Hilekar Yahudi Vezirin Hikayesi

Hikâyeler

Şebnem dergisi yazarlarından Ebrar Çıtraz’ın kaleminden yavrusunu kaybetmiş anaların öyküsü, misk ü amberini yitirmiş âhuların öyküsü ve Mesnevi’de geçen Yahudi padişah ile hilekâr vezirinin hikâyesi.

Bir hazin öykü bu, bir hazanın öyküsü... Sonbahar yağmurlarıyla sararmış yaprakların öyküsü, çetin kışlar ile yıkılmış ağaçların öyküsü… Yavrusunu kaybetmiş anaların öyküsü, misk ü amberini yitirmiş âhuların öyküsü…

Yâ Rasûlallah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-… Sen vardın zamanların her birinde, Hazret-i Âdem ile başlayıp, İsrafil -aleyhisselâm-’ın üfleyeceği Sûr ile tamamlanacak bir rüyanın her anındaydın… Nûrun dolaştı nefes nefes en kıymetlilerden; rûhun dolaştı hakikati yüreğine kuşanmış yiğitlerin yüreklerinden ve takdir edilmiş gün gelince Sana ulaştı…

NASİPLİ OLANLAR GÖRDÜ

Nasipli olanlar gördü Seni, istidatlı olanlar kokladı gül râyihanı, kalbi olanlar sürdü izini, aşkla yananlar ölmedi, tıpkı Senin gibi…

Sen Efendim, doğdun âleme devir siyahtı, zifiri karanlıktı. Ebû Kubeys’ten yankılandı adın… Abdulmuttalib gözyaşıyla öptü alnını, Sen anneciğinin sâdık rüyasıydın…

Sen geldiğinde henüz toprağın altında can çekişen nice kız çocukları vardı, İbrahim’in şehri yangın yeriydi; mazlumların yere damlayan kanı henüz kurumamış, Rahman’ın beytinin hicranı üzerindeki örtüden daha koyuydu.

REVA GÖRÜLEN ZULÜM

Sen hüzünle geldin Efendim, hüzünle inleyen bir şehre… Sana revâ görülen koca bir zulümle, ne de büyük bir hüzün bıraktın! Gözlerin buğulu, gönlün umut dolu, hedefini dikip rızâya, yürüdün çağlar boyunca… Sen yürüdükçe yıkıldı zamanların Kisralarının sütunları bir bir, söndü zulümlerin ateşi, kurudu küfür bataklığı Save

Üveys’in yangınında tanıdım Seni; Mevlânâ Hazretleri’nin beyitlerinde, Ahmet Yesevî Hazretleri’nin çilehânesinde, Yûnus Emre’nin nûş ettiği vahdet meyiyle, bir sevgili kulunun gözlerinde Seni tanıdım. Seni severek kutsandı gönlüm… Sana boyanarak ipekten, atlastan libaslarla kuşandım.

Bende sakınmak istedim terk-i edebden, gönlümün hûn olmasını diledim sevginden… Mâil olup bahçendeki hurmaya, varını-yoğunu veren Mevlâ’ya… Cihanda tek itibarı Sana ümmetlik sayan güzeller okudum. Dolaştım bahçelerinde, bulundum zikirlerinde, Seni tanıdım.

Sen Efendim, Uhud günü, mübarek yanaklarının kanını daha yeni durdurmuştu can pâren Hazret-i Fâtıma... Bir an uzaklara daldı gözlerin, o uzaklarda Sana uzandı ellerim... Dokunamadı sana.

HER YER KERBALA

Sarsıldım, Sana uzak olmanın dayanılmaz sancısıyla, koştum koştum nereye baktıysam her yer Kerbelâ… Mübârek parmaklarından süzülen o pınarı buldum, lâkin kana kana içmeye mecâl bulamadım. Ayağının tozunu gördüm, eğilip koklamaya nasip bulamadım… Dünya doldu her yanıma, her yanım İblis’in Sana ulaşmama engel olması için hazırlanmış engellerle doldu, kesilip atılmış olsa da Ebû Cehil’lerin başları bedenlerinden, iç âlemde Firavunların saltanatları kurulur yeniden…

Sen Efendim, Ebvâ’da annen Âmine’nin kabrindeydin. Ellerinle kabrini düzelttin, gözyaşınla toprağını suladın. Parmaklarının arasından süzülen toprağa karıştım, yüzlerce şanslı kum zerreleri Senin elbisene, eline, koluna, ayağına tutundu ve ayrıldı aramızdan… Ben ise mâsivâya karıştım, hem de o müthiş yakınlığı hissetmişken... Savruldum, savruldum, şanslıydım ki bâd-ı sabâ ile buluştum. Nasıl bir rahmet ki, mübarek beldene ulaştım. Kader bu ya, ben yorgun, ıstıraplı ve sonunda ulaşmışken nurlandırdığın zemîne, Sen uzun bir yolculuğa çıkmıştın.

