Hiçlik Neden Gerekli?
Hiçlik neden gereklidir? Tasavvufta hiçlik ne ifade ediyor?
“Allah kâinâtı yoktan var etti. Sen de yok ol ki senden bir şey meydana getirsin. Mülke sultan olmaya altın gümüş gerek. Gönle sultan olmaya hiçlik gerek.” 13 Kasım 2020’de Azerbaycan’da vefat eden ve Bakü’de sırlanan Ali Çınar Ağabey’in son mesajı İbrahim b. Ethem’in (r. aleyh) bu sözüydü.
HİÇLİK NEDEN GEREKLİ?
Cenâb-ı Hak ayet-i kerimede şöyle buyurur: “Yeryüzünde bulunan her şey yok olacaktır. Celâl ve ikram sahibi olan Rabbinin zâtı, bâkî kalacaktır.” (Rahman, 55/26-27)
Afîfüddîn Tilimsânî, Menâzilü’s-Sâirîn Şerhi’nde: “Hakk’ın dışındaki şeylerin yok olması, kulun şuhûdundaki sûretlerin var olmadan önceki hâline, yani yokluğa dönmesi ve ezelde olduğu gibi sadece Hakk’ın kalmasıdır.” [1] der. Cüneyd-i Bağdâdî ise tasavvufu “Allah’ın seni sende öldürmesi, kendisinde diriltmesidir.” diye tarif eder. Sûfi düşüncede vücûd’un bizzat kendisi zulmettir. Çünkü vücûdla birlikte yüklenen nefs, bizzat zulmetin kaynağıdır. Kişinin mahrumiyetine sebep olan günahların ilki, kendinde varlık görmesi, yani enâniyetidir.
Hâris el-Muhâsibî’nin ubûdiyet sıfatını anlatırken “Sen kendinde hiçbir varlık görme! Çünkü sen, nefsine ne zarar verebilir ne de fayda sağlayabilirsin!”[2] sözü de kendinde bir varlık görmenin tehlikesine işarettir. Bu nedenle hakiki anlamda varlık sadece Allah’a izafe edilmektedir. Hatta bazı sûfilere göre kişinin kendinde varlık görmesi hiçbir günahla ölçülemeyecek kadar büyük günahtır. Kaygusuz Abdâl da: “Nefs-i zulmet bu vücûd’a derler/Sen zulmet içinde nûr-ı îman” diyerek bu vücûdun zulmet olmasına ve karanlığın içindeki nûra dikkat çeker. Çünkü hakîkât Eşrefoğlu Rûmî’nin ifadesiyle “vücudu fâni etmektir.”
Mevlânâ’nın düşüncesinde de hep feda-yı can, feda-yı maldan bahsedilir. “Neyi feda edersen, o sana ihsan edilir.” der Mevlânâ. O yüzden bekâ vadisinde yol almak için fenâ vadisinden geçmemiz istenir. Demek ki bir şeyleri feda etmeden, hiç olmadan, ölmeden olmuyor/olunmuyor.
İlk şehidden son şehide bu kervanın temsilcilerinden Gazze aslanı şehid Yahya es-Sinvar’ın vasiyetindeki şu sözler mizânda asıl ölçünün Allah için, İslam için, vatan için korkusuzca yapılan fedakârlıklar olduğunu ne güzel ifade ediyor:
“Gazze’nin sokaklarında öğrendim ki insan, yaşıyla değil, vatanı uğruna yaptığı fedakârlıkla ölçülür. Hayatım da böyle geçti: Hapishaneler, savaşlar, acı ve umutla dolu bir hayat... 1988 yılında ilk kez hapse girdim ve ömür boyu hapis cezasına çarptırıldım, ancak korku nedir bilmedim.”
Sinvar da, tüm şühedâ gibi Fuzûlî’nin, “Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil / Ne nizâ eyleyelim ol ne senindir ne benim” sözünün gereğini yaptı: canını cânâna bu şekilde fedâ etti.
Varlık, gönül darlığını beraberinde getirir. İnsanın feda ettikçe, fedakârlık ettikçe mutluluğu/huzuru yakalaması bundandır. Bu hâli Yunusumuz ne güzel ifade eder: “Varken bunca varlığın, gitmez gönül darlığın.”
Son dönem velilerinden Bursalı Tesbihçi Hüseyin Kocaaslan Efendi için ifade edilen şu cümleler ise ne kadar manidardır: “Bu dünyada o, hep bir garip gibi yaşadı. ‘Benim hiçbir şeyim yok, ilmim yok, tahsilim yok, servetim yok!’ derdi. Sanki bir hiçlik abidesiydi.”
