Hendek Savaşı

Nübüvveti

Hendek savaşının nedenleri ve sonuçları nelerdir? Hendek savaşında verilen üç müjde nedir? Hendek savaşı ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir? Hendek savaşı kısaca...

İslam tarihinde Müslümanların son savunma savaşı: “Hendek Savaşı” tarihi…

HENDEK SAVAŞI KISACA

Hendek Savaşı, 31 Mart 627’de (Hicri, 5) Medine’nin Müşrikler ve Beni Kureyza Yahudileri tarafından sonraki 27 gün boyunca kuşatılmasıdır. Mekkeli pagan Araplar ve Yahudi Beni Kureyza kabilesi ile Müslümanlar arasındaki üçüncü ve son savaştır.

Düşman saldırısını kolayca önlemek maksadıyla, Peygamber Efendimiz’in Medine etrafında hendekler kazdırması sebebiyle, Hendek Savaşı adını alan bu muharebenin bir diğer adı da “Ahzab”dır.

Çarpışmalar çok şiddetli oldu. Karşılıklı ok ve taş atışları ile taraflar birbirlerini yıldırmak ve püskürtmek istedi. Çarpışma öylesine şiddetle devam etti ki bir gün Resul-i Ekrem Efendimiz, o günün öğle, ikindi ve akşam namazlarını bile vaktinde kılma imkân ve fırsatını bulamadı.

Peygamber Efendimiz, Müşriklerin ittifakını bozmak için casuslar görevlendirdi. Müslümanlar tarafında açlık, yorgunluk emareleri başlayınca Peygamber Efendimiz Allah’a dua etti. O günün gecesinde şiddetli bir rüzgar başladı ve dondurucu soğuk oldu. Müşriklerin kalbine korku düştü, ardından geri çekildiler.

Bir ay kadar süren çetin bir çarpışma ve muhasara, Allah’ın yardımıyla sona erdi. Hendek Savaşı Müslümanların son savunma savaşıdır. Hendek Gazvesi, müşriklerin Müslümanlara karşı açtıkları en korkunç ve zorlu bir savaştır.

HENDEK SAVAŞININ NEDENLERİ

Hendek Gazvesi, müşriklerin Müslümanlara karşı açtıkları en korkunç ve zorlu bir savaştır. Bu gazve, Müslümanları ve Medîne İslâm Devleti’ni târihten silmek için yapıl­mıştır.

Sürgün edilen Benî Nadîr Yahûdîlerinin birtakım ileri gelenleri, Hayber’e sığınmışlardı. Müslümanlara karşı intikam ateşiyle yanıp tutuşuyorlardı. Kureyşlilere işbirliği teklif etti­ler. Hattâ onların puta tapıcılığının Müslümanlıktan daha üstün olduğunu söyleyip putlara taptılar. Bunun üzerine Allâh Teâlâ şöyle buyurdu:

“Kendilerine kitâptan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve tâğûta îmân ediyor­lar, sonra da kâfirler için; «Bunlar, Allâh’a îmân edenlerden daha doğru yoldadır.» di­yorlar. Bunlar, Allâh’ın lânetlediği kimselerdir. Allâh’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.” (en-Nisâ, 51-52)[1]

Müşrikler, zâten böyle bir fırsat beklediklerinden, hemen harekete geçtiler. Müslümanların, Uhud Harbi’nde ciddî bir zafer elde edememelerinin, diğer Arap kabîlelerini cesâretlendirmesinden de istifâde ederek birçok müttefik bulan Kureyşliler, on binin üzerinde büyük bir ordu kurmaya muvaffak oldular.[2]

Olanları haber alan Resûlullâh, ashâbıyla istişâre etti. Onlara, Allâh’ın emirlerine isyân etmedikleri, Allâh yolunda meşakkatlere katlandıkları takdirde, ilâhî yardıma nâil olacaklarını va’detti. Allâh’a ve Resûlü’ne itaat etmelerini emretti.

Hendek Savaşı Taktiği

Allâh Teâlâ, Peygamber Efendimiz’e hendek kazılmasını ilhâm etti. Bunun üzerine Allâh Resûlü ashâbına, Medîne’den çıkarak savaşmayı mı, yâhut müdâfaa için şehrin etrâfına hendekler kazılmasını mı istediklerini sordu. Selmân-ı Fârisî:

“–Yâ Resûlallâh! Biz de Fars diyârında düşman süvârîlerinin baskınlarından korktuğumuz zaman etrâfımızı hendekle çevirirdik.” dedi.

Hazret-i Selmân’ın, Peygamber Efendimiz’in tavsiyesini destekleyen bu sözü, Müslümanların hoşuna gitti.[3]

Ashâb-ı kirâm, aynı zamanda Allâh Resûlü’nün Uhud Gazvesi’nde şehrin dışarı çıkmayıp Medîne’de müdâfaada kalmayı arzuladığını hatırlamışlardı. Böylece Medîne’nin etrâfına hendek kazılmasına karar verildi.

