Hikmet Nedir? Kime Lutfedilir? Nasıl Kazanılır?

İbadet Hayatımız

Çoraklaşan gönüllere bir rahmet yağmuru, çölleşen toplumlara bir bahar neşesi olan hikmet ve irfan pınarları...

Erkam Radyo’dan âşina bir ses, İslâm dünyasının bugününü değerlendiriyordu. Bu ses, Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez Bey’in sesiydi. Geniş bir değerlendirmenin hitamında: “…İslam davetinin, Rasulü Ekrem’in usulünü, nezahetini, nezaketini yeniden yüklenmesi lazım. Dolayısıyla ilim, hikmet ve marifete yeniden dönüş lazım. Bugün İslâm daveti, –üzülerek ifade edelim ki- büyük oranda kaba bir davete dönüştü. Hikmetten uzak, marifeti eksik, ilme dayanmıyor.” diyordu Başkanımız.

Evet, çare, yitik cennetimizin peşine yeniden düşmek. Kaybettiğimiz ilmî derinliğin, uzaklaştığımız irfânî ufukların ve sınırsız hayırların anahtarı olan hikmetin tâlibi olmak. Biz bu yazıda, çoraklaşan gönüllere bir rahmet yağmuru, çölleşen toplumlara bir bahar neşesi olan hikmet ve irfan pınarlarını konu alacağız.

İMANLA AYDINLATILMIŞ İDRAK

Rabbimiz şöyle buyurur:

“Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, doğrusu ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ama imanla aydınlanmış bir idrak melekesine sahip olanların (ülü’l-elbâb) dışında, kimse bunu düşünüp anlayamaz” (Bakara Sûresi, 2/269)

Kendisine hikmet lütfedilen Lokman -aleyhisse­lâm- da oğluna şöyle der:

“Yavrum! Hikmet ehli âlim kimselerle beraber ol ve onlardan ayrılmamaya çalış. Zira Allah Teâlâ yağmurla toprağı canlandırdığı gibi hikmet nuruyla da kalpleri canlandırır.”1

İRFAN VE MARİFETİN ÖZETİ

Hikmet nedir? Kime lutfedilir? Nasıl kazanılır? İrfân ve marifet ufuklarına kanat açmanın gerekleri nelerdir? Bu kaynaklara ulaşmanın yolu var mıdır? Bugün düne göre bu ufuklardan çok uzaklara düşmüş isek, yeniden bu deryalarda kulaç atmamız nasıl mümkün olabilir? İşte, İslâm ümmeti olarak, yeniden diriliş ve medeniyet inşası adına cevap aramamız gereken önemli sorulardan bir kısmı hiç şüphesiz bunlardır.

İrfân ve marifet iki şeyde özetlenebilir: İnsanın kendi hakikatini doğru tanıması ve Rabbini bilmesi. İtiraf etmeliyiz ki bugünün insanı, büyük oranda beden çeperinden öteye geçememiştir. Hastalık-sıhhat anlayışı da, zevk ve lezzet idrâki de, gelişim ve yükselme düşünceleri de bu dar alanda sıkışıp kalmıştır. Var oluşuna anlam yükleyememektedir. İçindeki gönül cevherinden ve daha nice mânâ denizlerinden habersiz yaşamaktadır. Yaşadığı dünyaya çakılıp kalmış, ötelere mensubiyetini unutmuştur. Gök kapılarını aralama gibi bir düşünceden çok uzaklaşmıştır. Hâlbuki irfânî gelenek ve değerlerimiz, bu teni ve şu dünya sevdasını bir kafes ve hapishane görmüş, ruh kuşunun esaretten kurtulması için bir yol arayışına girmiştir. Sonunda da “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun” diyebilmiştir.

GÖNLÜN SAFLAŞMASI

Nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesi diye adlandırılan bu süreç, âriflerin rehberliğinde gerçekleşen bir arınma ve tekâmül sürecidir. Gönlün saflaşması ve deryalaşmasıdır. Yine âmâlıktan kurtuluşudur. Şu âlemde körebe oyunu oynamaktan vazgeçip “seyr-i bedâî” yani ilâhî sanat harikalarını “Sübhânellâh” diyerek müşâhede etme zevk-i rûhânîsine erişmektir. Bu ufuklarda dolaşan insan, etrafına kasvet ve vahşet değil, rûhâniyet, nezâket ve insaniyet tevzi edebilen insandır. Hücre hücre dirilmiş ve pişmiştir. Hamlıktan eser kalmamış, Rabbimizin en mümtaz sanat harikalarından birine dönüşmüştür. Katı kalpli, dikenleşen bir kişilikten uzaklaşıp, karıncayı bile incitmeyecek yufka ve selîm bir şahsiyet kıvamına kavuşmuştur.

