Hızlı Namaz Kılmak Dinimizce Uygun mu?
Özellikle Teravih Namazı'nda sıkça karşılaşılan bir durum olan 'hızlı namaz kılmak' dinimizce uygun mu? Dr. Ahmet Hamdi Yıldırım anlatıyor.
NAMAZDA MANEVİ FAYDA İÇİN DİKKAT EDİLMESİ GEREKENLER
İhlâs ve huşûun kalbe yerleşerek namazdan hâsıl olacak mânevî fayda için kısaca şu hususlara riâyet îcâb eder:
1. Huzûr-i kalb: Gönlü, sadece okunan duâ, tesbîh ve âyet-i kerîmelerin rûhâniyetine bürümek. Mâsivâ ile meşguliyeti tamamen kesmek. Zîrâ türlü türlü düşünce ve meşgalelerden kopmayan bir gönül, kendisini namaza teksîf edemez. Hakk’ın huzûrunda bulunabilme hâlinden gâfil olur.
İşte kul bu gafletten sıyrılıp Hakk ile beraber olabilir ve lisânın telaffuz ettiği mânâların şümûlünden hisse alabilirse, o zaman huzûr-i kalb elde eder. Nitekim ehlullâh, yalnız tâdil-i erkâna riâyet etmediği namazları değil, huzûr-i kalb ile kılamadığı namazları da kazâ etmiştir. Ancak bu hâl, herkesin böyle yapmasını îcâb ettirmemekle birlikte namazdaki huzûr-i kalbin ehemmiyetini îzâh sadedinde câlib-i dikkat bir husustur.
Huzûr-i kalbin sebebi himmettir. Mânen yükselme arzusudur. Himmet, arzu edilen Hakk’a yakınlığın ancak namazla tahakkuk edeceğini idrâk neticesinde gerçekleşir.
2. Tefehhüm: Okuduğunun idrâki içinde olmak, mümkün mertebe ne okuduğunun şuûrunda olabilmek. Bu incelik, huzûr-i kalbden sonra en ehemmiyetli husustur. Bu da, namazdaki hâlin diğer zamanlara da taşınabilmesi noktasında büyük bir köprü vazîfesi görür.
3. Ta’zîm: Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda bulunduğunun farkında olup vücûd ve gönül huşûunu muhâfaza etmek. Yâni namaz ibâdetini gönül huzûru ve tefehhüm ile tezyîn ettikten sonra bir de ondaki âdâba riâyet içerisinde olmak demektir. Namazdaki bu edeb ve hürmet hâli, onun değerini kat kat artırarak Hakk katında musallîye şefâatçi olur. Yâni kul ta’zîm makâmında:
“Eğer namazının bir mi’râc olmasını istiyorsan, Allâh’ın azametini ve sana verdiği sayısız nimetleri tefekkür ederek kendi ibâdetini noksan say! Sakın kendi ibâdetine bakarak Allâh’a lâyıkıyla şükrettiğini sanma! Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- dahî: «Yâ Rabbî! Sana lâyıkıyla kulluk yapamadım; beni afveyle!» diye istiğfârda bulunmuştur.” îkâzından nasîb alır ve kıldığı namazdan son derece istifâde eder.
4. Heybet: Ta’zîmden doğan bir korku içerisinde bulunmak. Bu korku, kulun kendi makâmını bilmesi ve Hakk Teâlâ’nın yüce azametini müdrik olmasına vesîle olur ki, namazdaki ciddiyet ve takvâ böylece hâsıl olur. Takvâ, yâni Allâh korkusu ve kalbi gafletten koruyabilme de, kulun Allâh indindeki derecesini yükselten yegâne müessirdir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“…Şüphesiz Allâh indinde en üstününüz takvâ bakımından en üstün olanınızdır…” (el-Hucurât, 13)
Ebû Zerr -radıyallâhü anh- anlatıyor:
Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- bir güz mevsiminde dışarı çıkmıştı. Ağaçlardan yapraklar dökülüyordu. Buyurdu ki:
“Yâ Ebâ Zerr! Şüphesiz ki, müslüman bir kul sırf Allâh rızâsı için (yâni ihlâs ve takvâ üzre) namaz kılarsa, onun bütün günahları şu yaprakların ağaçtan döküldüğü gibi dökülür.” (Ahmed, Tergîb)
5. Recâ: Ümidvar olmak. Namazda ta’zîmle beraber kulun Cenâb-ı Hakk’ın rızâ ve rahmetini ümîd etmesi, bu meyanda namaz sonrası da duâda bulunması, kulluk şiârındandır. Zîrâ yalnız korku, gönlü dilhûn eder ve an gelir mânevî dengeyi altüst eder. Dolayısıyla ümîd, bu tehlikeyi bertaraf edici bir vazîfe görür. Gönül âleminde muvâzeneyi te’mîn eder.
6. Hayâ: Utanmak. Bu, diğer meziyetleri tamamlayan bir ziynettir. Cenâb-ı Hakk’tan hayâ eden kul, lâubâlî hareketlerden kaçınır; bu vesîle ile namazdaki kusur, hatâ ve gafletinin farkına varır. Amellerine güvenme illetine yakalanmaz. Hadîs-i şerîfte buyurulan:
“Hiç kimse bundan dolayı (yâni namazla günahların afvolunmasından ötürü) kendine güvenmemeli.” (Fezâil-i A’mâl, 251) sırrına nâil olur.
İşte namaz vesîlesiyle günahlar nasılsa afvoluyor diyerek gaflete düşmemenin yegâne çâresi, hayâya bürünmek ve namazdaki edebi her zaman muhâfaza etmektir. Zîrâ afv, Allâh’ın lutuf, kerem ve merhametle muâmelesidir. Rahmetinin muktezâsıdır. Yoksa yaptığımız ibâdetlerin iç yüzleri bizlere de mâlûmdur ki, bunlar, gerçek mânâda yüce Allâh’ın şânına lâyık ibâdetler değildir. Ancak bu hakîkati bilerek büyük bir mahviyet ve hayâ içinde edâ edilen ibâdetler de, Cenâb-ı Hakk’ın fazl u ihsânı bereketiyle kulu rahmet-i Rahmân’a ve rızâ-yı ilâhîye nâil eyler.
Bütün bu husûsiyetlerin özü şudur ki, namazda kalbin huşûu ile bedenin ritmini birleştirmeyen kimse, namazın hakîkatine nâil olamaz. O hâlde hem rûhen hem de bedenen namazın hakîkatine hazır olmak gerekmektedir. Öyle ki, kalb ve vücûd bütünlüğünü zedeleyen hususları bertaraf sadedinde kulun beşerî vasfı göz önünde bulundurularak zihnin gafletten korunması için hadîs-i şerîfte:
“Yemek ile namaz bir araya geldiği vakit, yemeği namaz üzerine takdîm edin!” (Buhârî, Müslim) buyurulmuştur.
Kaynak: İslam İman İbadet, Osman Nuri Topbaş