Her Türlü Acının, Yokluğun, Çaresizliğin, Bazen De Umutsuzluğun Tavan Yaptığı Sahnelerin Adı "Savaş"
Yaşanmış bir hikayeden tüyleri diken diken eden bir hikaye...
En fazla iki metrekarelik bir hacmi olan insanın koskoca dünyaya sığmaması… Öleceğini, burasının fânî bir âlem olduğunu bildiği hâlde ne kadar yaşayacağı meçhul olan bir varlığın akıl almaz yollarla sadece insana değil, hayvanlara, bitkilere, havaya, suya, toprağa, velhâsıl kâinâta zarar vermesi… Savaş kelimesini tarif edecek bir söz bulamıyorum.
Merhametsizlik, hiçbir canlıya acımamak, hepsinin dünyalarını yıkmak, zulmün en son noktasını yaşamalarına sebep olmak… Hep insanların egosu yüzünden... Bir hırs uğruna her şeyi mahvetmek…
Güzel yurdumuz, bize ne kadar ağır bedeller ödenerek mîras kaldı. Yaşanan, ama kayıtlara geçmeyen o kadar ilginç hâtıralar, hüzün dolu hayatlar var ki... Keşke büyüklerimizden bu konuda daha fazla bilgi alsaydık. Zihnimizde kalan birkaç kırık dökük kelime ile nasıl anlatılırsa artık…
YAŞANMIŞ BİR HİKAYEDEN İBRETLİK BİR KISSA
Savaş, her türlü acının, yokluğun, çaresizliğin, bazen de umutsuzluğun tavan yaptığı sahneler…
Bir arkadaşım anlatmıştı. Mahallemizde bir teyzemiz vardı. Torunlarıyla birlikte akşama kadar oynar, acıkınca, susayınca birbirimizin evlerine giderdik. Annelerimiz bizim ihtiyaçlarımızı giderir, bizi sevindirecek şeyler verirlerdi. Sanki bütün komşular, akraba gibiydi ya da biz öyle sanırdık, hiç çekinmezdik. Babaanneleri olan teyze, bazen bizlere bakar, hüzünlenir, uzaklara gözleri nemli dalar, iç geçirir, fazla konuşmazdı. Sanki burada değilmiş gibi düşüncelere dalardı. Onun bu hâlini merak eden annem:
“-Teyze, seni bazen böyle mahzun ve düşünceli görüyorum, bir derdin mi var? Bazen pek dalıp gidiyorsun. Gözlerin doluyor. Bir şeylere mi canın sıkılıyor ya da hatırına bir şeyler mi geliyor?” diye sordu.
“-Âh evlâdım…” dedi, ama dilinden dökülenler, yüreğindeki yangının aleviydi sanki. “İçimde öyle bir sızı var ki… Öyle bir yara var ki, kimse çare bulamaz. Geldim, gidiyorum, ama bir gün bile aklımdan çıkmıyor. Yüreğim hep yangın yeri… Bu ateş hiç sönmüyor. Bir sürü çocuğum, torunum var, şükürler olsun ama…”
“-Hayırdır, nedir seni bu kadar derinden etkileyen?”
“-Savaş... Evler yıkan, beller büken, ocakları söndüren, gül yanakları küle döndüren, çocukları yetim-öksüz bırakan, genç kızların dünyasını yıkan, eli kınalı gelinleri dul bırakan... İnsanlığın bittiği zaman…”
Annemler iyice meraklanmıştı, anlatmaya başladı:
“-Ben yeni evliydim. İki aylık bebeğim vardı. Savaş bütün acımasızlığıyla yurdun dört bir yanını sarmış, yüreklerimiz ağzımızda... Bütün erkekler düşmana karşı vatanı savunmak için cephede... Köyde sadece yaşlı ve sakat erkekler, çilekeş kadınlar ve çocuklar kalmıştı. Can korkusu bir yandan, yokluk bir yandan... Düşman geldi mi taş üstünde taş koymuyor; bitki, hayvan, insan ne varsa yakıp yıkıyor, evlerimizi harabeye çeviriyordu. Tabî sağ kalırsan… Her sıkıntıya katlanılırdı, ama can güvenliği olmadan da hiçbir şey yapılamıyor. Çalışmayınca ne yiyeceksin? Hayvanlar bile yiyeceğe, bakıma muhtaç. Zaten erkeklerimiz de yok!.. Tarlaya, bahçeye nasıl güç yetirelim? Şimdiki gibi tarım âletleri yok; her şey insan emeği istiyor. Traktör yok. Tarlayı sürmeye kara sabanla baş edilmiyor; öküzle tarla sürülecek… Kadınlar da nereye koşturacağını bilemiyor.
Her gün cepheden değişik haberler geliyor; radyo yok. Bir akşam haber gelmiş, «Düşman iyice yaklaşmış, sabaha burayı basacakmış!» diye… «Yükte hafif, pahada ağır ne varsa bir saate kadar çıkacağız!» diye söylediler. Zaten neyimiz var. «Hiç kimse iki bohçadan fazla bir şey almasın!» diye tembih ettiler.
Hemen bir-iki çamaşır, birkaç lokma ekmek, bir bohçaya da bebeğimi aldım. Koşar adımlarla çıktık. Doğup büyüdüğümüz evimiz, ocağımız… Acaba bir daha dönüp gelebilir miyiz? Bir meçhule doğru gidiyoruz. O gece ay karanlık, önümüzü zor görüyoruz. Ayağımızda doğru-dürüst ayakkabımız yok. Yollar taşlı dikenli…
«-Biraz daha hızlı!» diyorlar.
Kolay değil; elimizde bohçalar, yarı aç, yarı tok koşmak… Tekrar bağırdılar:
«-Böyle çok ağır ilerliyoruz! Düşman yakalarsa, yandık! Elinizdeki bohçanın birisini atın!» diye…
Koşmaktan, korkudan, yorgunluktan ne yapacağımızı bilemedik. Elimizdeki bohçanın birisini atmak zorunda kaldık. Epeyce yol aldıktan sonra içimizde yaşlılar var:
«-Biraz soluklanalım!» dediler.
Bir yere oturduk.
«-Âh yavrum!» dedim. «İçinde bulunduğumuz durumu anladı da hiç ağlamadı, emzireyim de rahatlasın yavrum!» dedim.
Aman Allâh’ım! O da ne? Aklımı oynatacağım. Karanlıkta “bohça” diye bebeğimi atmışım. Feryatlarım göğe ulaştı.
«-Tekrar gidip alayım!» dedim,
Tek başına, bir hayli yol… Geri nasıl gidersin? Nereye attığımı bilemiyorum. Geri gelip yetişemem! Düşman her an gelebilir. Ellerine düşmeye gör; hâmile kadınların bile karnını deşiyorlar. Sadece öldürseler gam değil!.. Benim acımı kelimeler ifade edemez!
Çocukları böyle oynarken görünce, acaba diyorum, benim yavrum yaşıyor mu? Kurda kuşa yem mi oldu? Düşmanın eline geçti mi? Bu düşünceler beni öyle yoruyor ki. Yaşadım mı, öldüm mü bilemiyorum.”
İKİ DEDEM SAVAŞ GAZİSİ
Benim iki dedem savaş gazisiydi. Annemin babası Abdullah Dedem, 9 yıl İstanbul’da seferberlikte kalmış. Doktorlarla birlikte çadırda hastanede gelen yaralı askerleri tedavi etmişler. Geldikten sonra da bir doktor kadar tecrübesi vardı; her çeşit kırık çıkık, yaralı göre göre... Röntgenin, diğer tıbbî araçların olmadığı dönemlerdi. Bitkilerden ilaç yapar, kellere kremler sürer, diş çeker, kulak yıkar, boğazına sülük kaçanları çıkarır. Kırık-çıkık konusunda çok başarılıydı. Ben bunların çoğuna şâhidim, hattâ ayağı kırılan leylek bile getirirlerdi.
Babamın babası Ali Dedem de hangi savaş bilemiyorum, memleketi Kırşehir’in yakınlarından geçip Ankara’ya doğru yol alırken, komutanına:
“-Burası benim memleketim. Kaç yıldır çoluk çocuğumu görmedim. Müsaade ederseniz iki gün kalayım, ben size yetişirim!” diye izin istemiş.
O da müsaade etmiş. Üst baş, saç sakal perişan, çok da zayıflamış. Her türlü yokluk, kıtlık, bit… Yiyecek yok. Yollarda ağaç kabukları, ot, yabanî meyve ne buldularsa…
Günlerce yol almışlar. Yolda askerlerden bazıları, bilmedikleri otları yiyip zehirlenmiş; bir kısmı hastalanmış, bir kısmı ölmüş… Dedem sokakta oynayan çocuklara yaklaşmış, acaba hangisi benim diye bakmış.
“-Gözlerinden tanıdım!” demiş.
Babam hiç hatırlamıyor babasını... Eve gelmiş. Babaannem şaşırmış, saç sakal birbirine karışmış, toz toprak içinde bir adam…
“-Oğlum!” diye sarılmak istemiş, babam şaşkın… Yanına gitmek istememiş. Daha sonra birliğine yetişmiş. Fazla uzun sürmemiş, zaten savaş bitmiş. Rahmetli babam:
“-Uzun süre alışamadım babama!” derdi.
Yaz tatillerinde Kırşehir’in kara kurt kaplıcası vardır. Bütün akraba aynı zamanda orada bulunur; hem kaplıca, hem de sıla-ı rahim olurdu. Bir gün babam bizi Kâmile Teyzesi’ne götürdü. Yaşlanmış gözlerinin feri azalmış. Etrafında bir sürü evlât-torun... Babamı önce tanıyamadı:
“-Ha sen misin Hüseyin’im!” dedi. “Artık iyice seçemiyorum.”
Birkaç saat oturduk, ayrıldık. Babam:
“-Bu teyzemin hazin bir hayat hikâyesi var.” diyerek başladı anlatmaya:
“-Hani «Yemen Türküsü» vardır ya, tam da onun için yazılmıştı sanki…
“Burası Huş’tur,
Yolu yokuştur,
Giden gelmiyor,
Acep ne iştir.” diye
Kâmile Teyze evlenir, birkaç çocuğu olur. Savaş kaçınılmaz. Eli silah tutan herkes vatan müdafaasında… Kocası da askere gider, ama hiçbir haber yok, iletişim yok. Sadece Yemen’e gittiği duyulur.
Yemene gideni döner mi sandın?
Türküler, ağıtlar, acılı haberler gelir. Yıllar, aylar geçer. Savaş bitti denir. Ama ne gelen var, ne bir haber… Ölen ölmüştür, birkaç kişi dönmüştür. Kimsenin kimseden haberi yoktur. Yaşlı gözlerle umutla yollara baka baka yıllar geçer. Kime sorsa bir cevap yok; ölü mü diri mi?
Yokluk yılları… Çocuklar var, hayat zor. Artık ümidi kesmişler.
“-Sağ olaydı bu zamana kadar dönerdi! Şehid olmuştur belki…” diye, eş-dost:
“-Ölenle ölünmez, bak çocukların var. Kendini düşünmezsen bari onları düşün! Nasıl baş edeceksin hayatla tek başına…” diye nasihate başlamışlar.
“-Bak şu adamın karısı ölmüş, onun da çocukları var. Onlara annelik edersin!” diye ikna etmiş, evlendirmişler. Birkaç çocuk da ondan olmuş.
Aradan kaç yıl geçmiş bilmiyorum. Bir gün askerdeki kocası çıkagelmiş. Yılların hasreti; çocukları, evi… Gelse ki ne görsün, yuvası dağılmış! Kâmile’si elin olmuş. Kim bilir neler yaşadı adamcağız? Belki esir düştü, imkân bulsa koşup gelmez miydi?
“-Olsun!” demiş, “Kader böyleymiş… Son bir defa görüp helâlleşeyim Kâmile’mle, çocuklarımla!” diye gelmiş.
O ağlamış, Kâmile Teyze ağlamış. Yapacak bir şey yok! Helâlleşmişler. Adamcağız, daha buralarda duramam diye geldiği gibi sessizce gitmiş… Bazen da gerçeklerle yüzleşmek lâzım…
Kaynak: Elif MENCET, Şebnem Dergisi, 2021- Ağustos, Sayı:198