Bu irfan yolcusu, bir taraftan îman kökleri itibariyle derinleştikçe derinleşirken, diğer taraftan da İslâm’ın her seviyedeki güzellikleriyle nurlandıkça nurlanır ve nihâyet ihsan kıvamıyla gerçek insaniyet libasına bürünür.

ÇARE DIŞARDA DEĞİL İÇERDE

Bugün İslâm ümmetinin bu güzelliğe ve derinliğe her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardır. Toplumun ârifleri ve kâmilleri, bu seviyede insan sayısını artırmak için yeniden keşfedilmeli ve bu ocaklar yeniden harlanmalıdır. Aksi halde, dini geometri düzeyine indirgemek, ham sofu ve kaba softaların artmasına sebep olacak, hem Müslümanlar ve hem de İslâm zarar görecektir. Bu vebal de tüm ümmetin üzerine yüklenecektir. Öyleyse, ilmin medreseleri kadar, irfânın ocaklarını da diriltmek en önemli misyonlarımızdan olmak durumundadır. Zamanımızda kibrit-i ahmer gibi azalan âriflerimizin de sayısını artırma adına gayrete soyunmak, ehl-i himmete ve ehl-i basirete düşmektedir. Çare dışarda değil, içeride aranmalıdır. Mevlânâ ne güzel ifade eder:

“Ey kuyudan su çeken! Senin denize ulaşan bir deliğin var; kuyudan su çekmeye utanmıyor musun? Başının üstünde bir sepet dolusu ekmek var; sen hâlâ şuraya buraya koşup ekmek dileniyorsun. Şaşkın mısın ne? Kendi başına uzan. Neden her kapıyı dövüp duruyorsun. Yürü, gönül kapısını döv. Dizine kadar dereye girmişsin de kendinden gafilsin. Şundan bundan su isteyip duruyorsun.”

Evet, irfan ve marifet cennetinin kapıları açıktır; irfana sevdâlı yiğitler için kıyamete kadar da açık kalacaktır. Ciddi iradeli, istekli ve arayışı kavi nice erler, elbet bir gün ereceklerdir.

HİKMET PINARI

Gönüllerimizi diriltecek bir diğer pınar da hikmet pınarıdır. Özellikle peygamberlere ve bazı Hak dostlarına lütfedilen hikmetin mâhiyeti hakkında, âlimlerimiz farklı değerlendirmelerde bulunmuşlardır2. Bu değerlendirmelerin büyük bir çoğunluğuna göre “hikmet”i şöyle tarif etmek mümkündür: “Herkesin kolayca keşfedemeyeceği hakikatleri, tutarsızlıktan uzak ve öz bir şekilde, söz ve amellerle ifade edebilme nimetine mazhariyettir.”

Hikmet, ilâhî bir nurla münevver olmuş bir kalbe ihsan edilen, derin bir anlayış ve keskin bir firâsettir. Bu nimete mazhariyet, nübüvvetten sonra beşeriyetin nail olabileceği en büyük ilâhî ihsanlardan biridir.

Erzurumlu İbrâhim Hakkı hikmeti, velîlere has, kaynağı ilâhî ilham olan, öğretimle kazanılmayıp riyâzetle elde edilen bir bilgi sayar. “İlm-i hâl, ilm-i irfân, ilm-i aşk, ilm-i bâtın, ilm-i ledün, ilm-i sudûr, ilm-i kulûb” adlarıyla da anılan ve esasen Allah’ı bilmekten ibaret bulunan hikmet, ona göre hakikatin bilgisidir. Bu hikmete sahip olan kimse “hakîm-i ilâhî” adıyla anılır. Velîlere has bir lutuf olan ilâhî hikmet, kalplere tesiri bakımından ilimden üstün olduğu için hakîm-i ilâhî, zâhirî ulemâdan daha şerefli görülmüştür.”3

HİKMET NEDİR?

