Hızır Aleyhisselâm Kimdir?

Peygamberlere İman

Hızır Aleyhisselam kimdir? Ayet ve hadislerle Hızır Aleyhisselam hakkında bilgiler.

Hızır Aleyhisselâm Hz. Mûsâ döneminde yaşayan, kendisine ilâhî bilgi ve hikmet öğretilen kişidir. Arapça kaynaklarda hadır (hadr, hıdr) şeklinde yer alan ve Arapça menşeli olduğu kabul edilen kelime Türkçe’de Hızır ve Hıdır biçiminde kullanılmaktadır.

Hadır “yeşil, yeşilliği çok olan yer” mânasındaki ahdar ile eş anlamlıdır. Bu mânadan hareketle hadır kelimesinin özel isimden ziyade lakap ve sıfat olarak kabul edildiği söylenebilir. Nitekim bazı kaynaklarda Hızır’a bu ismin, kuru yerde oturduğunda altından otların yeşerip dalgalanması (Buhârî, “Enbiyâ”, 29), cennet pınarından içtiği için bastığı her yerin yeşile bürünmesi (Makdisî, III, 78) sebebiyle verildiği kaydedilmektedir.

HZ. HIZIR'IN SOYU

Bazı İslâmî kaynaklarda Hızır’ın asıl adı ve soyu hakkında bilgi verildiği görülmektedir. Sıhhatleri tartışmalı olan rivayetlere göre Hızır, Hz. Âdem’in çocuklarından Kābil’in oğlu Hazrûn veya Hz. Nûh’un oğlu Sâm’ın torunlarından Belyâ b. Melkân yahut Hz. İshak’ın torunlarından Hazrûn b. Amâyîl’dir. Bunun yanında onun Hz. Hârûn’un soyundan geldiği, isminin Hadır b. Âmiya veya Hadır b. Fir‘avn olduğu yahut Kur’an’da adı geçen İlyâs veya Elyesa‘ın Hızır’ın kendisi olduğu öne sürülür (Ebû Hâtim es-Sicistânî, s. 3; Makdisî, III, 77; İbn Kesîr, I, 295; Diyarbekrî, I, 106). Bazı kaynaklarda ise annesinin Rum, babasının Fars olduğu kaydedilir (İbn Kesîr, I, 299; Diyarbekrî, I, 106-107).

İbn Kesîr, İslâmî kaynaklarda Hızır’ın gerçek adı olarak gösterilen Belyâ b. Melkân’ın aslında Kitâb-ı Mukaddes’teki İlya’dan bozma olduğunu belirtmiş (el-Bidâye, I, 299), bu görüşe dayanan A. J. Wensinck ve A. Yaşar Ocak gibi araştırmacılar, Hızır’ın asıl adının İlya’nın Arapçalaşmış şekli olan Belyâ olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Ancak başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere hadis, tefsir ve tarih kitaplarında yer alan Hızır ve İlyâs tasvirlerine göre İlya ile İlyâs aynı, Hızır ile İlyâs farklı kişilerdir; ayrıca bunların birlikte hareket ettiklerine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.

Buna göre halk kültüründeki Hızır-İlyâs beraberliğini ifade eden Hıdrellez telakkisinin sağlam bir temele dayanmadığı ortaya çıkar.

KUR'AN-I KERİM'DE HIZIR ALEYHİSSELÂM

Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçmemekle birlikte müfessirler tarafından Hz. Hızır’a ait olduğu kabul edilen Kehf sûresindeki kıssa özetle şöyledir: Hz. Mûsâ (a.s.) genç adamına iki denizin birleştiği yere ulaşmaya karar verdiğini söyler, bunun üzerine beraberce yola çıkarlar. İki denizin birleştiği yere varınca yanlarına aldıkları kurutulmuş balığı bir kenarda unuturlar, balık da canlanarak denize atlar. Bir müddet sonra Mûsâ (a.s.) genç adamına azığı getirmesini söyler; fakat genç adam olup biteni hatırlayarak daha önce bunu Hz. Mûsâ’ya (a.s.) bildirmeyi unuttuğu için üzüntüsünü dile getirir.