Medîne, yalnız bir tarafından açık ve tehlikede idi. Diğer tarafları ise birbirine girmiş binâlarla âdeta bir kale gibi çevrili idi. Ayrıca sık hurma ağaçları ile de geçit vermez bir hâlde idi. Resûlullâh, hendeğin, düşmana açık olan tarafta kazılmasına karar verdi. Şeyhayn Hisarları’ndan Mezad mevkiine kadar uzanan bir çizgi çizip her on kişiye; “Şuradan şuraya kadar.” diye göstererek hendek kazmak üzere belirli bir yer ayırdı.[4]

Hendek kazma işinde Allâh Resûlü de bizzat çalıştılar. Hattâ yiyecek sıkıntısı zuhûr ettiğinden, mübârek karınlarına taş bağlamak mecbûriyetinde kaldılar.[5] Ancak Peygamberler Sultânı Efendimiz, bu durumda bile Rabbine şükürden geri kalmıyordu. Berâ bin Âzib anlatıyor:

“Resûlullâh’ı Ahzâb günü[6] bizimle toprak taşırken gördüm. O sırada Abdullâh bin Revâha’nın şu şiirini terennüm ediyordu:

«Allâh’ım, Sen bize hidâyet etmemiş olsaydın, ne sadaka verebilir ne de namaz kılabilirdik! Yâ Rab! Düşmanla karşılaştığımızda üzerimize sekînet indir! Ayaklarımızı kaydırma! Onlar bize saldırdılar. Bizi fitne-fesâda düşürmek istediklerinde biz kaçmaz, dayatırız!»

Şiirin sonundaki «ebeynâ: kaçmaz, dayatırız» kısmını okurken de sesini yükseltiyordu.” (Buhârî, Meğâzî, 29)

Ashâb-ı kirâm o kadar sıkıntıya düşmüşlerdi ki, karınlarını dahî doyuramıyorlardı. Hazret-i Enes bu hâli şöyle ifâde eder:

“Sahâbîlerin yemesi için bir avuç arpa getirilir; bu, tadı ve kokusu değişmiş bir yağ ile pişirilir ve önlerine konurdu. Herkes aç olduğu hâlde bu yağın sertliğini ve bozuk tadını ağızlarında hissederlerdi. Yemeğin ağır ve hoşa gitmeyen bir kokusu olurdu.” (Buhârî, Meğâzî, 29)

Küçük-büyük bütün Müslümanlar hendek kazma işinde çalışıyordu. On beş yaşlarında bir çocuk olan Zeyd bin Sâbit bir ara uyuyakalmıştı. Müslümanlar onu hendeğin kenarında uyur bir hâlde bırakarak gitmişlerdi. Yanına varan Umâre bin Hazm şaka olsun diye onun silâhlarını alıp sakladı. Zeyd uyanıp silâhlarını bulamayınca telâşlandı ve korktu. Peygamber Efendimiz bunu işitince Zeyd’i yanına çağırttı ve ona:

“–Ey uykucu! Sen uykuya daldın, silâhların da kaybolup gitti!” buyurduktan sonra:

“–Bu çocuğun silâhlarının nerede olduğunu bilen var mı?” diye sordu. Umâre:

“–Yâ Resûlallâh, ben biliyorum, silâhlar bende.” dedi. Allâh Resûlü:

“–Silâhlarını ona teslîm et!” buyurdu ve şaka olarak da olsa Müslümanları korkutmayı veya onların herhangi bir şeyini alıp saklamayı yasakladı. (Vâkıdî, II, 448)

HENDEK SAVAŞINDA VERİLEN ÜÇ MÜJDE

Bu sırada ashâb-ı kirâm, Resûlullâh’a, çok büyük ve sert bir kayaya rastlayıp onu kıramadıklarını bildirdiler. Âlemlerin Efendisi, sivri balyozu ellerine alarak besmeleyle o kayaya üç defâ vurdu. Onu ince kum gibi dağıttı.[7] Ayrıca her vuruşta mü’minlere büyük müjdeler verdi. Birinci vuruşta Şam’ın (Bizans), ikincisinde Îran’ın, üçüncü vuruşta da Yemen’in anahtarlarının kendisine verildiğini, bu memleketlerin saraylarını bulunduğu yerden gördüğünü ifâde etti. Buraların i’lâ-yı ke­limetullâh ile şerefleneceğini müjdeleyerek, gelecek zaferle­rin heyecânıyla, mü’min gönüllere ümit aşıladı.[8] Hakkın, yakın bir gelecekte bâtılı mutlakâ imhâ edeceğini müjdeleyip, olmaz sanılan pek çok işin olur hâlinde teselsül edeceği cihanşümûl bir hidâyet haritası çizdi. Varlık Nûru Efendimiz, Kisrâ’nın Medâin’deki beyaz köşkünü târif edince, Selmân-ı Fârisî:

“–Doğru buyurdun! Sen’i hak dîn ve kitâb ile gönderen Allâh’a yemin ederim ki, o aynen târif ettiğin gibidir! Sen’in Resûlullâh olduğuna (bir daha) şehâdet ederim!” dedi. Allâh Resûlü:

“–Ey Selmân! Bu fetihleri Allâh benden sonra size nasîb edecektir! Şam muhakkak fetholunacaktır! Herakliyus ülkesinin en uzak yerine kadar kaçacaktır! Siz bütün Şam’a hâkim olacaksınız! Hiç kimse size karşı koyamayacaktır. Yemen muhakkak fetholunacaktır! Ondan sonra Kisrâ öldürülecektir!” buyurdu. Nitekim Selmân:

“–Ben bütün bunların vukû bulduğunu gördüm!” demiştir. (Vâkıdî, II, 450) Buralar birer birer fetholundukça Ebû Hüreyre de:

“–Bu fetihleriniz sizin için birer başlangıçtır! Ebû Hüreyre’nin varlığı kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, fethettiğiniz ve kıyâmete kadar fethedeceğiniz bütün şehirlerin anahtarlarını Allâh Teâlâ, Muhammed’e önceden vermiştir!” derdi. (İbn-i Hişâm, III, 235)

Allâh Resûlü’nün bu müjdeleri, Müslümanların çekilecek sıkıntıya daha kolay katlanmaları için çok büyük bir mânevî destek oldu. Netîcenin mü’minlerin lehine, İslâm düşmanlarının aleyhine olacağı hakîkatinin evvelden bildirilmesi, îmanlı gönüllerin sabır ve dayanıklılığını artırdı. Zîrâ Hendek; ıztırap, yorgunluk, açlık, soğuk ve karanlığa karşı verilen mücâdele sebebiyle de, tahammül ötesi bir meşakkat ve çile kumkumasıydı. Ayrıca Allâh Resûlü:

“Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır. Ensâr ve Muhâcirler’e nusret eyle!..” (Buhârî, Meğâzî, 29) niyâ­zıyla, dünyâdaki bütün ıztırap ve yorgunlukların, ebedî saâdet dolu bir hayat karşısındaki değersizli­ğini ifâde ederek, ashâbına âhireti hedef gösteriyordu.

HZ. CABİR’İN BEREKETLENEN YEMEĞİ

Hazret-i Câbir şöyle anlatır: Biz Hendek Savaşı gününde siper kazıyorduk. Önümüze son derece sert bir kaya çıktı. Sahâbîler, Nebî’ye gidip:

“–Kazmakta olduğumuz hendekte önümüze sert bir kaya çıktı.” dediler. Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Ben hendeğe ineceğim.” buyurdu, sonra ayağa kalktı, açlıktan karnına taş bağlamıştı. Biz üç gün müddetle yiyecek hiçbir şey tatmaksızın orada kalmıştık. Hazret-i Peygamber kazmayı eline aldı ve sert kayaya vurdu, o kaya un ufak olup kum yığınına döndü. Ben:

“–Yâ Resûlallâh! Eve gitmeme izin veriniz!” dedim. Eve varıp zevceme:

“–Allâh Resûlü’nü dayanılmayacak bir hâlde gördüm, yiyecek bir şey var mı?” diye sordum. Zevcem:

“–Biraz arpa ile bir de oğlak var.” dedi. Oğlağı kestim, arpayı da öğüttüm. Eti tencereye koyduk. Ekmek pişip tencere de taşlar üzerinde kaynamakta iken Resûlullâh’a gittim:

“–Ey Allâh’ın Resûlü! Birazcık yemeğim var, bir-iki kişiyle berâber bize buyrun.” dedim. Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Yemek ne kadar?” diye sordu. Ben de olanı söyledim. Bunun üzerine:

“–Hem çok hem de güzel. Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmesin, ekmeği de fırından çıkarmasın! buyurdu. Sonra ashâbına:

“–Ey Hendek ehli! Câbir bize ziyâfet hazırlamış, haydi buyrun!” diye yüksek sesle nidâ etti. Oradakiler hep birlikte kalktılar. Ben telâşla zevcemin yanına koşup:

“–Vay başımıza gelenler! Peygamberimiz, yanında Muhâcirler, Ensâr ve berâberlerindekilerle geliyor.” dedim. Hanımım ise:

“–Allâh Resûlü sana ne kadar yemeğimiz olduğunu sordu mu?” dedi. Ben:

“–Evet.” dedim. Bunun üzerine:

“–O hâlde telâşlanma, O senden daha iyi bilir.” dedi. Bir müddet sonra geldiklerinde, Resûl-i Ekrem Efendimiz sahâbîlerine:

“–Birbirinizi sıkıştırmadan giriniz!” buyurdu. Onar onar girdiler. Efendimiz ekmeği koparıyor, üzerine et koyuyor ve her defâsında tencereyi ve fırını kapatıyor, ondan aldığını ashâbına veriyordu. Sonra yine aynısını yapıyordu. Gelenler bin kişi idiler. Oradakilerden hepsi doyuncaya kadar, ekmeği koparıp üzerine et koymaya devâm etti. Netîcede bir miktar yiyecek de arttı. Allâh Resûlü, zevceme dönerek:

“–Bunu ye, komşularına da ikrâm et, çünkü açlık insanları perişan etti!” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 29; Müslim, Eşribe, 141; Vâkıdî, II, 452) Resûlullâh’ın açık bir mûcizesi olarak birkaç kişilik yemekle -Allâh’ın izniyle- bin kişi doymuş, hattâ ondan artan da komşulara ikrâm edilmiş oldu.

Allâh Resûlü, eline geçen bütün varlığı Allâh yolunda sarf ettiğinden, elinde fazla mal bulunmazdı. İhtiyâcı olduğunda da bunu ashâbından gizler, kimseye yük olmak istemezdi. Fakat ashâb-ı kirâm, Âlemlerin Efendisi’nin hâline çok dikkat ederler, herhangi bir ihtiyâcı olduğunu hissettiklerinde hemen onu temin etmeye çalışırlardı. Resûlullâh’ın açlıktan dolayı sesinin zayıf çıktığını hissettiklerinde, hemen evlerine giderek yiyecek ne varsa derhâl O’na götürüp ikrâm ederlerdi.[9] Resûl-i Ekrem Efendimiz’in rengini solgun gördüklerinde yiyecek bir şeyler bulmaya çalışırlar, bulamazlarsa deve sulama karşılığında bile olsa birkaç hurma kazanarak O’na getirirlerdi. Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz bir gün ashâbının yanına çıkmıştı. Ensâr’dan bir zâtla karşılaştı. O:

“–Yâ Resûlallâh! Anam babam Sana fedâ olsun, yüzünüzde gördüğüm şu hâl beni çok üzdü, bunun sebebi nedir?” dedi. Peygamber Efendimiz, o kimsenin yüzüne bir müddet baktıktan sonra:

“–Açlık.” buyurdular. Sahâbî hemen çıktı, koşarak evine geldi, yiyecek bir şeyler aradı, fakat bulamadı. Hemen Benî Kurayza’ya gitti. Kuyudan çektiği her kova su karşılığında bir hurma almak üzere anlaştı. Bir avuç hurma biriktirince onları alıp Nebiyy-i Ekrem’in huzûruna çıktı. Peygamber Efendimiz aynı mecliste bulunuyordu. Sahâbî:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, bunları yiyiniz!” dedi. Âlemlerin Efendisi, hurmaların nereden geldiğini sordu, o da durumu anlattı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber:

“–Öyle zannediyorum ki, sen Allâh’ı ve Resûlü’nü seviyorsun!” buyurdu. O zât:

“–Evet, Sen’i hak üzere gönderen Allâh’a yemin ederim ki, Sen bana kendimden, evlâdımdan, ehlimden ve malımdan daha sevgilisin.” dedi. Allâh Resûlü şöyle buyurdu:

“–Mâdem öyle, fakirliğe karşı sabırlı ol, belâlara karşı kendine bir kalkan hazırla! Beni hak üzere gönderen Allâh’a yemin ederim ki, bu ikisi (fakirlik ve belâlar) beni seven kişiye, suyun dağın tepesinden aşağıya inmesinden daha hızlı gelir.” (Heysemî, X, 313; Zehebî, Siyer, III, 54; İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 298)

HENDEK SAVAŞINDA ÇEKİLEN SIKINTILAR

Mevsim kıştı. Müşrikler, Medîne’yi kuşatmışlardı. Fakat önlerine çıkan geçilmez hendekler karşısında şaşırdılar. Medîne’ye giremediler.

Müşrikler gelip karargâhlarını kurunca, Allâh Resûlü, Medîne’de yerine İbn-i Ümm-i Mektûm’u vekil bırakarak üç bin İslâm mücâhidiyle birlikte hemen Hendek’e hareket etti. Arkasını Sel Dağı’na vererek karargâhını dağın eteğine kurdu. Geride kalan çocuk ve kadınların kalelere ve hisarlara yerleştirilmesini emretti.[10] On beş yaşına basmamış çocukları kalelere, yâni âilelerinin yanına geri gönderdi. On beş yaşına girmiş olan İbn-i Ömer, Zeyd bin Sâbit ve Berâ bin Âzib gibi sahâbîlere ise müsâade etti.[11]

