sûretine bağlılıktan ibarettir. Bunun dışındakileri başka bir şey olarak görüp, mütabaat derecelerini elde etme aracı olan tasavvuf yolunu da uydurma bir şey zannederler. Birçokları da Hidâye ve Pezdevî (meşhur iki fıkıh kitabı) dışında bir şeyh tanımazlar.
Kaynak: Prof. Dr. Süleyman Derin, Altınoluk Dergisi, 362. Sayı, Nisan 2016