Helâl Haram Hassâsiyeti

Müslüman hayatının her alanında gözettiği en temel ilke helal ve haram çizgisidir. İslam bu konuda nasıl hüküm koyduysa müslüman için geçerli olan odur. Peki bizler ne kadar dikkat ediyoruz?

Ömer bin Abdülazîz -rahmetullâhi aleyh- der ki:

“Haramlar bir ateştir. Ona ancak (kalbi) ölüler uzanır. Eğer el uzatanlar diri olsalardı, o ateşin acısını duyarlardı.”

İnsanoğlunun sahip olduğu bütün nîmetler, Cenâb-ı Hakk’ın ona olan bir lûtfudur. Bunlar, günün birinde hesâbı verilecek olan emânetlerdir. Zira insanoğlu “boşuna yaratılmamıştır.” Bir gün “Allâh’ın huzûruna döndürülüp hesap verecektir.”[1]

Dolayısıyla, sahip olduğumuz maddî ve mânevî nîmetleri kullanırken, tamâmen serbest bırakılmış değiliz. Bunları Allâh’ın rızâsına muvâfık bir şekilde kullanmak mecbûriyetindeyiz. Yüce Rabbimiz, bu mes’ûliyetimizi şöyle hatırlatır:

“Nihâyet o gün (dünyada faydalandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)

Yani Cenâb-ı Hak, lûtfettiği nîmetleri kazanırken olduğu gibi onları kullanırken de riâyet edilmesi gereken birtakım kâideler koymuştur. Bunları da, “helâller ve haramlar” olmak üzere beyan buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin, fakat şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır.” (el-Bakara, 168)

 PEYGAMBERİMİZE (S.A.V) İKRAM EDİLEN SOFRA

Ensâr’dan bir zât şöyle anlatır:

“…Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir cenâze defnetmiş dönerken, bir kadının hizmetçisi gelip evlerine davet etti. Efendimiz de ashâbıyla birlikte icâbet etti. Yemek getirildi, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elini yemeğe uzattı, sofradakiler de yemeye başladılar.

Bir de baktılar ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- lokmayı ağzında do­landırıyor, yutmuyordu. Daha sonra:

«−Bu, sahibinin izni olmadan alınmış bir koyun etidir.» buyurdu.

Bunun üzerine kadına haber gönderildi. Kadın gelip hâdiseyi şöyle îzah etti:

«−Yâ Rasûlâllah! Bir koyun satın al­mak üzere Bakîʻa[2] adam gönderdim, fakat bulamadım. Komşum bir koyun satın almıştı, ona haber gönderip koyunu ücreti karşılığında bana vermesini istedim. Fakat komşumu evinde bulamadık. Bunun üzerine, onun hanımına haber gönderdim, o da koyunu bana verdi.»

Hâdiseyi dinleyen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«−Onu esirlere yedir buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Büyûʻ, 3/3332; Ahmed, V, 293)

HARAMIN AZÂBI HELÂLİN HESABI VAR

Haramın azâbı, helâlin de hesâbı vardır. Helâl yoldan kazanılmayan mallar kadar, Allâh’ın râzı olduğu şekilde kullanılmayan helâl nîmetler de, âhirette sahibi için ağır bir vebâl olacaktır.

Helâl ve harama karşı dikkatli olmak, insan hayatının akışına tesir eden en mühim sebeplerden biridir. Zira he­lâl he­lâ­le ve­sî­le olur­ken, ha­ram da diğer bir ha­ra­ma yol açar.

Ebû Be­kir Ver­rak Haz­ret­le­ri bir soh­be­tin­de:

“–Sa­bah­la­rı kal­kın­ca in­san­la­ra ba­ka­rım; ki­min helâl, ki­min ha­ram ye­di­ği­ni an­la­rım!” bu­yurmuştu. Talebeleri merakla sor­du­lar:

“–Bu­nu na­sıl an­lı­yor­sunuz?”

