Hizmet Ehlinin Gönlü Nasıl Olmalı?

Hizmet ehlinin gönlü münbit bir toprak gibi olmalı, kalbindeki bütün güzellikler, manzaralar, kudret akışları, tabiî bir şiir hâlinde hizmet edilenlere in’ikâs etmelidir. Bu hâle sâhip olabilmek için şu esâslara dikkat etmek lâzımdır...

KALBİN DÂİMA ALLAH İLE BERABER OLMASI

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sâhipleri için nice âyet ve deliller vardır. O gerçek akıl sâhipleri ki, ayakta iken, otururken ve yatarken Allâh’ı sürekli zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler de, «Rabbimiz! Sen bunları boş yere yaratmadın. Sen’i bundan tenzih ederiz! Bizi cehennem azabından koru!» (derler).” (Âl-i İmrân, 190-191)

...Bilesiniz ki kalbler, ancak Allâh’ın zikri ile huzur bulur.” (er-Ra’d, 28)

Allâh’ı zikretmek, lafzatullâhı yalnız telaffuz etmek değildir. Allâh idrâk ve şuurunu kalbe yerleştirmektir. Kalb ancak bu şekilde tatmîn olur. Allâh’a yakınlaşmanın insana verdiği saâdet, işte bu sûretle tezâhür eder.

Maiyyet-i ilâhiyye (Hak’la beraberlik şuuru) hizmet ehlinin kalbinde yer edince hizmette karşılaşılan hiçbir meşakkat onu yıldıramaz, bütün güçlükler ona kolay gelir ve hizmet şevkle îfâ edilir. Şevkle yapılan hizmetler ise hem isâbetli olur, hem de sâhibine haz ve zevk verir. Bunun için de kalb, mâsivâ muhabbetinden arınmalı Mevlâ muhabbetiyle dolmalıdır. Nitekim İbn-i Arabî’nin Mişkâtü’l-Envâr isimli eserinde nakledilen bir hadîs-i kudsîde:

“Ey Âdemoğlu! Seni kendim için, eşyâyı da senin için yarattım. Kendini, senin için yarattığım mâsivâ, yâni dünya uğruna helâk etme!” buyurulmuştur.[1]

KALBİN ALLAH VE RESÛLÜ'NÜN MUHABBETİ İLE DOLU OLMASI

Hizmette muhabbet, terakkînin başlangıcıdır. Bu nokta aslında her şeyin başladığı yerdir. Kalb bu noktadan sonra mânen inkişâf etmeye ve güzelliklerini sergilemeye başlar.

Allâh ve Rasûlü’nün sevgisi, gönlümüzdeki bütün sevgilerden daha üstün olmalıdır. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“…Mü­min­ler­de Al­lâh sev­gi­si her sev­giden da­ha şid­det­li­dir.” (el-Ba­ka­ra, 165)

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda (durgunluğa) uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allâh’tan, Rasûlü’nden ve Allâh yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise, artık Allâh’ın (azâb) emri gelinceye kadar bekleyin. Allâh, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 24)

Kalb, Allâh ve Rasûlü’nün muhabbeti ile dolu olursa, işte o zaman bütün güzellikler gönlümüze akseder. Allâh ve Rasûlü sadece satırlardan okunarak değil, sadırlardaki yâni gönüllerdeki muhabbetle tanınır. Seven, sevdiğine, muhabbeti nispetinde hayrân olur ve onu taklîd eder. Zîrâ aşk ve mu­hab­bet, iki kalb ara­sın­daki ce­re­yan hat­tı gibi­dir. Se­ven­ler, se­vdiklerini hiç­bir za­man gönüllerinden çıkarmaz ve dillerinden dü­şür­mez­ler. Sev­dik­le­ri­ne can­la­rı­nı ve mal­la­rı­nı cömertçe harcamak sû­re­tiy­le fe­dâ­kar­lık­la­rı­nın hu­zuru için­de ya­şar­lar ve ölür­ler. İşte Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i sevip O’nun muhabbetine lâyık olabilmemiz için de dilimizin salavât-ı şerîfe ile ıslak, kalbimizin sürekli O’na râbıta hâlinde olması zarûrîdir.

Kalb, Rasûlullâh’tan ne kadar in’ikâs alırsa, o derecede kemâle erer. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede Rasûlü’nü tekrîm ederek şöyle buyurur:

إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا

Şüphesiz ki Allâh ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey müminler! Siz de O’na salevât getirin ve tam bir teslimiyetle selâm verin!” (el-Ahzâb, 56)

Cenâb-ı Hak diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurmuştur:

“Andolsun ki Allâh’ın Rasûlü, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı arzulayan ve Allâh’ı çokça zikreden siz (mümin)ler için güzel bir örnektir.” (el-Ahzâb, 21)

Ashâb-ı kirâmda bu iki âyetin tezâhürünü ve muhabbetin zirveleştiğini müşâhede ederiz. Mu­hab­be­tin kay­na­ğı­na, Al­lâh ve Ra­sû­lü’nde eri­şen­ler, kı­yâ­me­te ka­dar üm­met-i Mu­ham­me­d’in seçkinleri ola­rak ya­şar­lar, fâ­nî ha­yat­la­rın­dan son­ra da hep rah­met ve du­âlar­la yâd edi­lir­ler. Bu hâ­le eri­şen sa­yı­sız Ra­sû­lul­lâh âşık­la­rın­dan ikisi­nin hâ­li şöy­le­dir:

