Hiçlik!
Anadolu dervişi, tevâzu ve mahviyet içinde yaşardı. Onlara göre dergâha edep ve hiçlikle giren kazanırdı.
Edebin çok mühim bir şubesi: hiçliğin idraki...
Anadolu dervişi, tevâzu ve mahviyet içinde yaşar.
AZİZ MAHMUD HÜDAYİ HAZRETLERİ’NİN TESLİMİYETİ
Dergâhlardaki terbiyenin en mühim merhalesi; enâniyet ve benliğin, hiçlik içinde hizmet ve teslîmiyetle eritilmesidir. Anadolu evliyâları içinde bunun en müthiş misâli, Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’dir.
O Bursa kadısı idi. Yani devrin çok mühim bir idarecisi ve hukukçusuydu. Mutantan bir ilmi, müzeyyen bir kaftanı ve ona göre heybeti vardı.
Bir gün bir mesele onun yolunu, Bursa’da halkı irşâd ile meşgul olan Üftâde Hazretleri’yle buluşturdu. Sahip olduğu zâhir derecelerinin hiçliğini idrâk ederek; o kapıda bir bende, bir talebe olmaya talip oldu. Fakat Üftâde Hazretleri, onun yüksek mevkilerden gelen geçmişinden kurtulmasını istiyordu. Kadılığı bıraktı, dergâhta tuvalet temizledi. Bir zamanlar azametle teftiş ettiği çarşılarda, bu kez kaftanıyla ciğer sattı. Bu ağır imtihanlardan yüz akıyla geçerek, enâniyetten kurtuldu. Sonunda benlikten halâs olup, sâfî bir gönülle irşâda başladığında, cihana hükmeden sultanları dahî irşâd etti.
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin Sultan III. Murat Hân’a yazdığı irşâdî mektuplardan birkaç misal:
“–Saâdetli Padişahım! Sizin saltanatınız zamanında olan kuvvet, kudret ve şevket hiçbir zaman olmamıştır... Ancak biliniz ki; Allah ve Resûlü’nün biricik arzusu, zulmün kaldırılıp adâletin ikāmesidir. Bid‘atlerin atılıp sünnetlerin icrâsıdır.”
“–Sultanım! Allâh’ın kulları sizden şefkat ve merhamet bekler. Eğer halka şefkat ve merhametle muâmelede bulunmazsanız ihânet etmiş olursunuz! Bu durumda onlar, kırık gönüllerle nefret içerisinde sizden yüz çevirirler. Yapageldikleri hayır-duâyı da keserler...”
“–Sultanım! Sakarya suyunu geçip odun tedârikini murâd etmişsiniz. Halk bundan çok memnun olmuştur. Zira ihtiyaç çoktur. Merhum dedeniz Sultan Süleyman Han, Kâğıthâne suyunu getirip halka bununla ziyafet çekmişti. Siz de odun getirerek fukarâyı sevindirdiniz.”
İmâm-ı Gazâlî de, önceleri ilmin ve şöhretin zirvesinde idi. Husûsî halkasında 300 talebesi vardı. Fakat içinde vicdanını yakan, sadrını daraltan bir sual vardı:
«Ben acaba Allah rızâsında mıyım yoksa şöhretin pençesinde miyim?»
Sonunda bu endişe galip geldi ve her şeyi terk ederek uzlete çekildi. Sadece ilâhî nasiplerin sonsuz tecellîsi içinde dirâyetli bir hiçliğe büründü. En nihayet;
“Allah Resûlü’nün rûhâniyeti tecellî etti de kurtuldum.” dedi. Yeniden irşâda, ancak bu şekilde döndü. Neticede «İhyâ ve Kimyâ» gibi, bereketli eserlerini kaleme alması da ancak böyle bir derûnî terbiye sonrasında gerçekleşti.
HZ. MEVLANA HALİD-İ BAĞDADİ’Yİ MANEVİ OLARAK YÜKSELTEN VAZİFE
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri; ilimde yüksek bir seviyedeyken, üstâdı Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin bir emriyle helâ temizliğine devam etmeseydi, insanların irşâdı vazifesine lâyık görülür müydü? Belki de bugün «Şemsü’ş-Şümûs», yani «Güneşler Güneşi» diye zikredilmez, ismi bile hatırlanmazdı.
Onlar bu hiçlik yolculuğuyla, mânevî zaferlere eriştiler. Eğer nefsâniyete karşı bu mücâhedeye girişmeselerdi, kendi hâlinde bir âlim olarak kalırlardı. Ne kendileri bir gönül sultanı olur ne de binlerce insanı irşâd edebilirlerdi.