HİRA’DA TEFEKKÜR

Sen Efendim, Hira’da tefekküre dalmıştın hani… Ben semâda gözüne ilişen o yıldıza tutundum. Kendimi Sana belli etmek için her türlü yola başvurdum, o sırada bir an Süreyyâ yıldızının parlaklığına dalmış gözlerim, o yanılgıdan uyanıp tekrar Sana döndüğümde, Sen orda yoktun. O mağara boş, yâr-ı garını almış çöl yollarına revân olmuştun.

Ben Efendim, ben hep Senin iklimine yol bulup, nefsin rüzgârında savruldum. Mübârek doğumları meşk edip, gaflet uykusunda boğuldum. Bedir zaferini yaşayıp, bir cürüfatta karar kıldım.

YAHUDİ PADİŞAH İLE HİLEKÂR VEZİRİ

Mevlânâ Hazretleri, Mesnevî’de, “Yahudi Padişah ile Veziri”ni anlatıyordu. Hani Hristiyanlığı yok etmek için zulüm üstüne zulüm yapan, mü’minleri hendeklere doldurup yakan, aç arslanların önüne atıp parçalatan, etlerini diri diri demir taraklarla tırmıklayan yahudi padişahına, veziri bir teklifle gelmişti.

“-Efendim…” “Din kavun değil ki, koklayıp anlayasın. Senin zulmünden kurtulmak için îmânlarını gizliyorlar. İzin ver bana, onların arasına, onlardan biri gibi girip, îtikatlarını sarsayım.” dedi.

“-Nasıl olacak bu?” diye sordu padişah, vezir devam etti sözüne:

“-Benim kulağımı, elimi, ayağımı kestirin ve dört yol üzerinde, herkesin gelip geçtiği bir mevkide beni idam etmek üzereyken bir şefaatçi gelsin beni kurtarsın. Onların arasına girip hıristiyanlık için çektiğim zulmü anlatayım, muhabbetlerini kazanayım. Gerisi kolay, zira kalbine girdiğin insanın zihnine girmek kolaydır!”

Padişahın hoşuna gitti bu fikir ve tıpkı vezirin istediği gibi oldu her şey bir bir… Veziri bu hâlde gören ve Hazret-i Îsâ’nın semâya ref’inden sonra başsız kalmış, zulüm içinde inim inim inleyen Hristiyan cemaati, veziri, arkasından gidilecek bir lider olarak gördü ve onun âdeta mürîdi oldular. Vezirin sohbetlerine katılıp kendilerinden geçiyorlardı. Vezir ise henüz fitnesini yaymaya başlamamış, olabildiğince sağlam adımlarla ilerleyerek onların güvenlerini kazanıyordu. Lâkin Hristiyanlar içinde bir zümre vardı ki, vezirin sohbetlerine katılmıyor, bu sohbetlerden zevk almıyorlardı. Kendilerine niye bu sohbetlere katılmadığını soran diğer gruba:

“-Evet onun sözleri tatlı, ama bize tesiri acı... Sanki badem helvasına sarımsak karışmış!” diyorlardı.

Nihayetinde vezir istediğini başarmış, bu Hristiyanların büyük kısmını peşine takmıştı. İşte buna emin olunca, fitnelerini onların gönüllerine ekti bir bir ve hepsinin îtikatlarını bozdu.

Bu olan bitenlerden, vezirin sözlerindeki acılığı başlangıçta fark eden grup sâlim kaldı ancak... Peki bu grup, o acılığı nasıl sezdi? Hangi amel, onları vezirin fitnesine düşmekten muhafaza etmişti?

PEYGAMBERİMİZİN İNCİL’DE GEÇEN İSMİ

Mevlânâ Hazretleri, hikâyenin sonunda, bu soruya şöyle cevap veriyor;

“-İncil’de Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, o peygamberler başının, o sefa denizinin adı vardı;

Sıfatları, şekli, savaşı, oruç tutuşu ve yiyişi anılmıştı. Hristiyanlar tâifesi de o hitaba geldiklerinde, (“Ahmed” ism-i şerifinin geçtiği yerlerde) sevap için, yüce adı öperler, latîf vasfa yüz sürerlerdi. Bu sayede fitne esnasında o tâife, fitneden kargaşalıktan emîndiler. Onlar, “Ahmed” adının sığınağında korunmuşlardı. Onların nesli de çoğaldı, Ahmed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nûru, bunlara yardım etti, yâr oldu.

Hristiyanlardan “Ahmed” ismini hor tutan diğer fırka, fitnelerden ve fitneci vezire uymak yüzünden hor ve kıymetsiz bir hâle geldi.

Hazret-i Ahmed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in adı böyle yardım ederse, acaba nûru nasıl korur?” (Bkz: Mesnevî, 371-732)

Bu hikâyeyle yeniden umut doluyor içim. Hadi diyorum kendime, yüreğindeki muhabbeti azık bil ve yeniden çık rahmet vadilerine doğru... Kutlu dâvânın sahibine ulaş ve O’nun kurtuluş penâhında karşıla muştulu âkıbeti…

Kaynak: Ebrar Çıtraz, Şebnem Dergisi, Sayı: 177