Şöy­le îzah et­ti:

“–Her kim sa­bah­le­yin kal­kar kalk­maz di­li­ni boş lâf, gıy­bet ve sö­vüp say­mak­la meş­gul eder­se, bi­li­rim ki bu hâl, ye­di­ği ha­ram gı­dâ­dan kay­nak­lan­mak­ta­dır. Her kim de sa­bah­le­yin kalk­tı­ğın­da di­li­ni Allah Teâlâ’nın zik­ri, ke­li­me-i tev­hîd ve is­tiğ­far­la meş­gul eder­se, onun al­dı­ğı gı­dâ da he­lâl yol­dan­dır... Çün­kü he­lâl de haram da, sa­hip ol­duk­la­rı husûsiyetle­re gö­re in­san­la­rın fi­il­le­ri­ne akseder...”

Alınan gıdânın maddî tesirinin yanında bir de mânevî tesiri vardır. Lokmanın helâl, haram veya şüpheli yollardan gelmiş olması, rûhumuzu tesiri altına alır.

Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

“Lokmalar, tohum gibidir. Meyvesi fikir, düşünce ve niyetlerdir. Sende ibadet ve tâatlere arzu, iştiyak ve iştihâ uyandırıp feyz veren lokmalar helâldir. İbâdet ve tâatlere karşı tembellik uyandıran ve kalbe kasvet veren lokmalar ise haramdır. Sen, hayâtında helâl lokmaları çoğalt! Şüpheli ve haram lokmalardan da kaçın ki, ibadet ve tâatin lezzetini tadarak huşû hâline erebilesin!”

Helâl-haram konusunda gösterilecek hassâsiyet ibadetlerin kabul edilip edilmemesini de belirleyen bir keyfiyettir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- haram parayla hacca gidene semâdan bir münâdînin şöyle seslendiğini haber vermiştir:

“Sana ne lebbeyk ne de sa‘deyk. Çünkü senin kazancın haram, azığın haram, bineğin haramdır. Hiçbir sevap almadan günahkâr olarak dön! Hoşlanmayacağın şeyle karşılaşacağından dolayı üzül!” (Heysemî, III, 209-210)

ALLAH (CC) GÖRÜYOR!

Bir gece vaktiydi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- âdeti olduğu üzere Medîne sokaklarını gezmekteydi ki, ansızın durakladı. Önünden geçmekte olduğu evin hanımı:

“–Kızım, yarın satacağımız süte biraz su karıştır!” diyordu. Kızı ise:

“–Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” dedi. Ana, kızının sözlerine sert çıkarak:

“–Kızım, gecenin bu saatinde halîfe süte su kattığımızı nereden görecek?!.” dedi.

Ancak gönlü Allah sevgisi ve korkusu ile dipdiri olan kız, anasının süte su katma hîlesini yine kabullenmedi:

“–Anacığım! Diyelim ki halîfe görmüyor, peki Allah da mı görmüyor? Bu hîleyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen Kâinâtın Hâlıkı Allah’tan gizlemek mümkün mü?..” dedi.

Rabbânî hakîkatlerle dolu diri bir kalbe sahip olan bu kızın, derûnî bir Allah korkusu içinde annesine verdiği cevap, Hazret-i Ömer’i son derece duygulandırdı. Mü’minlerin Emîri, onu sıradan bir sütçü kadının kızı değil, gönlündeki takvâsı ile müstesnâ bir nasip bildi ve oğluna gelin olarak aldı. Râşid halîfelerden sayılan meşhur Ömer bin Abdülazîz, işte bu sâliha hanımın torunudur. (Bkz. İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 203-204)

[1] Bkz. el-Mü’minûn, 115.

[2] Bâzı nüshalarda Nakiʻ şeklindedir. Nakiʻ, Medîne yakınlarında koyun satılan bir yerin adıdır. Hattâbî, doğrusunun bu olduğunu söyler. Mişkât’ta da böyledir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hakk'a Adanmış Gençlik , Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.