Hiçbir Mahluka Nasip Olmamış...
Sen ilim yaparsın ki, baldan tatlıdır. Sen gönül yaparsın ki, benim yaptığım kırk bin petek kurban olur. Sende akıl denen bir nesne vardır ki, başka hiçbir mahlûka nasîp olmamış...
Öğle sıcağının şiddetinde iyice bunalmıştı. Güneşe şöyle bir baktı. Gölgesini ölçtü, “namaz vakti gelmiş” dedi.
Keçilerini koca çınarın gölgesinde topladı. Yanı başında şırıl şırıl akan pınardan bir güzel abdest alıp namazını kıldı. Karnını doyurduktan sonra Kelam-ı Kadîmi açtı, okumaya başladı. Nahl Suresi, ayet 66 ve devamı:
“Hayvanlarda da size ibretler vardır. Bağırsaklarındakiler île kan arasından, içenlere halis ve içimi kolay süt içiririz. Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden şerbet, şıra ve güzel rızık elde edersiniz. Düşünen millet için bunda ibret vardır. Rabbin bal arasına: “Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin, sonra her çeşit üründen ye, sonra da Rabbinin işlemen için gösterdiği yollardan yürü” diye öğretti.
“Karınlarından insanlara şifa olan çeşitli renklerde bal çıkar. Düşünen bir millet için bunda ibret vardır.”
Handereli Çoban Ahmet okuduğu ayetlerin ifade ettiği mana karşısında o kadar duygulandı ki, büyük bir istiğrak içinde saatlerce aynı ayetleri okudu durdu.
DÜŞÜNEN MİLLET İÇİN İBRET
“Demek öyle ha..” Nahl Suresi... Bal arısı... Şifalı bal... düşünen bir millet... ve ibret!... Düşünen bir millet.... Yaa!... Düşünen bir millet...”
Bu kelimeler, bu cümleler gözünün önünden tekrar tekrar gelip geçti. Bir ara başını kaldırdı, ellerini havaya açtı.
“Kurban olduğum Yüce Mevla, şu küçük hayvan kadar olamadım; keşke kulunu da şöyle bir bal arısı yaratsan da onun kadar beni de şereflendirseydin.”
HAYRETTEN HAYRETE DÜŞÜREN OLAY
O sırada oğul vermiş bir bal arısı oymağının üzüm salkımı gibi çınarın dalından sarktığını gördü. Arı beyinin tatlı sesiyle irkildi:
“Sultanım, görüyorum ki, hayret ve dehşetler içindesin. Hayvanların otlağa gitti sen hala kendine gelemedin. Söyle bakalım, nedir seni hayretten hayrete düşüren olay? Nedir seni bal arısına imrendiren şey?”
“Şey, dedi Çoban Ahmet. Sana nasıl imrenmeyeyim arı kardeşim. Allah zülcelal, adına sure indirmiş, yüce Kitabında senden övgüyle bahsediyor. Sana ne marifetler vermiş onu anlatıyor. Yaptığın şeyin şifasından söz ediyor.”
Arı beyi manalı bir gülümsemeyle:
“A benim iki gözüm, sultanım, efendim, dedi. Benim adıma bir süre gönderen Allah, sana binlerce süre, yüz binlerce Peygamber gönderdi; ben dahil dünyada her şeyi senin emrine musahhar kıldı; yetmedi, “Efdalü’l-enbiya, Hatemü’l-enbiya, Hazret-i Muhammed’i (s.a.v.) sana Peygamber yolladı. Sen hala bal arısına imreniyorsun! Halbuki her şey sana imreniyor.
Sen ilim yaparsın ki, baldan tatlıdır. Sen gönül yaparsın ki, benim yaptığım kırk bin petek kurban olur. Sende akıl denen bir nesne vardır ki, başka hiçbir mahlûka nasîp olmamış... Aman haa, nimeti inkar etme, Rabbimin gücüne gider.”
Bunları duyan Çoban Ahmet, Handeresi’nin yamacından öyle bir “elhamdülillah” çekti ki, dağlar taşlar inledi:
Allaaah Allaaaah!
Elhamdülillah,
Elhamdülillah,
Elhamdülillah...
Arı beyi de mırıldanıyordu:
Güneşteki şu ışına,
Kulun Hakk’a tapışına,
Arının bal yapışına
İbretle bak ne görürsün.
Kaynak: Yahya Fersahoğlu, Altınoluk Dergisi, 1986 - Nisan, Sayı: 2