Hilâfet-i Râşide Nübüvvetin Tamamlayıcısıdır

Siyer-i Nebî

İslam’da hilafet ne ifade eder? Hilafet yönetim şekli nasıldır? Halifede aranan şartlar nelerdir? İslam’da halife nasıl seçilir? Halifenin hak ve görevleri nelerdir? İslam’da hilafet kavramı...

Peygamber Efendimiz’in hakîkî halîfesi, Ney’e benzer. Ney’den çıkan nağmeler ve onların keyfiyeti, neyi üfleyene âittir.

Kur’ân ve sünnette Peygamber Efendimiz’e nisbet ve vaad edilen bazı hususlar henüz tamamlanmadan Efendimiz (s.a.v) Mele-i Aʻlâ’ya intikâl etmiştir. Bu işler, Efendimiz’e niyâbeten halîfeler eliyle gerçekleşmiştir. Sonradan tamamlanan bu işler hakîkatte Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e nisbet edilir. Zîrâ halîfeleri, O’nun âzâları mesâbesindedir, O’nun adına iş yapmışlardır.[1]

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Bedevîlerden (seferden) geri kalmış olanlara de ki: Siz yakında çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağırılacaksınız…” (el-Feth, 16)

Ömer bin Hattâb (r.a) Medîne’nin bedevîlerini yani Cüheyne ve Müzeyne kabilelerini Farslarla savaşmaya çağırdı. Bu kabîleleri Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz Mekke fethine çağırmıştı (ancak katılmamışlardı).

“Eğer emre itaat ederseniz…”[2] Ömer (r.a) çağırınca ona itaat ederseniz, bu, Peygamber (s.a.v)’in çağrısına icâbet etmeyip geri kalma günâhınızdan bir tevbe olur. “Allah size güzel bir mükâfat verir.”

“Ama önceden yüz çevirdiğiniz gibi yine aksine giderseniz” Yani Peygamber (s.a.v)’in dâvetinden yüz çevirdiğiniz gibi Hz. Ömer’in dâvetine de itaat etmezseniz “sizi acıklı bir azaba uğratır.” (el-Feth, 16) (Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, VII, 520)

Bu âyet-i kerîme Hz. Ebûbekir’in bedevîleri mürtedlerle savaşa dâvet etmesiyle de tefsir edilmiştir.

Sahâbî Râfî bin Hadîc (r.a) şöyle buyurur:

“Bu âyet-i kerîmeyi okuyor, ancak bahsedilenlerin kim olduğunu bilmiyorduk. Hz. Ebûbekir Sıddîk (r.a), bedevî kabileleri, irtidâd eden Benî Hanîfe kabîlesiyle savaşa dâvet edince, bahsedilenlerin onlar olduğunu anladık.” (Vâhidî, Vasît, IV, 138)

Bu âyet-i kerîme Şeyhayn’ın hilâfetine delâlet eder. Zira Allah Teâlâ onlara itaat etmeye Cennet’i vaad buyurmuş, onlara muhâlefet etmeyi de elîm bir azâb ile cezâlandıracağını beyan etmiştir. (Vâhidî, Vasît, IV, 138)

Bu konudaki diğer bir misal şöyledir: Cenâb-ı Hak, “Çünkü bize âiddir onun toplanması ve okutması!”[3] âyet-i kerimesinin zımnında Kur’ân’ın Mushaflarda cem edileceğini, toplanacağını haber vermiştir. Bu da halifelerin eliyle gerçekleşmiştir. (Dehlevî, İzâletü’l-hafâ, II, 392)

Yine Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Size Allah birçok ganîmetler vaad buyurdu, onları alacaksınız. Şimdilik bunu size peşîn verdi ve sizden o insanların ellerini çekti ki mü’minlere bir âyet olsun ve sizi doğru bir caddeye çıkarsın!” (el-Feth, 20)

  1. “Birçok ganîmetler”: Huneyn ganimetleri
  2. “Şimdilik bunu size peşîn verdi”: Hayber ganimetleri
  3. “Bir diğerini daha ki ona henüz eliniz ermedi, fakat Allah onu ihâta buyurmuştur, daha da Allah her şeye kadir bulunuyor”[4]: İran ve Bizans ganimetleri. Bunlar da halifeler zamanında alınmıştır. (Dehlevî, İzâletü’l-hafâ, III, 153-154, 158)