Bunun üzerine Hz. Mûsâ (a.s.) aradıkları yerin orası olduğunu söyler ve geriye dönerler. Burada kendisine Allah tarafından “rahmet ve ilim” verilmiş olan sâlih bir kul ile karşılaşırlar. Hz. Mûsâ (a.s.), sahip olduğu ilimden kendisine de öğretmesi için onunla arkadaş olmak istediğini söyler; Kur’an’ın adını bildirmediği bu kişi, iç yüzüne vâkıf olamayacağı olaylar sebebiyle bu beraberliğe sabredemeyeceğini belirtirse de Hz. Mûsâ’nın (a.s.) ısrarı üzerine, meydana gelen olaylar hakkında açıklama yapmadıkça kendisine soru sormaması şartıyla teklifi kabul eder. Hz. Mûsâ’nın (a.s.) bu şarta uyacağına dair söz vermesi üzerine yolculuğa başlarlar.

Bu zat önce bindikleri gemiyi deler, arkasından bir çocuğu öldürür, daha sonra da uğradıkları bir kasabanın halkı kendilerini misafir etmediği halde orada yıkılmak üzere olan bir duvarı düzeltir. Bu üç olayın her birinde Hz. Mûsâ (a.s.) arkadaşına davranışının sebebini sorar; arkadaşı da, “Ben sana benimle beraber olmaya sabredemezsin demedim mi?” diye uyarıda bulunur. Hz. Mûsâ (a.s.) özür dileyip yolculuğa devam etmelerini ister. Sâlih kul, birinci ve ikinci olaylardan sonra Hz. Mûsâ’nın (a.s.) ricasını kabul ederse de üçüncü olayda ayrılma vaktinin geldiğini söyler; bu arada söz konusu hadiselerle ilgili olarak davranışlarının sebeplerini de anlatır ve bunları Allah’ın emriyle yaptığını söyler (el-Kehf 18/60-82).

Bu kıssadaki üç kişiden sadece Hz. Mûsâ’nın (a.s.) adı zikredilirken diğer iki kişiden biri “genç adam” (fetâ), diğeri de ilâhî rahmet ve ilme mazhar olmuş “Allah’ın kulu” diye anılır.

HADİS-İ ŞERİFLERDE HIZIR ALEYHİSSELÂM

Hızır (a.s.) konusu başta Buhârî ve Müslim olmak üzere Tirmizî, İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel’in hadis kitaplarının çeşitli bölümlerinde geçmekte, bunlarda Kehf sûresindeki bilgiler tekrar edildiği gibi başka bilgiler de verilmektedir. Sûrede yer alan kıssanın tefsiri mahiyetindeki rivayetlerin birinde kaydedildiğine göre Saîd b. Cübeyr İbn Abbas’a, Nevf el-Bikâlî’nin Hızır kıssasında sözü edilen Mûsâ’nın İsrâiloğulları’na gönderilen Hz. Mûsâ b. İmrân (a.s.) olmayıp başka bir Mûsâ olduğunu iddia ettiğini söylemiş, İbn Abbas da, “Allah’ın düşmanı yalan söylüyor” diyerek Übey b. Kâ‘b yoluyla Hz. Peygamber’den gelen Hz.Mûsâ (a.s.) merkezli uzunca rivayeti nakletmiştir (Müsned, V, 117-119; Buhârî, “İlim”, 44; “Enbiyâ”, 27; “Tefsîr”, 18/3; Müslim, “Feżâil”, 170-173; Tirmizî, “Tefsîr”, 19/1).