Bu arada Benî Kurayza Yahûdîleri de isyan çıkararak Resûlullâh ile aralarındaki muâhedeyi bozdular. Böylece muâhedeyi ikinci defâ bozmuş oluyorlardı ve bu, onların ikinci büyük ihâneti idi. Müslümanlar iki ateş arasında kaldılar. Yahûdîler, müşriklerin reisi Ebû Süfyân’a elçi göndererek:

“–Siz sebât edin! Biz Müslümanlara arkalarından saldıracağız, onların köklerini kazıyacağız!” dediler.[12]

Bu ihânet, Allâh Resûlü’ne çok ağır geldi. Fakat O, dâimâ Allâh’a tevekkül ve teslîmiyet hâlindeydi. Bu yüzden, bu müşkil durum karşısında da:

“Hasbünallâh ve ni’me’l-vekîl: Allâh bize yeter! O ne güzel Vekîl’dir” buyurdu. (Vâkıdî, II, 457; İbn-i Sa’d, II, 67) Sonra da:

“–Bize Benî Kurayza’dan haber getirecek bir kimse yok mu?” diye sordu. Zübeyr bin Avvâm:

“–Ben varım yâ Resûlallâh!” dedi ve gitti. Allâh Resûlü, durum ağırlaşıp çok tehlikeli bir hâl alınca Hazret-i Zübeyr’i Yahûdîlerin durumunu öğrenmesi için birkaç defâ daha gönderdi. Zübeyr’in bu hizmetlerinden duyduğu memnûniyeti de:

“–Her peygamberin bir havârîsi vardır. Benim havârim de Zübeyr’dir!” buyurarak dile getirdi. (Ahmed, III, 314) Daha sonra Peygamber Efendimiz, Yahûdîlere bir heyet gönderdi. Gönderdiği heyete de şu tembihte bulundu:

“–Gidiniz, bakınız! Bize ulaşan haberler doğru mudur, değil midir? Eğer doğru ise onu bana üstü kapalı bir şekilde bildirirsiniz. Açıkça söyleyip de insanların yüreğine korku salmayınız, onları zaafa ve ümitsizliğe düşürmeyiniz! Şâyet onlar aramızdaki muâhedeye sâdık iseler bunu insanlara açıklayabilirsiniz!” buyurdu. Elçiler Benî Kurayza’ya gittiler ve onları işittiklerinden daha kötü bir hâlde buldular. (İbn-i Hişâm, III, 237)

Peygamber Efendimiz, herhangi bir saldırıya karşı Medîne’yi muhâfaza için Seleme bin Eslem’i iki yüz, Zeyd’i da üç yüz kişilik bir kuvvetle Medîne’de vazîfelendirdi. Bunlar Medîne’yi bekleyecekler ve yüksek sesle tekbîr getirerek Medîne sokaklarında devriye gezeceklerdi.[13]

Benî Kurayza Yahûdîlerinin baskınına uğramadan sabaha çıkıldığı zaman, mü’minler rahat bir nefes alıyorlardı. Hazret-i Ebûbekir:

“Medîne’de çoluk-çocuğumuz hakkında Benî Kurayza’dan duyduğumuz korku, Kureyş ve Gatafân ordularından duyduğumuz korkudan daha fazla idi. Zaman zaman Sel Dağı’nın tepesine çıkıp Medîne evlerine bakar, onları sükûnet ve huzur içinde gördükçe Allâh’a hamd ve şükrederdim!” demiştir. (Vâkıdî, II, 460) Ümmü Seleme vâlidemiz de şöyle buyurmuştur:

“Ben, Resûlullâh’ın yanında, çarpışma ve korkuların yaşandığı Müreysî, Hayber, Hudeybiye, Mekke’nin fethi, Huneyn gibi birçok gazâlarda bulundum. Bunların hiçbiri Resûlullâh için, Hendek’ten daha zahmetli ve daha korkulu olmamıştır. Benî Kurayza’nın çoluk-çocuğumuza baskın yapmayacağından emin değildik.” (Vâkıdî, II, 467)

Öte yandan Hendek civârına sık sık müşrikler tarafından baskınlar yapılıyor, gecenin geç vakitlerine kadar şiddetli çarpışmalar oluyor, zaman zaman Allâh Resûlü’nün çadırı bile oka tutuluyordu.

Müşrikler bir gün, Allâh Resûlü’nün bulunduğu yere olanca güçleriyle hücûm ettiler. O gün Peygamberimiz de ashâb-ı kirâm da namazlarını kılmaya fırsat bulamadılar. Akşam olup ordular yerlerine çekilince, Resûlullâh, Hazret-i Bilâl’e ezân okumasını emretti. Her namaz için kâmet getirterek öğle, ikindi ve akşam namazlarını kazâ ettirdi.[14] Buna çok üzülen Resûlullâh, hakkında “gözümün nûru” buyurduğu namaz ibâdetinden alıkoyan müşrikler için:

“Onlar nasıl güneş batıncaya kadar bizi meşgûl edip namazdan alıkoydularsa, Allâh da onların evlerine, karınlarına, kabirlerine ateş doldursun!” diyerek bedduâ etti. (Buhârî, Meğâzî, 29; İbn-i Sa’d, II, 68-69; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 112)


Hendek Savaşı Krokisi

HENDEK SAVAŞINDA GÖSTERİLEN KAHRAMANLIKLAR

Büyük-küçük herkes savaşta vazîfe alıyor, Resûlullâh hendeğin dar yerinde bizzat nöbet tutuyordu.[15] Ümmü Seleme vâlidemiz der ki:

“Hendek’te Resûlullâh ile birlikte bulundum. Orada ve bulunduğu diğer yerlerde kendisinden hiç ayrılmadım. Allâh Resûlü hendeği bizzat beklemekte idi. O sırada şiddetli bir soğuğa tutulmuştuk. Resûlullâh’a bakıyordum. Namaza durmuştu. Sonra gidip bir müddet hendeğe doğru baktı ve:

«–Şunlar herhâlde müşriklerin süvârîleridir, hendeği dolaşıyorlar! Onlara karşı koyacak kim var?» buyurdu. Daha sonra:

«–Ey Abbâd bin Bişr!» diye seslendi. Abbâd:

«–Lebbeyk: Buyur yâ Resûlallâh!» dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz ona:

«–Yanında kimse var mı?» diye sordu. Abbâd:

«–Evet! Ben ve ashâbınızdan bâzıları, çadırınızın çevresinde bulunuyoruz!» dedi. Resûlullâh:

«–Arkadaşlarınla birlikte gidip hendek boyunca dolaş! Şu görünen süvârîler herhâlde düşman süvârîlerindendir, sizin için dolaşıyorlar, gafletinizden yararlanarak ansızın baskın yapıp bâzılarınızı öldürmeyi umuyorlar!» buyurdu ve:

«Ey Allâh’ım! Onların şerlerini bizden uzaklaştır! Onlara karşı bize yardım et ve bizi onlara gâlip kıl! Bizi, Sen’den başka gâlip kılacak yoktur!» diye duâ etti.

Abbâd bin Bişr, arkadaşlarıyla birlikte gitti. O sırada müşriklerin reisi Ebû Süfyân, bir süvâri birliğiyle hendeğin dar yerini dolaşıyordu. Müslümanlar oraya yetiştiler, onları taş ve oka tuttular. Ben de onlarla birlikte durdum, müşrik süvârîlerine taş ve ok attık. Nihâyet onları zayıflattık, yıprattık. Bir müddet sonra bozuldular ve yerlerine dönmek zorunda kaldılar. Rasûlullâh’ın yanına döndüğüm zaman, kendisini namazda buldum… Allâh, Abbâd bin Bişr’e rahmet etsin! O her zaman Allâh Resûlü’nün çadırını bekleyen ashâbdandı.” (Vâkıdî, II, 464)

Allâh Resûlü’nün halası Hazret-i Safiyye, bu esnâda kadın ve çocuklarla birlikte, Hassan bin Sâbit’in, Fârî adlı köşkünde bulunuyordu. Yahûdîlerden on kişilik bir birlik gelip köşkü oka tuttular ve içeri girmeye çalıştılar. Onlardan birisi köşkün çevresinde dolaşıyor, açık bir yer arıyordu. Resûlullâh ve ashâbı ise bu esnâda Hendek’te düşmanla harp hâlindeydi.

Hazret-i Safiyye, çâresiz kalıp bu musîbeti kendisinden başka def edecek kimsenin olmadığını görünce, başını bir tülbentle sıkıca bağladı ve eline bir sırık alarak köşkten aşağıya indi. Kapıyı açıp orada dolaşan Yahûdînin arkasından yavaşca yaklaştı. Elindeki sırıkla başına vurup onu öldürdü. Arkadaşlarının ölmüş olduğunu gören Yahûdîlerin içine bir korku düştü:

“−Bize buradaki kadınların başında muhâfızların olmadığı söylenmişti!” diyerek dağılıp gittiler. (Heysemî, VI, 133-134; Vâkıdî, II, 462) Hazret-i Âişe vâlidemiz de, ashâbın cihâda olan şevkine dâir müşâhedelerini şöyle nakleder:

“Hendek Gazvesi günü, insanların ardından gittim. Arkamdan bir ses geldi. Dönüp bakınca Sa’d bin Muâz ile kardeşinin oğlu Hârise bin Evs’i gördüm. Olduğum yere çöktüm. Sa’d’ın sırtında dar bir zırh vardı, kolları zırhtan dışarı çıkmıştı. Cihâda katılmayı teşvîk eden ve ecel geldiğinde ölümün ne kadar güzel olduğunu bildiren bir şiir okuyordu. Annesi ona:

«–Oğulcağızım! Koş, Resûlullâh’a yetiş! Geciktin vallâhi!» diyordu. Sa’d’ın annesine:

«–Sa’d’ın zırhının, parmaklarına kadar bütün vücûdunu örtmesini isterdim.» dedim. Onun açık kalan kollarından okla vurulmasından endişelenmiştim. Sa’d’ın annesi:

«–Allâh hükmünü yerine getirir!» dedi. Sa’d o gün yaralandı.” (Ahmed, VI, 141; İbn-i Hişâm, III, 244) Sa’d, yarasının ağır ve öldürücü olduğunu anlayınca:

“Allâh’ım! Eğer Kureyş müşrikleriyle herhangi bir çarpışma daha takdîr ettinse, beni de o çarpışmada bulunmak üzere sağ bırak! Çünkü Resûlüne işkence ve kötülük yapan, onu yalanlayan ve yurdundan çıkaran o Kureyş kavmiyle çarpışmayı istediğim kadar, başka hiçbir kavimle çarpışmayı istemiyorum. Eğer bizimle onlar arasındaki çarpışma bu kadarsa, yaramı şehîdliğe vesîle kıl! Beni huzûruna kabul buyur! Kurayzaoğulları’nın cezâlandırıldıklarını görüp sevininceye kadar da canımı alma!” diyerek duâ etti. (Vâkıdî, II, 525; İbn-i Sa’d, III, 423)

Sa’d duâsını bitirir bitirmez kanı dindi, bir damla bile akmadı.[16]

Resûlullâh, Sa’d için mescide bir çadır kurdurdu. Maksadı, onu daha sık ziyâret etmek ve onunla yakından alâkadar olmaktı.[17]

HENDEK SAVAŞININ SONUÇLARI

Derin hendekleri, ancak birkaç müşrik geçebilmişti. Bunlardan biri olan Amr bin Abd, bütün Arabistan’ın en meşhur pehlivanlarındandı. Karşısına Hazret-i Ali çıktı ve Allâh’ın izniyle onu öldürdü. Diğerlerinin âkibeti de aynı oldu.

Hendek Savaşı İle İlgili Ayetler

Savaş uzayıp gidiyordu. Mü’minler öyle zor bir durumda kaldılar ki, ilâhî yardım ne zaman gelecek diye bekle­meye başladılar. Bu hâli Allâh Teâlâ, âyet-i kerîmelerde şöyle tasvîr buyurur:

“Onlar hem yukarınızdan hem aşağı tarafınızdan (vâdinin üstünden ve alt yanından) üzerinize yürüdükleri zaman; gözler yıldığı, yürekler ağza geldiği ve siz Allâh hakkında türlü türlü zanlara düştüğünüz zaman; işte orada îman sâhipleri imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmış­lardır.

O zaman münâfıklar ile kalplerinde hastalık bulunanlar; «−Meğer Allâh ve Resûlü bize sâdece kuru vaatlerde bulunmuşlar!» diyorlardı. Onlardan bir grup da demişti ki: «−Ey Yesribliler (Medîneliler)! Artık sizin için durmanın sırası değil, haydi dönün!» İçlerinden bir kısmı ise; «−Gerçekten evlerimiz em­niyette değil!» diyerek Peygamber’den izin istiyordu. Oysa evleri tehlikede değildi, sâdece kaçmayı arzuluyorlardı. Şâyet fitne çıkarmaları (dinden dönmeleri) istenseydi, bunu hemen yaparlardı. And olsun ki, daha önce onlar, sırt çevirip kaçmayacaklarına dâir Allâh’a söz ver­mişlerdi. Allâh’a verilen söz, mes’ûliyeti gerektirir! (Resûlüm!) De ki: «−Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size aslâ faydası olmaz!..»” (el-Ahzâb, 10-16)

“Mü’minler ise düşman birliklerini gördüklerinde; «−İşte Allâh ve Resûlü’nün bize va’dettiği! Allâh ve Resûlü doğru söylemiştir!» dediler. Bu (orduların gelişi), onların an­cak îmanlarını ve Allâh’a bağlılıklarını artırdı.” (el-Ahzâb, 22)

Savaş Hiledir

Böylece mü’minler, bütün güçleriyle mücâdele ettiler. Gatafân kabîlesinin ileri gelen­lerinden Müslüman olmuş bulunan, ancak kendisini, Allâh Resûlü’nün; “Harp hîledir.” (Buhârî, Cihâd, 157; Müslim, Cihâd, 17) tâlimâtıyla gizleyen Hazret-i Nuaym, müşriklerle Benî Kurayza’nın arasını açmayı başardı. Medîne’yi kuşatan kabîleler, tefrikaya ve ihtilâfa düştüler. Herkes birbirinden çekiniyordu. Nihâyet Yahûdîler, Nuaym’in hîlelerine kanarak kalelerine çekildiler. Meydanda düşman olarak sâdece müşrikler kaldı. Ancak mü’minler, yine de hayli müşkil durumda idiler. Peygamber Efendimiz ve ashâbının, müşriklerin kuşatması altında ağır bir imtihandan geçtiği ve âdeta “yüreklerin ağza geldiği” bu esnâda şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hattâ peygamber ve berâberinde îmân edenler; «Allâh’ın yardımı ne zaman?» derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allâh’ın yardımı yakındır.” (el-Bakara, 214)[18]