Allah Teâlâ’nın Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e vaad ettiği bazı hususları halifelerinin eliyle gerçekleştirmesi, Hilâfet-i Hâssa’nın îcâplarındandır. (Dehlevî, İzâletü’l-hafâ, II, 209)

Yani Hulefâ-i Raşidîn devri, nübüvvet devrinin tamamlayıcısıdır. Aralarındaki fark sadece vahyin kesilmiş olmasıdır. (Dehlevî, İzâletü’l-hafâ, I, 137)

İSLAM’DA HİLAFET

a) Yönetim Usulü

Yönetim usulü hakkında Kur’ân’da ve hadislerde hakka ve adalete bağlı olma, meşveretle iş görme, zulmü önleme, İslâm’ın emir ve kurallarına uygun davranma ve onları uygulamada birlik ve bütünlükten ayrılmama gibi kamu yönetimini de ilgilendiren umumi esaslardan bahsedilir, ancak devlet başkanlığı, devlet başkanında bulunması gereken şartlar, bu kişinin vazife ve mesuliyetleri gibi konularda ayrıntılı hükümler yer almaz. Rasûl-i Ekrem’in tatbikatında devlet ve kamu yönetimiyle ilgili birçok örnek vardır. Onun vefatından sonra ilk dört halifenin iş başına geliş usulleri ve yönetim tarzları, bunu takip eden Emevî ve Abbasî iktidarları müslüman âlimler için önemli bir bilgi birikimi ve gözlem konusu olmuş, hilafetle ilgili görüşler de bu bağlamda dile getirilmiştir.[5]

İslâm, müslümanların nasıl bir siyasî organizasyon içinde kimler tarafından yönetileceği konusundan ziyade ehil olanın iş başına gelmesi, onun da hak ve adaleti hâkim kılması, ferdî ve uhrevî sorumluluk taşıması, Allah’ın huzurunda hesap vereceğinin şuurunda olması, kötülük, haksızlık ve zulmü önlemesi, katı ve baskıcı olmayıp insanlarla istişare ederek iş görmesi gibi temel esaslar üzerinde durmuştur.[6]

b) Halifede Aranan Şartlar

Klasik dönem İslâm amme hukuk doktrininde halifede bulunması gerektiği düşünülen şartlar, bilhassa halifenin o toplumda en bilgili, faziletli, itibarlı ve liyakatli kimse olması gereği ve bunu sağlayacak tedbirler üzerinde ayrıntılı biçimde durulur.[7]

Dihlevî, halifede bulunması gerekli şartları zikrederken bunların başında, Müslümanların başına geçecek kimsenin ancak müslüman biri olması gerektiği söyler ve bu konuda, “Allah Teâlâ kâfirler için mü’minler aleyhine asla bir yol vermeyecektir”[8] âyetini delil getirir.[9] Müslümanların idarî ve kritik işlerinin kâfirlere bırakılmasını asla caiz görmez. Daha sonra da halifenin âkil bâliğ, erkek, hür olması, konuşan, işiten ve gören olması, şecaat ehli, âdil, müçtehit olması şartlarını sıralar.[10]

Halifenin Kureyş’ten Olması

Halifenin Kureyşîliği meselesi bu alanda en çok tartışılan konulardan biri olmuştur. İslâm âlimleri umumiyetle halifenin Kureyş’ten olması gerektiği görüşünü kabul etmişlerdir.[11] Gerekçe olarak da şunları söylemişlerdir: Çünkü Kureyş, Allah Rasûlü’nün kabilesidir. Bu sebeple, Allah (c.c) katında değerli ve ikramlara mazhar olmuş bir kabiledir.[12] Kur’ân-ı Kerim’deki Kureyş sûresi buna delildir. Rasûlullah (s.a.v) de Kureyş’in faziletine dair şöyle buyurmuştur: “Kureyş, ensar, Cüheyne, Müzeyne, Eslem, Eşcaʻ ve Ğıfâr kabileleri benim hâlis dostlarım ve yardımcılarımdır. Onların Allah’tan ve Rasûlullah’tan başka velileri (dostları, himaye edenleri) yoktur.”[13] “Allah Teâlâ İbrahimoğulları’ndan İsmail’i seçti. İsmailoğulları’ndan Kinâneoğulla­rı’nı seçti. Kinâneoğulları’ndan Kureyş’i seçti. Kureyş’ten Hâşimoğulları’nı seçti. Hâşimoğulları’ndan Abdülmuttaliboğulları’nı seçti. Abdülmuttaliboğulları’ndan da beni seçti.”[14]