“Bekâ bağından ne gül oldum, ne diken / Ne fenâ şarabıyla sarhoş oldum, ne de aklı başında bir insan / Yükümü tarttım, dedim ki: / Ben hiçim, hiçten de hakirim / Hiçten ve hiçten daha hakir olandan bir hayır gelmez.”
“Dünyada kendimden daha aciz ve daha çaresiz başka bir şey göremiyorum.” diyen Esad Erbilî Hazretleri ise bu hâli şu şiirinde ne güzel ifade eder:
“Ne ilm ü ma’rifet verdin ne câh u menkıbet yâ Rab
Bi hamdillah ki bir zerre medâr-ı iftiharım yok”
Esad Erbîli Hazretleri’nin varlığın bizi cânândan ve evvelki huzurumuzdan ayıran en temel olgu olduğunu ve varlıktan kurtulmanın bizim için gönül darlığından kurtulmak için yegâne reçete olduğunu ifade eden şu tahmisi ise ne kadar manidardır:
“Bezm-i maarifden seni yok eylemiş bu varlığın
Mahza bu yüzdendir senin cânândan ağyarlığın
Öldür şu nefs-i ser-keşi öğren tarîkin barlığın
Yağma edersen varlığın gider gönülden darlığın
Mahv eyle sen ağyarlığın yâr olısar mihman sana” (Erbilî, Divan, s.186)
Abdülkadir-i Geylânî ise şöyle der: “Bütün varlığından soyun, varlığını terk et. Kendini Hakk’ın kuvvet eline bırak. Varlıksız olarak onun önünde dur.” [3] “İnsan, kendine mal etmek istediği mevhum varlıktan soyunmalıdır, ebdâl olmalıdır. Ebdâl, varlıklarını Hak varlığına kattığı için ebdâl olmuştur. Onlar, Hak iradesi önünde dilek sahibi olamazlar. Hakk’ın seçtiği şey üstüne onların seçme hâli yoktur. Zahirde işler tutar, hükümler verirler. Dıştan bakan onları böyle görür, hâlbuki yapan başkadır.”[4] Dolayısıyla insanın kendinde varlık hissetmesi doğru değildir. Kişinin kendisini garip bir yolcu kabul etmesi gerekir. Yine kendisini ölülerden, kabir ehlinden düşünmesi gerekir.
Nefs, insanın toprakla alakalı olan yönü, dolayısıyla tabii bir varlığıdır. Bu varlık sayesinde insan, meleklerden ayrılabilmektedir. İnsandaki süflî yönleri harekete geçiren nefstir. Bu nedenle insanın tekâmülü için bu varlığın terbiye edilmesi gerekmektedir. Sûfilere göre tasavvuf işte bu noktada çok büyük bir ihtiyaçtır. Tasavvufî disiplin kişiye nefsini ıslah ederek doygunluğa ulaşabilmesi hususunda yardımcı olmaktadır. Ayrıca kişinin, kendisinde varlık görmesi yine nefsle alâkalı bir durumdur. Bu ise vuslat için büyük bir engeldir. Yani kendinde varlık gören insan, Allah’ı bulamamaktadır. Ancak kendisini hiç olarak gören kişinin vuslatı mümkündür.
Bu arada şunu da ifade etmeden geçmeyelim: Nihilizm’de genelde hiçlik, nefsin sonuna kadar tatmini olarak anlaşılırken, yani nefs-i emmârenin önü açılırken tasavvufta nefsin tezkiye edilmesi, yani müspet yönde dönüştürülmesi esas alınır. Bu dönüşüm gerçekleşince nefs kendi varlığından sıyrılır. Aradaki perde kalkar ve Niyâzi-i Mısrî’nin dediği gibi cân cânânına vasıl olur:
“Cândan talep kıl yârini ver cânı bul dîdârını
Yok eyle kendü vârını kim var ola cânân sana”
Dipnotlar:
[1] Tilimsani, Tasavvufta Hâller ve Makamlar, ter: Abdürrezzak Tek, Erkam Yay, İstanbul 2024, s. 420. [2] Molla Cami, Nefehâtü’l-üns min Hadarâti’l-kuds Tercemesi, ter. Lâmiî Çelebi, İstanbul 1520, s.104. [3] Geylânî, Fethü’r-Rabbânî (İlahi Armağan), çev.: Abdülkadir Akçikek. İstanbul 2000, Bedir Yay. s. 67. [4] Geylânî, Fethü’r-Rabbânî, s. 78.
Kaynak: Vahit Göktaş, Altınoluk Dergisi, Sayı: 466
YORUMLAR