Her An Diri Ol Kulluğu Yaşa
Namazdan çıkıp istikameti kaybetmek... Başka başka kıblelerle savrulmak... Gündüz orucu tutup geceyi günaha bulamak... Zekatı verip, mala haram bulaştırmak. Arafatı yaşayıp, dönerken yürekleri kirletmek... Olur mu? Oluyorsa, olursa, bizler, tüm o ibadetleri bedenimizle icra edip, ruhumuzla – kalbimizle onlara iştirak edemediğimiz için, ibadetlerin içi boşaldığı için oluyordur, olur.
Hayatın her alanında kulluk şuuru.
Hayatın her alanında, yani “hayat” diye nitelenecek bütün alanlarda.
Kulluk, yani Allah Teala ile ilişkimizin niteliği.
Şuur, yani derin idrak hali. Yani gaflette bulunmamak, unutmamak, yani farkında olmak.
Şuur, kazanılacak bir zihni derinlik durumu. Kulluk söz konusu olduğunda, özellikle emek verilerek kazanılacak bir zihni derinlik durumu.
Sınırlı bir alan değil, mesela bir namaz ortamı, bir dua hali, bir vakfe durumu.... gibi sınırlı bir zamanın kulluğa tahsis edilme durumu değil, nefes alıp vermekten, aile ilişkilerine, insanlar arası münasebetlere, duyguların allak-bullak olduğu travma zamanları dahil hayatın tüm iniş-çıkışlarına uzanan alanlarda Halik-ı zülcelal ile irtibatı kaybetmeme.... çok çok daha ciddi emek gerektiren bir zihni derinlik durumunu ifade ediyor.
Hayatın bütün alanlarında demek, nefes alıp verdiğimiz bütün zamanlarda demek... İnsan olarak bu idrak halini oluşturmak da kolay değil, sürdürmek de.
Çünkü insan hem unutan bir varlık, hem farkındalığını kaybeden bir varlık.
İnsan “zayıf yaratılmış” bir varlık.
Onun için Halık’tan sürekli mesaj geliyor, sürekli insanlığı yeniden “Kulluk şuuru” çerçevesinde yoğuracak önderler geliyor.
İbadetlerimiz... namazımız, orucumuz, haccımız, zekatımız, dualarımız, niyazlarımız... Bunlar, bizatihi Halik zülcelalin kulluk eğitimi vermek üzere insanoğlunun önüne koyduğu temrinler.
Hep deriz ya: “Allah’ın bizim namazımıza, orucumuza, haccımıza, zekatımıza ihtiyacı yok.”
Evet yok. Neden olsun ki. Samed, yani her türlü ihtiyaçtan müstağni olmak, O’nun Rablığının olmazsa olmazı.
Ama bizim “kulluk idraki”ni, hayatımızın bütün alanlarına taşıyabilmemiz için sıkı bir eğitimden geçirilmemiz lazım.
Allah buyuruyor ki: “Ben cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56)
Evet O (c.c.) yarattı ve biz var olduk.
Var olmama tercihimiz de yoktu, yarın “Gel” dediğinde gitmeme tercihimiz de yok. O zaman hep O’na bakacağız demektir. Ama insan nesli olarak bakmayabiliyoruz, gözümüzü, yüzümü başka yerlere çevirdiğimiz oluyor. Kıblelerimiz dağılabiliyor.
Onun için kıblesi hep düzgün olsun diye, kulluktan şaşmasın diye Halik-ı zülcelal, insanı, neredeyse tüm zamanlarını kapsayacak ölçüde bir kulluk dershanesine sokuyor.
Eğer, öncelikle O’ndan geldiğini ve O’na gideceğini idrak etmişse insan -ki bu, insan olmanın olmazsa olmazıdır ve bunu idrak edemeyen insanın dünya serüveni boşuna yaşamışlıktan ibarettir- onun hemen peşinden, “Yaratan benden ne istiyor?”u soracak, O’nun mesajlarına bakacak, O’nun gönderdiği insanlık önderlerinin çağrısına kulak verecek.
O (c.c.) bizden “Kulluk” istiyorsa kulluğun ne olduğunu öğrenecek.
Kulluğun hayatın farklı alanlarında nasıl icra edileceğini öğrenecek.
Namaz, oruç, hac, zekat...
Bunlar vakitleri tayin edilmiş kulluk örnekleri. Niçin istendiğini, neden o şekiller içinde istendiğini sorgulamaksızın kabul edilecek, hayata taşınacak kulluk örnekleri.
Halik zülcelal, bu ibadetlerle bize hayatı “kulluk merkezli” olarak yaşama eğitimi veriyor.
Namazı geçek hüviyeti ile kıldığımızda, Allah’ı unutarak yaşama imkanımız olamaz.
Bu şu demek: Günün ilk saatlerinden son saatlerine kadar aralıklarla Huzur’una duracağın ve sana yaşaman için o günü lutfeden, o lutfetmese nefes bile alamayacağını bildiğin bir Kudret var. Varacaksın ve “Sen yücelerin yücesisin, Sen benim Rabbimsin, ancak Sana kulluk ederiz, ancak senden yardım dileriz. Ebedi hayatın Sahibi Sensin, orada beni yargılayacak olan Sen’sin. Huzurunda durmak, rükua eğilmek, secdeye varmak Sana bağlılığımın, Seni Rab olarak idrak ettiğimin işareti. Ben kulum, ben buyum.”
Orucu gerçek hüviyeti ile tuttuğumuzda. Yani Allah istedi diye, insan olmanın en tabii gereklerini yapmaktan vazgeçtiğimizde...
Zekatı anlamını gerçekten idrak ederek verdiğimizde.
Yani insani tutkularımızın yoğunlaştığı, canımızın yongası, tutkulu bir şekilde sevdiğimiz, sayıp durmaktan mutluluk duyduğumuz malın – mülkün gerçek sahibi O’dur, ben O’nun tayin ettiği çerçevede mala tasarruf eden bir varlığım, diye düşündüğümüzde.
Hac’da, Arafat’ta, dünyanın bütün varlıklarından ve statüsünden uzaklaşarak Mahşer’de Halik’ın huzurunda, “Lebbeyk” diyerek hesap vermeye hazır, başı açık yalın ayak bir garip varlık halimizi gördüğümüzde. Bunu gerçekten yüreğimizin en derin kıvrımlarında yaşadığımızda...
Namazdan çıkıp istikameti kaybetmek... Başka başka kıblelerle savrulmak...
Gündüz orucu tutup geceyi günaha bulamak... Zekatı verip, mala haram bulaştırmak. Arafatı yaşayıp, dönerken yürekleri kirletmek... Olur mu?
Oluyorsa, olursa, bizler, tüm o ibadetleri bedenimizle icra edip, ruhumuzla – kalbimizle onlara iştirak edemediğimiz için, ibadetlerin içi boşaldığı için oluyordur, olur.
İbadetlerle hayatı birbirinden kopardığımız için olur.
Huzuruna durduğumuz Halik Tealanın, aynı zamanda hayatın kurallarını belirleyen dini, İslam’ı gönderen Kudret olduğu şuurundan koptuğumuz için olur.
Hayatın her alanında kulluk şuuru.
“Hayatımız da mematımız da O’na aittir.” (En’am, 162)
“Biz O’na aitiz ve O’na döneceğiz.” (Bakara, 156)
O’nun için Rabbimiz şöyle davet eder:
“Ey îman edenler, sizi, size hayat verecek şeylere da’vet etdiği zaman Allah’a ve Rasûlüne icabet edin. Bilin ki şübhesiz Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz hakikaten yalınız Ona dönüb toplanacaksınızdır.” (Enfal, 24)
Allah ve Rasulü’nün davet ettiği şeyler bize hayat veren şeyler, yani hayatı hayat haline getiren şeyler, bu sebeple onlardan koptuğunda da hayatın hayat olarak anlamı kalmayacak.
Hayatın hayat olması için, Allah’ın ve Rasulünün ölçüleri ile bütünleşecek.
Bu da kulluk ilişkisini, hayatın her alanında bir kılavuz gibi, bir kıble hassasiyeti gibi, bir secde duyarlılığı gibi diri yaşamamızla mümkündür.
Bunun için de şuur dünyamızda iki yüksek merhalenin gerçekleşmesi lazım.
Bir: Maıyyet şuuru.
İki : İhsan şuuru.
Maıyyet, ki “Ve hüve meaküm eyne ma küntüm – Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir” (Hadid, 4) ayetinde çizilen bir şuur kademesidir. Nefes alış verişimizde, attığımız her adımda Rabbimizi yanımızda hissedebilme duyarlılığıdır. Her işimizde yanımızda bir “rakibül atid – hazır gözetici” bulunduğu duyarlılığıdır. Allah görüyor, duyuyor bilincidir.
İhsan, ki Rasulullah Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin ifadeleriyle “Allah’ı görüyormuş gibi kulluk etmek, yaşamaktır, biz onu görmesek de O’nun bizi gördüğü bilinciyle...”
Bu iki şuur donanımının kazanılması, ciddi bir kişilik eğitimini vazgeçilmez kılıyor. İnsanın kişilik merkezi olarak kabul edilecek olan “Kalblerimiz”in böyle bir eğitim çerçevesinde yoğrulmasından söz ediyoruz. Allah Rasulü salllahü aleyhi ve sellemin “Ya mukabbilel kulub sebbit kalbi ala dinike İslam – Ey kalbleri evirip çeviren (Rabbim) benim kalbimi senin İslam dinin üzerinde sabit kıl” dua ettiği, yani evrilip çevrilebilecek bir “Kalb”den söz ediyoruz. Rasulullah, o kalbin bir yerde sabit kalabilmesinde de Allah Teala’nın yardımının kaçınılmaz olduğunu bildirmiş oluyor.
Kalbde Allah ile beraberlik idraki oluşturmak için de Allah Teala’dan yardım niyaz etmek...
Bize düşen de bu. Son duamız şu olsun: Rabbimiz hidayete erdikten sonra kalblerimizi kaydırmasın. Amin.
Kaynak: Ahmet Taşgetiren, Altınoluk Dergisi, 365 Sayı, Temmuz 2016