Rasûl-i Ekrem (s.a.v) halifenin Kureyş’ten olduğunu açıkça ifade etmiştir: “Şüphesiz bu iş (hilafet), dini ayakta tuttukları (ve âdil davrandıkları) müddetçe Kureyş’te olacaktır. Kim bu hususta onlara düşmanlık ederse, Allah onu yüzüstü yere serip rezil eder.”[15] “Kureyşli biri, Kureyş’ten olmayan bir adamın kuvvetinin iki misline sahiptir.” Zührî’ye (v. 124/742), bu son hadisle ne kastedildiği sorulunca: “Zekâ, asalet ve görüş isabeti” diye cevap vermiştir.[16] Yani onların görüşleri daha az hata eder, bu sebeple de İmâmet-i Kübrâ onlara tahsis edilmiştir.

Bu konuda Dihlevî şöyle der: Hilafet için aranan şartlar arasında -kuvvetli ve mürüvvet sahibi olmanın yanında- bir de Nebiyy-i Ekrem’in neslinden olmak vardır ki insanlar onu hafife almasınlar. Nitekim Allah Teâlâ, Benî İsrâil’e peygamber gönderirken hep Mûsâ (a.s)’ın veya diğer bir peygamberin neslinden olan kişileri vazifelendirmiştir. Bu, Rasûlullah (s.a.v)’in de tatbik ettiği bir sünnettir. Zira O: “İmamlar Kureyş’tendir.” buyurmuştur.[17] Böylece Cenâb-ı Hakk’ın Benî İsrâil’de icra ettiği Sünnetullah’a muvafık düşmek istemiştir.[18]

Yine Dihlevî, hilafette “Nebî (s.a.v) ile büyük dedede soy birliğinin şart olduğunu söyler. Ona göre halifenin kabilesi Allah Rasûlü’ne nispet edilirse insanlar onu küçümsemezler.[19]

Hz. Ali ve Hz. İbn Abbas (r.a) şöyle demişlerdir: Rasûlullah (s.a.v) (İslâm’ı tebliğ ettiği ilk günlerde) Mekke’de kendisini kabilelere arz eder ve onlara zafer vaʻd ederdi. Onlar: “Senden sonra idare kime kalacak?” dediklerinde sükût buyurur, cevap vermezdi. Zira bu hususta kendisine bir şey emredilmemişti. “Muhakkak ki o, hem senin için, hem kavmin için bir şereftir…”[20] âyet-i kerimesi nâzil olduktan sonra böyle bir şey sorulunca: “Kureyş’e!” demeye başladı. İnsanlar da onu kabul etmezlerdi. Nihayet ensar, idare Kureyş’e ait olmak üzere Efendimiz’in davetini kabul ettiler.[21]

Kâbe sebebiyle Mekke’nin ibadet ve dolayısıyla ticaret merkezi olması, önceden beri bütün insanların Kureyş’e hürmet duymasını sağlıyordu. Bu sebeple ticarî panayırlarda Kureyş tüccarlarının ciddi bir hâkimiyeti ve tesiri vardı. Diğer Arap tüccarlar ticaretlerini yürütebilmek için Kureyş lehçesini öğreniyor ve konuşmalarında bu lehçeyi kullanmaya dikkat ediyorlardı. Bununla birlikte Kureyş örfünü de öğrenip tatbik ediyor ve gittikleri yerlere bunu taşıyorlardı. Bu da Kureyş’in o günkü dünyada ağırlığını artırıyordu. Başına buyruk yaşamaya alışmış bedevi kabileler ancak Kureyş’e itaat edebilirdi. Bu sebeple halifenin Kureyş’ten olması İslâm’ın birliği ve devamı için mühim bir esas idi. Nitekim Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) insanların Kureyş’e tâbi olduklarını ifade ederek: “Bu (idarecilik) hususunda insanlar Kureyş’e tabidir, müslümanları Müslümanlarına, kâfirleri de kâfirlerine”[22] buyurmuştur.