“Hikmet” kelimesi Arapça’da “hüküm” kökünden gelir. Bu durum, hikmetin hükmedici bir özelliğinin olduğuna da bir işarettir. Nitekim İbnü’l-Arabî –kuddise sirruh- bu hakikati şöyle izah eder: Hikmet özel bir bilgidir. Bu bilgiyi hikmet adını alacak şekilde özel kılan, ondaki yönlendirici ve hükmedici özelliktir. Gerçek anlamda hakîm, hikmetin bilgisine sahip olmakla kalmayıp, bu bilgiyi kullanan, uygulayan ve onunla hükmedendir. Hikmet, eşyanın değişmeyen esaslarının, yahut bu esaslara dayalı ezelî nizamın ihsan edilmiş bilgisidir ve bu çok değerli özel bilgi, hikmet ehlinin (hakîm) tutum, davranış ve tercihlerinde müşahhas hale gelir.”4

Bu yönüyle hikmet, inattan ve inkârdan uzak hemen her vicdanın, kabûle mecbur olduğu ezeli hakikatlerdir ki, kimden ve nereden sudûr ettiği çoğu zaman önemli bile değildir. Bu itibarla Efendimiz –sallallahu aleyhi ve sellem- :

“Hikmet müminin yitiğidir, onu bulduğu yerde alır” 5 buyurmuşlardır.

Hikmete nail olmuş kimselere “Hakîm” denir. Böyleleri, insanlık için deniz feneri gibidirler. Sabitelerin yılmaz bekçileri ve hatırlatıcılarıdırlar. Zira hikmet, tutarlılıktır, sağlamlıktır. Boş, anlamsız, semeresiz, bâtıl, delilsiz söz ve ameller, asla hikmet olarak adlandırılamazlar.

Hikmet, görünen suretin arkasındaki sırrı ve gerçekliği keşfedebilme firâsetidir ki, Mevlâmızın kullarından dilediklerine lütfettiği bir idrâk nurudur. Allah, hikmeti kime vereceğini çok iyi bilir. Onun kıymetini bilmeyecek olanlara da bu kapı açılmaz. Bu sebepledir ki, yukarıda meâlini bir bütün olarak verdiğimiz âyetin sonunun “Bu hikmet sermayesini, ancak ülü’l-elbâb (öz sahipleri, imanla aydınlanmış idrak melekesine sahip olanlar) anlayabilirler” (el-Bakara 269) şeklinde bitmesi son derece mânidardır. Evet, O, hikmeti dilediğine verir, ancak bu ikrama nail olanlar da “ülü’l-elbâb”dırlar. Öyleyse hikmete nâiliyet uman kullara düşen, öncelikle özlerini diri tutmak ve idraklerini köreltecek her çeşit masiyet ve günahlardan uzak durmaktır. Sonra da “el-Hakîm” olan Mevlâmızdan hikmet nurunu gözlemektir. Umulur ki bu büyük devlete bu sayede nail olurlar.

BU DEVİRDE HELAL LOKMA PEK AZDIR

Hikmet definesine mâlik olmak isteyenlere işâret kabilinden bir başka sır vermek gerekirse, ârif ve hakîm zatların şu beyanlarını arzedebiliriz:

Ubey­dul­lâh Ah­râr Haz­ret­le­ri an­la­tı­yor: Bir­gün Sey­yid Kâ­sım Haz­ret­le­ri ba­na de­di­ler ki:

“Ba­ba! Bi­lir mi­sin, za­ma­nı­mız­da hik­met ve ha­kî­kat ni­çin az zâ­hir olu­yor? Çün­kü bu de­vir­de kalp tas­fi­ye­si pek az in­san­da kal­mış­tır. Ke­mâl, kalp tas­fi­ye­sin­de­dir. Bu ise he­lâl lok­ma ye­mek­le müm­kün­dür. Bu de­vir­de he­lâl lok­ma pek az­dır. Bâ­tı­nı tas­fi­ye gör­müş in­san ise yok gi­bi bir şey... Na­sıl is­ter­sin ki, böy­le­le­rin­de ilâ­hî es­rar te­cel­lî et­sin?”

Rabbimiz, kullarını kendi yoluna davet eden tebliğ ve irşad erbabına şu hatırlatmada bulunur:

“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et; onlarla mücadeleni en güzel şekilde yap” (en-Nahl 16/125)

Bu itibarla günümüzde İslâm tebliğini mesele edinen ümmet-i Muhammed’e düşen bir diğer önemli vazife, Hak yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet edebilecek mümtaz davetçiler yetiştirebilmektir.

Dipnotlar: 1) Ahmed b. Hanbel, Kitâbü’z-züd, 51. 2) “Hikmet” kavramı hakkında yapılan değerlendirmeler için bkz. Diyanet İslam Ansiklopedisi, “Hikmet” maddesi. 3) Ma‘rifetnâme, s. 429-432, 457-458) 4) Bkz. el-Futuât, I, 269-270; IV, 257-259. 5) İbn Mâce, “Zühd”, 15; Tirmizî, “İlim”, 19.

Kaynak: Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, Ağustos 2015, 354. Sayı