Aynı konuyla ilgili ikinci rivayette kaydedildiğine göre İbn Abbas’ın bir sorusu üzerine Übey b. Kâ‘b, buradaki Mûsâ’nın İsrâiloğulları’na gönderilen Hz. Mûsâ (a.s.) olduğunu ifade eden hadisi nakletmiştir (Müsned, V, 116-117, 122; Buhârî, “İlim”, 16, 19; “Enbiyâ”, 27; “Tevĥîd”, 31; Müslim, “Feżâil”, 174). Her iki rivayette de belirtildiği üzere Hz. Mûsâ (a.s.), İsrâiloğulları’na hitap ederken kendisine insanların en bilgilisinin kim olduğunun sorulması üzerine “benim” diye cevap verip mutlak ilmin nezd-i ilâhîde olduğunu hatırlatmadığı için Allah tarafından kınanmış ve kendisinden daha bilgili Hadır adında birinin bulunduğu söylenmiştir.

Ebû Hüreyre’nin naklettiği başka bir hadiste Hz. Hızır’a bu adın verilmesinin sebebi, “Kuru yerde oturduğunda altında otlar yeşerip dalgalanır” (Buhârî, “Enbiyâ”, 27; Tirmizî, “Tefsîr”, 19/1) şeklinde açıklanmıştır. Bu rivayet Ahd-i Atîk’teki, “İşte adı Filiz olan adam ve o durduğu yerden filizlenecek” (Zekarya, 6/12) ifadesini hatırlatmaktadır. Übey b. Kâ‘b’dan rivayet edilen, râvilerinden birinin zayıf sayıldığı bir hadiste Hz. Hızır’ın Firavunlar döneminde Mısır’da yaşayan İsrâiloğulları’ndan bir genç olduğu, bir rahipten hak dini öğrenip benimsediği, fakat bunu gizli tuttuğu, nihayet boşadığı bir hanımın bu sırrı ifşa etmesi üzerine kaçıp bir adaya sığındığı bildirilir (İbn Mâce, “Fiten”, 23).

Güvenilir hadis kaynaklarında yer alan Hz. Hızır’la ilgili haberlerin, ana hatlarıyla Kur’ân-ı Kerîm’deki çerçeveyi korumakla birlikte yer yer orada bulunmayan veya müphem olan bazı ayrıntılar içerdiği de görülmektedir.

Nitekim Kur’an’da Hz. Mûsâ’nın (a.s.) Hz. Hızır’ın varlığından nasıl haberdar olduğu beyan edilmezken hadislerde bunun Hz. Mûsâ’ya (a.s.) yöneltilen bir soru üzerine Allah tarafından kendisine bildirildiği ifade edilmektedir. Ayrıca yine hadislerde Kur’an’da adı geçen Mûsâ’nın, yahudilerin iddia ettiği gibi Mûsâ b. Mîşâ değil Hz. Mûsâ b. İmrân (a.s.), yanındaki gencin Hz. Yûşa‘ b. Nûn (a.s.), ilâhî ilim ve rahmete mazhar kılınan sâlih kişinin de Hz. Hızır olduğu açıklanmakta ve Hz. Hızır İsrâiloğulları’nın eşrafından biri olarak tanıtılmaktadır. Bu haberler içinde, Kur’an’daki bilgilere aykırı bir husus mevcut olmadığı gibi Hz. Hızır’ı tarihte yaşamış sâlih bir kişi konumundan çıkarıp onun varlığını günümüze kadar devam ettiren olağan üstü bir şahsiyet olduğuna dair bilgiler de bulunmamaktadır.

Buhârî’nin Abdullah b. Abbas’ın görüşü olarak yer verdiği bir rivayette (“Tefsîr”, 18/4) buluşma yerindeki kayanın dibinde “hayat” denilen bir su kaynağı bulunduğu, damlalarının dokunduğu her şeyin canlandığı, söz konusu balığa da bu sudan birkaç damlanın isabet ettiği ifade edilmekte, Tirmizî’de ise (“Tefsîr”, 19/1) bazı insanların böyle iddia ettiği belirtilmektedir.

HZ. HIZIR YAŞIYOR MU, YOKSA ÖLDÜ MÜ?

Müteahhir hadis kaynaklarıyla tarih ve tasavvuf kitaplarında Hz. Hızır’ın efsanevi bir kişiliğe büründürülerek tarihte uzun süre yaşayanlardan olduğu, kıyamete kadar da yaşamaya devam edeceği şeklinde bilgiler yer almaktadır. Bazı hadisçilerle tarihçilerin kaydettiği rivayetlere göre Hz. Hızır’ın Deccâl’i yalanlaması için ömrünün uzatıldığı (İbn Hacer, el-İśâbe, I, 431), Deccâl’in karşısına çıkacak kişinin Hz. Hızır olacağı (Nevevî, XVIII, 72), Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde hayatta olduğu ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) elçisi olarak Enes’in kendisiyle görüştüğü (Beyhakī, V, 423), Resûlullah (s.a.v) vefat ettiği zaman gelip Ehl-i beyt’e tâziyette bulunduğu (İbn Kesîr, I, 141), Ömer b. Abdülazîz ile İbrâhim b. Edhem, Bişr el-Hâfî, Ma‘rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdâdî ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıflar tarafından görüldüğü, Hz. Hızır’ın denizlerde, Hz. İlyâs’ın karada yaşadığı, sık sık bir araya geldikleri (İbn Hacer, el-İśâbe, I, 432), Cebrâil, Mîkâil ve İsrâfil ile her yıl arefe günü Arafat’ta buluştukları haber verilmiştir. Bunlardan bir kısmı, Hz. Hızır’ın dünyanın sonuna kadar yaşamasını Hz. Âdem’in (a.s.) bir vasiyetine ve duasına (a.g.e., I, 431), bir kısmı da onun âb-ı hayâttan içmesine (Taberî, Târîħ, I, 220) bağlamaktadır. Hızır’ın uzun ömürlü olduğunu söyleyenler ise onun Hz. Mûsâ (a.s.) zamanında, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) nübüvvetinden önce veya ölümünden sonraki ilk yüzyıl içinde vefat ettiğini ileri sürerler.

HZ. HIZIR ÖLDÜ DİYENLER...

Başta Buhârî, İbrâhim el-Harbî, Ebû Hayyân el-Endelüsî, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Muhammed Abdürraûf el-Münâvî, Takıyyüddin İbn Teymiyye ve Süyûtî olmak üzere birçok hadis ve tefsir âlimi Hızır’ın hayatta olmadığını söylemiş; onun yaşadığına dair nakledilen haberler İbnü’l-Cevzî, Ali el-Kārî, Muhammed Dervîş el-Hût gibi hadis tenkitçileri tarafından reddedilmiştir. İbn Kayyim el-Cevziyye de Hz. Hızır’ın hayatına dair nakledilmiş rivayetlerin hepsinin uydurma olduğunu ifade etmiştir (el-Menârü’l-münîf, s. 67).

Hz. Hızır’ın hayatta olmadığını ileri sürenler onun öldüğüne dair Kur’an’a, sünnete ve akla dayanan çeşitli deliller zikretmişlerdir. Kur’an’ın, Hz. Muhammed’den (s.a.v.) önce birçok peygamberin gelip geçtiğini ve hiçbirine ebedî hayat verilmediğini (Âl-i İmrân 3/144; el-Enbiyâ 21/34), her nefsin ölümü tadacağını (Âl-i İmrân 3/185; el-Enbiyâ 21/35; el-Ankebût 29/57) bildiren âyetleri ve Hz. Peygamber’in vefatına yakın günlerde söylediği, “Yüz sene sonra bugün yeryüzünde yaşayanlardan hiç kimse kalmaz” (Buhârî, “İlim”, 41; Müslim, “Feżâilü’ś-śaĥâbe”, 219) sözünü delil getirmektedirler. İ

bn Kayyim ayrıca, bu konuda muhakkık ulemânın icmâının bulunduğunu söyleyerek onun yaşadığına ilişkin haberlerin doğru olmadığını değişik aklî delillerle ispat etmeye çalışmaktadır (el-Menârü’l-münîf, s. 73-76). Son devir âlimlerinden Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî ve Kâmil Miras gibi müellifler de Hz. Hızır’ın da her insan gibi öldüğü kanaatindedirler.

HZ. HIZIR PEYGAMBER Mİ, VELİ Mİ, MELEK Mİ?

İslâm âlimleri Hızır’ın peygamber, velî veya melek olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Onun nebî olduğunu söyleyenler Allah tarafından kendisine rahmet ve ilim verilmiş olmasını (el-Kehf 18/65), kıssada anlatılan işleri kendiliğinden yapmadığı yönünde açıklama yapmasını (el-Kehf 18/82), vahiy ile yönlendirilmesini, sahip olduğu bilgiler dolayısıyla Hz. Mûsâ’dan (a.s.) üstün bir konumda tanıtılmasını delil gösterirler.

Hz. Hızır’ın velî olduğunu kabul edenler ise ona verilen bilginin doğrudan Allah’tan gelen bir ilham olabileceğini söylerler. İbn Teymiyye, Hızır kıssasını ileri sürerek velîlerin şeriatın dışına çıkabileceklerini söylemenin yanlış olduğunu kaydeder. Ona göre Hz. Hızır’ın, Hz. Mûsâ’nın (a.s.) şeriatının dışına çıkmadığı, yaptığı işlerin gerekçesini söylediğinde Hz. Mûsâ (a.s.) tarafından onaylanmasından anlaşılmaktadır.

Ayrıca Hz. Hızır’ın nebî kabul edilmesi durumunda Hz. Mûsâ’nın (a.s.) ümmetinden olmadığını, dolayısıyla onun şeriatına uymakla yükümlü bulunmadığını da söylemek gerekir (Risâle fî ilmi’l-bâŧın ve’ž-žâhir, s. 250). Hz. Hızır’ın melek olduğu iddiası (İbn Hacer, el-İśâbe, I, 429) pek taraftar bulmamıştır. Genellikle tasavvuf erbabı onun velî olduğunu, kelâm, tefsir ve hadis âlimlerinin çoğu da nebî olduğunu düşünür.

FARKLI KÜLTÜRLERDE HIZIR TELAKKİSİ

Hızır telakkisi Nusayrîler başta olmak üzere aşırı Şiîler (Gāliyye), Yezîdîler ve Dürzîler arasında önemli bir yere sahiptir. Kur’an ve sahih hadis kitaplarında anlatılan hususlara zamanla birçok hurafe ve mitolojik unsurun eklendiği, bunun sonucunda birbiriyle ve İslâm inancıyla çelişkili yorumların ortaya çıktığı görülmektedir. Bu yeni unsurların genişleyen İslâm coğrafyasında yerli kültürlerden kaynaklandığı, meselâ Yahudilik’teki Elijah ve Hıristiyanlık’taki Saint George (Circîs) inançlarının halk kültürünün oluşmasında etkili olduğu söylenebilir. 

TASAVVUFTA HZ. HIZIR

Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan Hızır kıssası başlangıcından beri en çok tasavvuf çevrelerini ilgilendirmiştir. Bunun sebebi, kıssanın âdeta tasavvufun iki ana ilkesi olan irşadı ve ilm-i ledünnü temsil etmiş olmasıdır. Zira kıssada Allah’ın, kendisine Hz. Mûsâ’nın (a.s.) bilemediği bir ilim (ilm-i ledün) verdiği kul (Hızır) Hz. Mûsâ’ya (a.s.) kılavuzluk (irşad) etmektedir. Kıssa bundan dolayı daha IX. yüzyıldan itibaren tasavvuf çevrelerinde özel bir ilgiye mazhar olmuş ve buna tasavvufun ruhuna uygun bir yorum getirilmiştir. Bu yorumda Hz. Hızır mürşidi, Hz. Mûsâ (a.s.) müridi temsil etmektedir. Hz. Hızır’ın abdalların reisi olarak en yüksek mürşid mevkiine oturtulması tasavvufun gelişiminde önemli bir dönüm noktası teşkil etmiş, birçok sûfî Hızır tarafından irşad edildiğini ve onunla görüşüp sohbet ettiğini söylemiştir.

Mutasavvıflar genellikle Hızır’ın velî olduğunu kabul etmişler, onu melek veya peygamber olarak tanıtan rivayetleri muteber saymamışlardır. Hz. Hızır’ın hayatta bulunduğunu söyleyen mutasavvıflar pek çok sûfî ve velînin, hatta sıradan kişilerin onu gördüklerine, kendisinden öğüt ve dua aldıklarına, bazı durumlarda Hz. Hızır’ın onlara yol gösterdiğine, yardımcı olduğuna, İsm-i A‘zam'ı öğrettiğine dair birçok menkıbe rivayet ederler. Bunların en meşhuru İbrâhim b. Edhem’in sahrada Hz. Hızır’ı gördüğünü, onun uyarısıyla zühd yoluna girdiğini ve kendisinden İsm-i A‘zamı öğrendiğini anlatan menkıbedir (Sülemî, s. 31, 34).

Aynı şekilde İbrâhim el-Havvâs da Hz. Hızır’ı Sînâ çölünde görmüş ve kendisinden bilgi almıştır (Ebû Nuaym, IX, 187; İbn Hacer, I, 446). Yine Bâyezîd-i Bistâmî’nin Hz. Hızır’la birlikte yürüdüğü, Bişr el-Hâfî, Feth el-Mevsılî ve Ma‘rûf-i Kerhî’nin Hz. Hızır’ı gördükleri, Hakîm et-Tirmizî’ye Hz. Hızır’ın yol gösterdiği anlatılır. Hz. Hızır’ı görme ve ondan öğüt alma olayına sonraki mutasavvıflarda daha sık rastlanır. Serrâc, ledün ilminin kaynağı olarak gördüğü Hz. Hızır’ın Hz. Ali ile görüştüğünü kaydeder (el-Lüma, s. 179). Kuşeyrî çeşitli vesilelerle Hz. Hızır konusuna temas ederek onun bir velî olduğunu belirtir (er-Risâle, s. 475). Hücvîrî ise ondan Hz. Hızır peygamber diye söz eder (Keşfü’l-mahcûb, s. 257). Gazzâlî de Hz. Hızır’la ilgili menkıbeler nakletmiştir (İĥyâ, IV, 245, 257, 345).

HIZIR ALEYHİSSELAM’IN DOĞACAĞINI HABER VERDİĞİ HAK DOSTU

Muhtemelen ilk defa İbnü’l-Arabî, Hz. Hızır’la bir kere görüştüğünü ve ondan hırka giydiğini ifade ederek Hz. Hızır’la tasavvuf kültüründe önemli bir yere sahip bulunan hırka konusunu irtibatlandırmış oldu. Bâdisî ve İbnü’z-Zeyyât et-Tâdelî gibi Kuzey Afrikalı tasavvufî tabakat yazarları velîleri anlatmaya Hz. Hızır’la başlamışlardır.

Abdülhâlik-ı Gucdüvânî’nin doğacağını Hz. Hızır’ın önceden haber verdiği (Reşehât Tercümesi, s. 29), aynı sûfînin zikr-i hafîyi Hz. Hızır’dan öğrendiği ve Hâcegân silsilesinin “hâce” unvanıyla anılan Hz. Hızır’la başladığı kabul edilir. Hızır inancı Yesevîlik’te ve dolayısıyla Türkistan tasavvufunda da önemlidir. İnanışa göre Ahmed Yesevî’nin babası Şeyh İbrâhim 10.000 müridiyle birlikte Hz. Hızır’a arkadaş olmuştu. Yine Şeyh İbrâhim’in, halifesi olan Şeyh Mûsâ’nın kızıyla evlenmesine de Hz. Hızır delâlet etmişti. Bizzat Ahmed Yesevî Hz. Hızır’la görüşür ve irşadlarından faydalanırdı. Hatta tarikatında önemli bir yer tutan “zikr-i erre”yi ona Hz. Hızır telkin etmişti. Yesevîlik’teki tarikat asâsı da Hz. Hızır’dan kalmadır. Süleyman Ata hikemî şiirler söyleme yeteneğini Hz. Hızır’ın duası sayesinde kazanmış (Köprülü, s. 32, 37, 74, 89), Aziz Mahmud Hüdâyî Celvetiyye’deki Hızır kıyamı (nısf-ı kıyâm) zikrini Hz. Hızır’dan almıştı.

Bektaşîlik’te on iki posttan biri olan mihmandarlık postunun sahibinin Hz. Hızır olduğuna inanılır (Ahmed Rifat, s. 281; Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır, s. 168). Hz. Hızır bazan Hz. Ali’nin adı olarak da kullanılır. “Mihman Ali’dir” sözünde bu noktaya işaret vardır.

Ahzâb kitaplarında kaydedilen bazı önemli hizb ve virdlerin de Hızır tarafından öğretildiği kabul edilir. Bu örneklerde olduğu gibi mutasavvıflar tasavvuf ve tarikatlarda büyük önem verilen hırka, zikir ve tarikat esasları gibi hususları kendilerine Hz. Hızır’ın telkin ettiğine inanmışlardır. Tasavvufa Hz. Hızır aracılığıyla giren zümreye Hızıriyye denir. Kuzey Afrikalı sûfî Abdülazîz ed-Debbâğ’a da (ö. 1132/1720) Hızıriyye adıyla bir tarikat nisbet edilmiştir (Nebhânî, II, 73; Harîrîzâde, I, vr. 332b).

HIZIR İNANCININ SEMBOLİK TEVİLLERİ

İbnü’l-Arabî ve onun takipçileri bazan Hz. Hızır’la İlyâs’ı sembolik bir şekilde yorumlayıp, “Hz. Hızır bast, İhz. lyâs kabz haline işaret eder” demişlerdir. Hz. Hızır’a bastın izâfe edilmesi onun bünyesindeki kuvvetlerin madde âlemine yayılmış olmasından, İhz. lyâs’a kabzın nisbet edilmesi de onun kuvvetlerinin mânevî âleme yükselip orada büzülmüş olmasındandır (Kâşânî, s. 160). Öte yandan Kehf sûresindeki (18/60) “iki denizin birleştiği yer” ifadesinde söz konusu olan iki denizle zâhir ve bâtın ilimlerinin kastedildiğini, Hz. Mûsâ’nın (a.s.) zâhir ilmini (şeriat), Hz. Hızır’ın ise bâtın ilmini (ilm-i ledün) temsil ettiğini ileri sürenler olmuştur (Demîrî, I, 245).

İbnü’l-Arabî’nin Abdürrezzâk el-Kâşânî, Dâvûd-i Kayserî, Sadreddin Konevî gibi bazı takipçileri, Hızır’ı kıyamete kadar yaşayacak bir şahıs olarak kabul eden inancın kesin olmadığını, Hızır’ı gördüğünü söyleyen kişinin gerçekte karşısında canlanan kendine ait bir vasfı gördüğünü düşünmüşlerdir. Buna göre aslında o kişinin gördüğü şey kendi ruhunun bir tezahürü veya Rûhulkudüs’tür (Kâşânî, s. 160; İsmail Hakkı Bursevî, III, 499; Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-hak, s. 198). Ölümsüzlük hüviyeti verilen Hızır gerçek ve bağımsız bir varlık olmayıp onu gören kişinin halidir. Bu sebeple onu görme ve onunla temas etme mânevî âlemde cereyan eder. Hz. Hızır’ın ruhanî ve semavî bir varlık (melek) olduğuna inananların görüşü de bu yorumu desteklemektedir. 

Kaynak: Dia