Nitekim Temim kabilesinden Mâlik bin Nüveyre, Rasûlullah (s.a.v)’in vefatını işitince zekât olarak topladığı develeri sahiplerine iâde etmiş, kabilesine kendilerinden zekât istememesi hâlinde Rasûlullah’ın yerine geçecek Kureyşli’nin yanında yer alabileceklerini, bu malların kendi hakları olduğunu söylemişti.[23] Burada Mâlik’in açıkça “Kureyşli” şartını koşması, ona itaatinin bile şartlı olacağını söylemesi, o günkü Arapları başka hiçbir kabilenin bir araya getiremeyeceğini göstermesi açısından câlib-i dikkattir.

Ancak idarenin Kureyş’te olmasını Allah Rasûlü (s.a.v) “dini ayakta tuttukları müddetçe”[24] “hükmedebildikleri, âdil oldukları, kendilerine güvenilerek emanet verildiğinde ona ihanet etmeyip hakkıyla eda ettikleri ve kendilerinden merhamet istendiğinde merhamet ettikleri müddetçe”[25] ifadeleriyle kayıtlamıştır. Allah’ın dinini ayakta tutma konusunda kusur gösterir, ilâhî hudutları aşmaya başlar, adaletle hükmedemez, emanete ihanet eder ve zayıflara zulmederlerse hilafete hakları ortadan kalkar, onlara itaat etmek gerekmez, idare hususunda kendileriyle çekişmek caiz olur. Hatta bu şartları yerine getirmeyen Kureyşliler tehdit bile edilmişlerdir.[26]

Hz. Ebû Bekir Sakîfe’deki konuşmasında: “Bu (idare) işi, Allah’a itaat ettikleri ve O’nun emri üzere müstakim olarak devam ettikleri müddetçe Kureyş’tedir. Bu size ulaşmıştır veya onu Rasûlullah (s.a.v)’den işitmişsinizdir. «…Birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir»[27]. Biz emiriz, siz vezirsiniz, dinde kardeşlerimiz ve o hususta ensarımız (yardımcılarımız)sınız” demişti. Ondan sonra Ömer (r.a) konuşmasında: “Allah adına size yemin veriyorum ey ensar topluluğu! Rasûlullah (s.a.v)’i işitmediniz mi veya sizden kim onu şöyle buyururken işitti: «İdareciler, Allah’a itaat ettikleri ve O’nun emri üzere müstakim olarak devam ettikleri müddetçe Kureyş’tendir” diye sordu. Ensardan bazıları: “Evet, işittik, şimdi hatırladık” dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Biz de bu işi ancak bundan dolayı istiyoruz. Sakın hevanızın peşine düşmeyin, haktan başka ancak dalâlet vardır, nasıl da döndürülüyorsunuz?” dedi.[28]

Kalʻâcî, Hz. Ebû Bekir’in bu sözünden, hilafetin mutlaka Kureyş’te olmadığını çıkarır. Bilâkis Kureyş Allah’ın emrini insanlar arasında ikame etmeye kâdir oldukları müddetçe hilafet Kureyş’tedir. Bunu gerçekleştirmekten âciz kalırlarsa veya Allah’ın emrini insanlar arasında ikame etmeye onlardan daha kâdir biri çıkarsa hilafet Kureyş’ten ona geçer.[29]

Demek ki hilafetin Kureyş’ten olması şartı, o zamanki şartlar gereği insanların ancak onlara itaat etmesi ve hâkimiyeti ancak onların sağlayabilecek olması sebebiyledir. Asıl üzerinde durulan mesele dinin ayakta tutulması ve Müslümanların adaletle idare edilmesidir. Bunu sağlayan kişi halife olarak kabul edilebilir.

c) Halifenin Tayini

Yine klasik dönem İslâm amme hukuk doktrininde halifenin şûra veya ehlü’l-hal ve’l-akd denilen (ümmetin bilgili, seçkin ve toplumda hürmet gösterilen temsilcilerinden oluşan) kurulun seçimiyle veya bir nevi genel seçim demek olan halkın beyʻatıyla iş başına gelmesinin önemi vurgulanır.