Peygamber Efendimizin Hendek Savaşında Okuduğu Dua

Allâh Resûlü, ellerini yüce dergâha kaldırarak şöyle niyâz eyledi:

“Ey Rabbim! Ey Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı gönderen Allâh’ım! Ey düşmanlarla hesâbı tez gören Rabbim! Sen Medîne önünde toplanan şu Arap kabîlelerini dağıt! Allâh’ım! Onların topluluklarını kır, irâdelerini sars da yerlerinde tutunamasınlar!” (Buhârî, Meğâzî, 29)

Allâh Resûlü, bu duâsını henüz bitirmişlerdi ki, mübâ­rek sîmâlarını pür-tebessüm sürûra gark eden ilâhî yardım tahakkuk etti. Sert ve keskin bir fırtına, düşman saflarına doğru esmeye başladı. Önüne ne gelirse savuran müthiş bir kasırga, Medîne vâdisinin toz ve toprağını müşriklerin yüzlerine ve gözlerine doldurdu. Çadırlarını söküp uçurdu. Yemek tencerelerini devirdi, ateşlerini söndürdü. Yük develeri ve süvârî atlarını birbirine karıştırdı.[19]

Bu semâvî âfet ve ilâhî azâbın üzerlerine tuğyân ettiği müşrikler, perişan bir hâle düştüler. Savaşa en hırslı olanlardan Ebû Süfyân bile bin bir çâresizlik içinde, as­kerlerine:

“–Ben geri dönüyorum. Siz de yola çıkın!” diyerek devesine bindiği gibi Mekke’nin yolunu tuttu.[20]

Cenâb-ı Hak, îmân edenlere nusretini göndermişti. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Ey îmân edenler! Allâh’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, Biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allâh ne yap­tığınızı çok iyi görmekteydi.” (el-Ahzâb, 9)

“Allâh, o inkâr edenleri hiçbir fayda elde edemeden öfke ve kinleri ile geri çevirdi. Savaşta Allâh(ın yardımı) mü’minlere kâfî geldi. Allâh güçlüdür, mutlak gâliptir.” (el-Ahzâb, 25)

HENDEK SAVAŞININ ÖNEMİ

Perişan bir şekilde kaçan müşrikler, arkalarında birçok binek, savaş malzemeleri, erzak ve eşyâ bırakmışlardı. Bunlar sâyesinde Medîne’deki kıtlık da ortadan kalkmış oldu. Allâh Resûlü bu ilâhî lutuf ve büyük zaferden sonra ashâbına:

“–Artık nöbet sizindir! Bundan sonra Kureyş sizin üzerinize gelemez!” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 29)

Böylece artık müdâfaa değil, hücûma da geçebileceklerini ifâde etmiş oluyorlardı. Çünkü müşriklerin hem gururları, hem de saldırı güçleri tamâmen kırılmıştı. Artık bütün mü’min gönüllerde Allâh Resûlü’nün bu hakîkati ifâde eden sözleri terennüm ediliyordu:

“Bundan böyle, biz onların üstüne yürüyeceğiz!”

Dipnotlar:

[1] Bkz. Vâhidî, s. 160. [2] Bkz. Vâkıdî, II, 444; İbn-i Sa’d, II, 66. [3] İbn-i Hişâm, III, 231; Vâkıdî, II, 445. [4] Taberî, Târîh, II, 568; Diyarbekrî, I, 482. [5] Buhârî, Meğâzî, 29. [6] Hendek harbinde muhtelif kabîleler Müslümanlara karşı bir araya geldikleri için bu savaşa Ahzâb ismi de verilmiştir. [7] Buhârî, Meğâzî, 29. [8] Bkz. Ahmed, IV, 303; İbn-i Sa’d, IV, 83, 84. [9] Bkz. Buhârî, Et’ime, 6; Müslim, Eşribe, 142. [10] İbn-i Hişâm, III, 235. [11] Vâkıdî, II, 453. [12] Abdurrezzâk, V, 368. [13] İbn-i Sa’d, II, 67. [14] Bu hâdise, vaktinde kılınamayan namazların kazâ edilebilmesinin delîli oldu. [15] Vâkıdî, II, 463-464. [16] Tirmizî, Siyer, 29/1582; Ahmed, III, 350. [17] Buhârî, Meğâzî, 30. [18] Bkz. Taberî, Tefsîr, II, 464. [19] Bkz. İbn-i Sa’d, II, 71. [20] Bkz. İbn-i Hişâm, III, 251.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları