Hendek Savaşı Tarihi

Nübüvveti

Hendek Gazvesi, müşriklerin müslümanlara karşı açtıkları en korkunç ve zorlu bir savaştır. Bu gazve, müslümanları ve Medîne İslâm Devleti’ni târihten silmek için yapılmıştır.

Sürgün edilen Benî Nadîr yahûdîlerinin birtakım ileri gelenleri, Hayber’e sığınmışlardı. Müslümanlara karşı intikam ateşiyle yanıp tutuşuyorlardı. Kureyşlilere işbirliği teklif ettiler. Hattâ onların puta tapıcılığının müslümanlıktan daha üstün olduğunu söyleyip putlara taptılar. Bunun üzerine Allâh Teâlâ şöyle buyurdu:

“Kendilerine kitâptan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve tâğûta îmân ediyorlar, sonra da kâfirler için; «Bunlar, Allâh’a îmân edenlerden daha doğru yoldadır.» diyorlar. Bunlar, Allâh’ın lânetlediği kimselerdir. Allâh’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.” (en-Nisâ, 51-52)

Müşrikler, zâten böyle bir fırsat beklediklerinden, hemen harekete geçtiler. Müslümanların, Uhud Harbi’nde ciddî bir zafer elde edememelerinin, diğer Arap kabîlelerini cesâretlendirmesinden de istifâde ederek birçok müttefik bulan Kureyşliler, on binin üzerinde büyük bir ordu kurmaya muvaffak oldular.

Olanları haber alan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbıyla istişâre etti. Onlara, Allâh’ın emirlerine isyân etmedikleri, Allâh yolunda meşakkatlere katlandıkları takdirde, ilâhî yardıma nâil olacaklarını va’detti. Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat etmelerini emretti.

Allâh Teâlâ, Peygamber Efendimiz’e hendek kazılmasını ilhâm etti. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına, Medîne’den çıkarak savaşmayı mı, yâhut müdâfaa için şehrin etrâfına hendekler kazılmasını mı istediklerini sordu. Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallâh! Biz de Fars diyârında düşman süvârîlerinin baskınlarından korktuğumuz zaman etrâfımızı hendekle çevirirdik.” dedi.

Selmân -radıyallâhu anh-’ın, Peygamber Efendimiz’in tavsiyesini destekleyen bu sözü, müslümanların hoşuna gitti.

Ashâb-ı kirâm, aynı zamanda Allâh Rasûlü’nün Uhud Gazvesi’nde şehrin dışarı çıkmayıp Medîne’de müdâfaada kalmayı arzuladığını hatırlamışlardı. Böylece Medîne’nin etrâfına hendek kazılmasına karar verildi.

Medîne, yalnız bir tarafından açık ve tehlikede idi. Diğer tarafları ise birbirine girmiş binâlarla âdeta bir kale gibi çevrili idi. Ayrıca sık hurma ağaçları ile de geçit vermez bir hâlde idi. Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-, hendeğin, düşmana açık olan tarafta kazılmasına karar verdi. Şeyhayn Hisarları’ndan Mezad mevkiine kadar uzanan bir çizgi çizip her on kişiye; “Şuradan şuraya kadar.” diye göstererek hendek kazmak üzere belirli bir yer ayırdı.

Hendek kazma işinde Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bizzat çalıştılar. Hattâ yiyecek sıkıntısı zuhûr ettiğinden, mübârek karınlarına taş bağlamak mecbûriyetinde kaldılar. Ancak Peygamberler Sultânı Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bu durumda bile Rabbine şükürden geri kalmıyordu.

Berâ bin Âzib -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Rasûlullâh’ı Ahzâb günü bizimle toprak taşırken gördüm. O sırada Abdullâh bin Revâha’nın şu şiirini terennüm ediyordu:

«Allâh’ım, Sen bize hidâyet etmemiş olsaydın, ne sadaka verebilir ne de namaz kılabilirdik! Yâ Rab! Düşmanla karşılaştığımızda üzerimize sekînet indir! Ayaklarımızı kaydırma! Onlar bize saldırdılar. Bizi fitne-fesâda düşürmek istediklerinde biz kaçmaz, dayatırız!»

Şiirin sonundaki «ebeynâ: kaçmaz, dayatırız» kısmını okurken de sesini yükseltiyordu.” (Buhârî, Meğâzî, 29)

Ashâb-ı kirâm o kadar sıkıntıya düşmüşlerdi ki, karınlarını dahî doyuramıyorlardı. Enes -radıyallâhu anh- bu hâli şöyle ifâde eder:

“Sahâbîlerin yemesi için bir avuç arpa getirilir; bu, tadı ve kokusu değişmiş bir yağ ile pişirilir ve önlerine konurdu. Herkes aç olduğu hâlde bu yağın sertliğini ve bozuk tadını ağızlarında hissederlerdi. Yemeğin ağır ve hoşa gitmeyen bir kokusu olurdu.” (Buhârî, Meğâzî, 29)

Küçük-büyük bütün müslümanlar hendek kazma işinde çalışıyordu. On beş yaşlarında bir çocuk olan Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh- bir ara uyuyakalmıştı. Müslümanlar onu hendeğin kenarında uyur bir hâlde bırakarak gitmişlerdi. Yanına varan Umâre bin Hazm -radıyallâhu anh- şaka olsun diye onun silâhlarını alıp sakladı. Zeyd uyanıp silâhlarını bulamayınca telâşlandı ve korktu. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu işitince Zeyd’i yanına çağırttı ve ona:

“–Ey uykucu! Sen uykuya daldın, silâhların da kaybolup gitti!” buyurduktan sonra:

“–Bu çocuğun silâhlarının nerede olduğunu bilen var mı?” diye sordu.

Umâre -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallâh, ben biliyorum, silâhlar bende.” dedi.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Silâhlarını ona teslîm et!” buyurdu ve şaka olarak da olsa müslümanları korkutmayı veya onların herhangi bir şeyini alıp saklamayı yasakladı. (Vâkıdî, II, 448)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa 1, Erkam Yayınları