İbn Kesîr, devlet başkanının nasıl tayin edileceği hususundaki ihtilafları dile getirerek Hulefâ-i Râşidîn üzerinden bunları şöyle örneklendirir: “Ehl-i Sünnet âlimlerinden bir grubun Ebû Bekir hakkında dedikleri gibi devlet başkanlığı ancak nas ile tayin edilir. Veya yine Ehl-i Sünnet’ten diğer bir grubun dediği gibi devlet başkanına yapılan ima ile seçilir. Veya Hz. Ebû Bekir’in Ömer’i tayini gibi mevcut halifenin kendisinden sonra birini tayin etmesiyle olur. Veya Hz. Ömer’in yaptığı gibi mevcut halife tercihi salih insanlardan oluşan bir şûrâ heyetine bırakır. Veya Ehl-i hall ve’l-akd’in, birine beyʻat etmek üzere icma etmesi veya içlerinden birinin beyʻat etmesiyle olur. Cumhura göre buna itibar edilir. İmamu’l-Harameyn bununla ilgili icma olduğunu söyler. En iyisini Allah bilir. Veya bir kişinin insanları zorla itaat altına almasıyla olur. Ayrılık ve ihtilafa yol açmamak için ona itaat edilir. Şâfiî bu şekilde ifade etmiştir.”[30]

İslâm âlimleri, dinî kuralları açıkça çiğneyen halifenin vazifeden azledileceğini, halifenin ilâhi bir gücünün bulunmadığını ve ümmete ait hâkimiyeti temsil ettiğini, ferdî olarak Allah’a karşı sorumluluk taşıması yanında vazifesi sebebiyle müslümanlara karşı da mesuliyetinin olduğunu söylemişlerdir.[31]

Ümmete ait olan bu hâkimiyetin halife tarafından nasıl kullanılacağı, adının ne olacağı, dünyada müslümanların tek bir devlet veya organizasyon altında birleşmeleri, anayasal kurumların oluşum ve vazife dağılımı gibi daha çok şekille ilgili konular ise İslâm’ın umumi esaslarıma aykırı düşmediği müddetçe her toplumun şart ve imkânları dâhilinde belirleyip karar vereceği hususlar olarak görülebilir.[32]

Mevcut halifenin kendi yerine geçecek kişiyi belirlemesinin aday gösterme mi yoksa tayin mi olduğu hususu müslüman amme hukukçuları arasında tartışılmıştır. İslâm hukukçuları umumiyetle, her durumda halktan veya ehlü’l-hal ve’l-akdden beyʻat alınması gereği üzerinde durarak halifenin yetkisini veraset ve saltanat usulünden değil ümmetten aldığı fikrini vurgulamaya çalışırlar.[33]

Günümüz araştırmacılarından bu fikri savunan Ekrem Ziyâ Ömerî şöyle der: “İnsanların halifeye bey’at etmesi gösteriyor ki sultanın (hüküm ve idarenin) kaynağı ümmettir. Sulta teokratik değildir, insanlardan hiçbirine Allah tarafından verilmiş bir salâhiyet de değildir. Bilâkis o, müslümanlarla idarecileri arasında bir akit, bir anlaşmadır. İdareci Allah’ın dinini korur, hükümlerini icra eder, halkın maslahatlarını gerçekleştirir. Buna mukabil müslümanlar da zorlukta ve kolaylıkta, hoşlandıkları ve hoşlanmadıkları durumlarda her hâlükârda ona itaat ederler. İslâm’da rahiplik yoktur, idarenin bazı insanlara Allah tarafından kutsal bir vazife olarak verildiği inancı da yoktur. Bilâkis ümmet ve idareci olmak üzere iki tarafın da hür bir şekilde katıldığı bir bey’at vardır. Bütün mana derinliğiyle ve mesuliyetleriyle… Bu derinlik ve mesuliyetler ise şu âyet-i kerimenin mânâsından kaynaklanmaktadır: “Muhakkak ki sana beyʻat edenler ancak Allah’a bey’at etmektedirler…”[34]

Hz. Ebû Bekir’in halife olduktan sonraki hutbesine bakıldığında, idareci ile halkın arasındaki alâkayı en güzel şekilde ortaya koyduğunu görürüz. Buna göre halifenin o makama gelişi ümmetin iradesiyle ve açık bir akitleşmeyle gerçekleşmiştir: Hükümdarın şeriata sarılmasına mukabil halk da ona itaat edecektir. Ümmet, idareciyi kontrol edecek, hayırda ona yardımcı olup eğrildiğinde siyasetini düzeltecektir. Hükümdar adaleti tesis edeceğini, cihada devam edeceğini ve toplumu ahlâkî bozukluklardan temizleyeceğini beyan etmiştir.[35]