Tevâzu; sadece büyük zâtların değil, bütün halkın rûhuna işlemişti. Yakın zamanlara kadar devam eden bu tevâzu hâli, kardeşliğe çok güzel tesir ediyordu.
Şimdiki gibi, zenginler belli sitelerde ve seçkin muhitlerde; buna mukabil fakirler ise varoşlarda, gecekondu mahallelerinde oturmazdı. Zengin ve fakir; komşuluk münasebetleri hâlinde bir arada yaşar, camide de aynı hizada namaza dururdu.
Mahallede kanaat ve iktisat vardı. Zengin ve fakir, âmir ve memur insanların hayat standartları arasında çok cüz’î fark olurdu. Meselâ iki kesimin evinde de aynı sedir olurdu da, fark olursa ancak kumaşın kalitesinde olurdu. Yeme, içme, kılık-kıyafet hiçbir sahada; lüks, israf ve mübalâğa görülmezdi. İmkânı olanlar da yapmazdı. Çünkü hem imkânı olmayanları düşünürlerdi hem de böyle tavırları hafiflik addederlerdi. Şahsiyet zaafı olarak görürlerdi.
Günümüzde ise maalesef bir kast / sınıf farkı sistemi meydana geldi. Kapitalizm ve egoizm insanları pençesine aldı.
Anadolu dervişinin rûhuyla hayat bulan mahallede «ibâdullâh»ı istihkar yoktu, Allâh’ın kullarına muhabbet ve hürmet vardı.
MUHTEREM ACİZLER
Nurettin Topçu Hocamız da kibre karşı çok îkaz ederdi. Bir gün derste;
“«Nazarlardan taşan mânâ ‘ibâdullâh’ı istihkar!» diyen şair büyüğümdür!” diyerek Mehmed Âkif’in mısraını hatırlatmıştı.
Aklen veya rûhen rahatsız kimselere dahî, çirkin ve kırıcı sıfatlar kullanılmaz, «muhterem âcizler» denirdi.
Meselâ; Sâmi Efendi Hazretleri ihvânından ve kendisinin görüştüğü, Fatih’te oturan Sâime Hanım Teyze vardı. Allâh’ın velîye kullarından idi. Muhtereme vâlidem de, onu ziyaret ederdi. Ben de çocukken görmüştüm. Annemden dinlemiştim; anneme şöyle demiş:
“–Kızım Feride! Herkesin hor gördüğü, alay ettiği, şuurdan muhtel kimseler vardır. Sen onlara böyle davranma, onlara alâka göster, iltifat et!..”
Zira günahların ve haramların büyüklerinden biri de «ibâdullâh»ı istihkār etmektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“(«İbâdullâh»ı istihkār ederek arkalarından) kötü söz ile çekiştiren, kaş, göz hareketleriyle alay eden herkese yazıklar olsun! / Onların vay hâline!..” (el-Hümeze, 1)
Hak dostları, bu sebeple, gönül incitmemeye büyük ehemmiyet vermişlerdir.
BİR GÖNÜL ALMAK HACC-I EKBER’DİR
Molla Câmî Hazretleri’nin şu ifadeleri ne kadar mühimdir:
“Gönül al! (Çünkü gönül almak) hacc-ı ekberdir. Bir gönül, binlerce Kâbe’den daha iyidir. Kâbe, Âzeroğlu İbrahim’in yaptığı binâdır. Gönül ise, Celîl ve Ekber olan Allâh’ın nazargâhıdır.”
İlâhî nazarların insandaki tecelligâhı, kalp; kâinattaki tecellîgâhı ise Kâbe’dir. Yani kâinât içinde Kâbe, bir mânâda insan vücudundaki kalp mesâbesindedir.
Yûnus Emre, kalbin tecellîgâh-ı ilâhî oluşunu şöyle ifade eder:
Gönül, Çalab’ın tahtı,
Çalab gönüle baktı.
İki cihan bedbahtı,
Kim gönül yıkar ise...
Çalab: İlâh, Mâbud, Mevlâ, Hudâ mânâsındadır...
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri ise aynı hakikati şöyle dile getirmiştir:
“Kalbe eziyet etmekten sakınınız! Çünkü kalp, Cenâb-ı Hakk’ın komşusudur. Komşu âsî de olsa himâye edilir. Aman bundan uzak durun!”
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Anadolu Dervişinin Gönül Dünyası, Yüzakı Yayıncılık