Ömerî’ye göre Hz. Ebû Bekir’in Hz. Ömer’i yerine tavsiye etmesi, ümmetin iyiliğini düşünerek ve ehl-i hall ve’l-akd’e yol göstererek sadece bir aday teklifinden ibarettir. Bununla hilafet tahakkuk etmez. Eğer ümmet-i Muhammed bu teklife muvafakat eder ve gösterilen adaya bey’at ederse işte o zaman hilafet münʻakit olur. Müslümanlar Medine-i Münevvere’de Hz. Ömer’e bey’at edip diğer şehirlerden de onun için bey’at alınınca Hz. Ömer halife olmuş oldu.[36]

d) Halifenin Hak ve Vazifeleri

Halife seçilen kişinin bir takım hak ve vazifeleri vardır. Her şeyden önce idareciyi dinleyip itaat etmek gerektiği üzerinde çokça durulur. İslâm âlimleri bir kısım hataları sebebiyle hemen idareciye başkaldırmak gerekmediğini vurgulamışlardır. Ömer Nesefî ehl-i sünnet âlimlerinin bu konudaki görüşlerini şöyle hulâsa eder: “İmâmda (idarecide) mâsum olma şartı aranmaz. İmamın, zamanının en üstünü olması şart değildir. Allah Teâlâ’ya itaat hâlinin hâricine çıktı, fasık ve zalim oldu, diye imam azledilmez. Salih olsun facir olsun herkesin peşinde namaz kılmak caizdir.”[37] Nitekim Hulefâ-yı Râşidîn’den sonra gelen idarecilerden fısk ve günah zuhur etmiş, cevr ve cefa yayılmış ama bu, devlet başkanını azletmeyi gerektirecek bir sebep olarak görülmemiştir. Zira diğerinin zararı daha büyük olacaktır.[38]

Hadislerde Müslümanların en mühim vazifelerinden birinin, devlet başkanına itaat ve yardım etmek olduğu ifade edilir. Bu konuda Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Kim benim tayin ettiğim idareciye itaat ederse, bana itaat etmiş olur. Kim benim tayin ettiğim idareciye isyan ederse bana isyan etmiş olur. İdareci, kalkan gibidir, onun ardında düşmana karşı savaşılır. Eğer o Allah’a karşı takva sahibi olmayı emreder ve adaletle idare ederse bu sebeple ecre nail olur. Böyle yapmazsa büyük bir vebal yüklenmiş olur.”[39]

“(Sultan tarafından) üzerinize henüz âzat edilmedik ve başı kara üzüm dânesi gibi küçük ve siyah bir habeşî köle dahi vali veya emir ve memur tayin edilse, onu dinleyip itaat ediniz!”[40]

“Kim idarecisinde hoşlanmadığı bir şey görürse ona sabretsin! Zira her kim ki sultanın (himayesinde bulunan cemaatten ve İslâm birliğinden) bir karış miktarı harice çıkarak (idareciye muhalefet ve isyan halinde vefat ederse) o kimse cahiliye ölümü üzere vefat eder.”[41]

“Kim (devlet başkanına) itaatten el çekerse Kıyamet günü Allah’ın huzuruna, makbul bir mazereti olmadığı halde çıkar. Ve her kim de boynunda bir beyʻat olmadığı (müslüman idareciye tâbi olmadığı) halde ölürse, cahiliyet ölümü gibi (bir ölümle) ölür.”[42]

Seleme b. Yezîd (r.a) Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’e: “Yâ Rasûlallâh! Başımıza, bizden haklarını tam olarak isteyen ancak haklarımızı bize vermeyen idareciler gelirse ne yapalım, siz ne emir ve irade buyurursunuz?” diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.v) ondan yüz çevirdi. Bu hâl üç defa tekrar edince Eşʻas bin Kays (r.a) onu tutup çekti. Nihayetinde Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Siz söz dinleyin ve itaat edin! Onların yapmaları gereken vazifeler vardır (yerine getirirlerse ecir alırlar, getirmezlerse mes’ul olurlar), sizin de onlara karşı vazifeleriniz vardır (yaparsanız ecir alırsınız, yapmazsanız mes’ul olursunuz).”[43]

Müslüman idarecinin aleyhine çalışmanın ise insanın sırtına çok büyük bir vebal yükleyeceği ifade edilir. Ebû Zerr (r.a) (Halife ile tartışıp) Rebeze köyüne inzivaya çekildiği vakit, Irak ehlinden bir kafile ile karşılaşmıştı. Iraklılar: “Ey Ebû Zerr! Sana yapılanları işittik. İsyan bayrağını aç, sana yardım için istediğin kadar adam gelir!” dediler. Ebû Zer (r.a): “Yavaş olun ey ehl-i İslâm! Ben Rasûlullah (s.a.v)’in şöyle buyurduğunu işittim: «Benden sonra sultan olacaktır. Siz, müslümanların sultanına değer verip onu aziz tutunuz, şerefini artırınız! Zira her kim müslümanların sultanının gözden düşüp alçalması ve zelil olması için gayret ederse, İslâm’ı yaralamış ve İslâm aleyhinde fena bir gedik açmış olur ve o gediği kapatıp eski haline getirmedikçe onun tevbesi makbul olmaz».”[44]

Ebû Zerr (r.a) Minâ’da iken halife Hz. Osman’ın namazları dört rekât kıldırdığını duyunca buna çok kızmış ve ağır sözler söylemiş. Sonra da kalkıp namazı dört rekât kılmış. Kendisine: “Biraz önce Emîru’l-mü’minîn’i ayıpladın, şimdi de onun yaptığını yapıyorsun?” diye bunun sebebini sormuşlar. Bunun üzerine şu cevabı vermiş: “İhtilaf çıkarmak böyle yapmaktan daha şiddetlidir. Rasûlullah (s.a.v) bize hitapta bulundu ve şöyle buyurdu: «Şu bir gerçek ki benden sonra sultan olacak. Sakın müslümanların sultanının gözden düşüp zelil olması ve kuvvet kaybetmesi için çalışmayınız! Zira her kim müslümanların sultanının gözden düşüp alçalması ve zelil olması için gayret ederse, kendi boynundan İslâm bağını koparıp atmış olur. İslâm aleyhinde açmış olduğu bu yarayı kapatmadıkça o kimsenin tevbesi kabul olmaz. Ancak açtığı gediği kapatır -ki bunu yapması neredeyse imkânsız gibidir-, bir daha böyle bir şeye teşebbüs etmez ve sonra dönüp sultanı yücelten, onun izzeti için gayret eden kişilerden olursa o zaman tevbesi kabul edilir!».[45]

Bu konudaki naslardan, yöneticinin, Allah’ın dinini koruyup, hükümlerini icra etmek, gerekirse bunun için cihat etmek ve halkın maslahatlarını gerçekleştirmek için gayret etmesi, buna mukabil müslümanların da zorlukta ve kolaylıkta, hoşlandıkları ve hoşlanmadıkları durumlarda her hâlükârda ona itaat etmeleri gerektiği anlaşılmaktadır.

Dipnotlar:

[1] Şâh Veliyyullâh Dehlevî, İzâletü’l-hafâ an hilâfeti’l-hulefâ, thk. Takıyyüddîn en-Nedvî, Dımeşk: Dâru’l-Kalem, 1434/2013, I, 109. [2] el-Feth, 16. [3] el-Kıyâme, 17. [4] el-Feth, 21. [5] Avcı, “Hilafet” mad., DİA, XVII, 539. [6] Avcı, “Hilafet” mad., DİA, XVII, 540. [7] Avcı, “Hilafet” mad., DİA, XVII, 540. [8] en-Nisâ 4/141. [9] Dihlevî, İzâletü’l-hafâ, I, 89. [10] Dihlevî, İzâletü’l-hafâ, I, 89-94 [11] Dihlevî, İzâletü’l-hafâ, I, 251-252. [12] Bkz. Ebû Nuaym, Maʻrifetü’s-sahâbe, I, 12. [13] Buhârî, Menâkıb, 2. [14] Müslim, Fedâil, 1; Tirmizî, Menâkıb, 1. [15] Buhârî, Menâkıb, 2. [16] Ahmed, IV, 81, 83. Şuayb Arnaût, Buhârî’nin şartları üzere “sahih” olduğunu söylemiştir. Hadisin geniş tahlili için bkz. Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-âsâr (I-XVI), thk. Şuayb Arnaût, Müessesetü’r-Risâle, 1415, VIII, 153. [17] Ahmed, III, 129. [18] Dihlevî, İzâletü’l-hafâ, II, 173, 358. [19] Dihlevî, İzâletü’l-hafâ, II, 173. [20] ez-Zuhruf, 44. [21] İbn Adî, Ebû Ahmed Abdullāh b. Adî b. Abdillâh el-Cürcânî (v. 365/976), el-Kâmil fî duafâi’r-ricâl (I-IX), thk. Âdil Ahmed Abdülmevcûd - Ali Muhammed Muavviz - Abdülfettah Ebû Sünne, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1418/1997, IV, 508; Süyûtî, Abdurrahman b. Ebî Bekr, Celâlüddin (v. 911/1505), ed-Dürrü’l-mensûr fi’t-tefsîr bi’l-me’sûr (I-VIII), Beyrut: Dâru’l-Fikr, ts., VII, 380. Râvîlerinden Seyf b. Ömer zayıftır, rivayetlerinin bir kısmı meşhurdur ancak çoğunluğu “münker”dir, mütâbaat edilmez. [22] Buhârî, Menâkıb, 1. [23] Fayda, Hulefâ-yı Râşidîn Devri, s. 133. [24] Buhârî, Menâkıb, 2. [25] Ahmed, II, 270 (Şuayb Arnaût Şeyhayn’ın şartları üzere “sahih” olduğunu söylemiştir). Krş. Ahmed, III, 129, 183, IV, 396; Hâkim, IV, 546 (Zehebî “sahih” olduğunu söylemiştir). [26] Ahmed, III, 183. Şuayb Arnaût “zayıf” olduğunu söylemiştir. [27] el-Enfâl 8/46. [28] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VIII, 246/16537. Krş. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, XIII, 116. [29] Kalʻacî, Muhammed Revvâs, Mevsûatü fıkhi Ebî Bekri’s-Sıddîk, Dımaşk: Dâru’l-Fikr, 1403/1983, s. 48. [30] İbn Kesîr, Tefsîr, I, 221. [31] Avcı, “Hilafet” mad., DİA, XVII, 540. [32] Avcı, “Hilâfet” mad., DİA, XVII, 540. [33] Avcı, “Hilafet” mad., DİA, XVII, 540. [34] el-Feth 48/10; Ekrem Ziyâ Ömerî, es-Sîratü’n-Nebeviyyetü’s-Sahîha, Medîne-i Münevvere: Mektebetü’l-Ulûm ve’l-Hikem, 1415, II, 673. [35] Ömerî, Asru’l-Hilâfeti’r-Râşide, s. 53. [36] Ömerî, Asru’l-Hilâfeti’r-Râşide, s. 56. [37] Taftazânî, Şerhu’l-Akâid, s. 331-336. [38] Bkz. Taftazânî, Şerhu’l-Akâid, s. 333. [39] Buhârî, Cihâd, 109. [40] Buhârî, Ahkâm, 4. [41] Buhârî, Fiten, 2. [42] Müslim, İmâret, 58. [43] Müslim, İmâre, 49. [44] İbn Ebî Âsım, Ebû Bekir Ahmed b. Amr b. Dahhâk b. Mahled eş-Şeybânî (v. 287), es-Sünne (I-II), thk. Muhammed Nâsıruddin el-Elbânî, Beyrut: el-Mektebü’l-İslâmî, 1400, II, 513 (Elbânî “sahih” olduğunu söylemiştir); Süyûtî, Câmiu’l-ehâdîs, no: 9048. Bkz. Ahmed, V, 165; Beyhakî, Ahmed b. Huseyn b. Ali b. Musa Husrevcirdî Horasânî, Ebû Bekir (v. 458/1066), Şuabu’l-iman (I-XIV), thk. Abdülalî Abdülhamid Hâmid - Muhtâr Ahmed en-Nedvî, Riyâd: Mektebetü’r-Rüşd, 1423/2003, IX, 479/6989. [45] Ahmed, V, 165; Beyhakî, Şuab, IX, 479/6989. Şuayb Arnaût, Ebû Zer’den nakleden ravinin müphemliği sebebiyle “zayıf” olduğunu söylemiştir.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.