RECÎ VAK'ASI

Al­lâh Ra­sû­lü -sallal­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- dîn-i mü­bî­ni yay­mak ve öğ­ret­mek mak­sa­dıy­la et­ra­fın­da­ki ka­bî­le­le­re mu­al­lim­ler gön­de­rir­di. Fa­kat gön­der­di­ği ba­zı mu­al­lim­le­re ihâ­net edil­miş­ti. Ni­te­kim bun­lar­dan bi­ri de “Re­cî Va­k’ası”n­da ger­çek­leş­miş­tir:

Adal ve Ka­re ka­bî­le­le­ri Al­lâh Ra­sû­lü -sallallâhu aley­hi ve sel­lem-’den İs­lâm’ı öğ­re­te­cek mu­al­lim­ler is­te­di. Ra­sû­lul­lâh -sallallâhu aley­hi ve sel­lem- de on ki­şi­lik bir he­yet gön­der­di. Kâ­fi­le Re­cî mev­kî­ne va­rın­ca tu­za­ğa dü­şü­rül­dü, se­ki­zi şe­hid edil­di, iki­si de esir alı­nıp Mek­ke­li müş­rik­le­re tes­lim edil­di.

Esir edi­len sa­hâ­bî­ler Zeyd ve Hu­beyb -ra­dı­yal­lâ­hu an­hü­mâ- idi. İki­si de zâlim müş­rik­ler ta­ra­fın­dan şe­hid edil­di. Şe­hid edil­me­den ön­ce Zeyd’e sor­du­lar.

“–Ha­ya­tı­nın kur­tul­ma­sı­na mu­kâ­bil, se­nin ye­rin­de Pey­gam­be­ri­nin ol­ma­sı­nı is­ter miy­din?”

Zeyd -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, bu su­âli so­ran Ebû Süf­yan’a acı­ya­rak bak­tı ve:

“–Be­nim, ço­luk-ço­cu­ğu­mun ara­sın­da olup Pey­gam­be­ri­min bu­ra­da ol­ma­sı­nı is­te­mek şöy­le dur­sun, O’nun aya­ğı­na di­ken bat­ma­sı­na bi­le as­lâ gön­lüm râ­zı ol­maz.” de­di.

Ebû Süf­yan bu mu­hab­bet kar­şı­sın­da don­du kal­dı:

“–Hay­ret doğ­ru­su!” de­di. “–Ben, dün­ya­da Mu­ham­med’in as­hâ­bı­nın O’nu sev­di­ği ka­dar, bir­bi­ri­ni se­ven iki kim­se da­ha gör­me­dim.”

Son­ra Hu­beyb -ra­dı­yal­lâ­hu anh-’ın ya­nı­na git­ti­ler. Ona, dî­nin­den vaz­ge­çer­se kur­tu­la­ca­ğı­nı söy­le­di­ler.

Hu­beyb -ra­dı­yal­lâ­hu anh-:

“–Dün­ya­yı ver­se­niz bi­le dî­nim­den dön­mem!” de­di.

Zeyd -ra­dı­yal­lâ­hu anh-’a sor­duk­la­rı­nı ona da sor­du­lar ve ay­nı ce­va­bı al­dı­lar.

Hu­beyb’in ise şe­hîd edil­me­den ev­vel bir tek ar­zu­su var­dı:

“Haz­ret-i Pey­gam­be­r -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e mu­hab­bet dolu bir se­lâm gön­derebil­mek!..”

Lâ­kin ki­min­le gön­de­re­bi­lir­di ki! Ya­nın­da bir tek müs­lü­man yok­tu! Göz­le­ri­ni mah­zun bir şe­kil­de se­mâ­ya kal­dır­dı ve il­ti­câ hâ­lin­de:

“–Allâ­hım! Bu­ra­da se­lâ­mı­mı Ra­sû­lul­lâh -sallallâhu aley­hi ve sel­lem-’e ulaş­tı­ra­cak kim­se yok. O’na se­lâ­mı­mı Sen ulaş­tır!” dedi.

O sı­ra­da as­hâ­bıy­la Me­di­ne’de otur­mak­ta olan Al­lâh Ra­sû­lü -sallallâhu aley­hi ve sel­lem-’in, “onun üze­ri­ne de se­lâm ol­sun” mânâsın­da:

“Ve aley­his­se­lâm” bu­yur­du­ğu­nu et­ra­fın­da­ki­ler duy­du­lar. As­hâb-ı ki­râm hay­ret­le:

“–Yâ Ra­sû­lal­lâh! Ki­min se­lâ­mı­na kar­şı­lık ver­di­niz?” di­ye so­run­ca:

“–Kar­de­şi­niz Hu­beyb’in se­lâ­mı­na.” bu­yur­du.

Ni­hâ­yet kâ­fir­ler her iki sa­hâ­bî­yi de ağır iş­ken­ce­ler al­tın­da şe­hid et­ti­ler. Şe­hid edi­lir­ken Hu­beyb -radıyallâhu anh-’ın söy­le­di­ği söz­ler­den bi­ri çok mâ­ni­dar­dır:

“Müs­lü­man ola­rak öl­dük­ten son­ra, şöy­le ve­ya böy­le öl­mek ne gam!..”[2]

GENÇ SAHABİLERİN HİZMET AŞKI

Yine Rasûlullâh muhabbeti sebebiyledir ki, O’nun mektuplarını taşıma şerefine nâil olabilmek için genç sahâbîler âdetâ yarışa girmişlerdi. O’nun arzusunu yerine getirebilme uğruna, her türlü fedâkârlığı göze alıp hiçbir mâzeret üretmeden canla başla hizmete tâlib olmuşlardı. Sarp dağlar ve ıssız çöller aşarak gittikleri diyarlarda, cellatların arasından geçip kralların huzûrunda Allâh Rasûlü’nün mektubunu büyük bir îmân cesâreti ile okumaları, onların Rasûlullâh’a duydukları engin muhabbetin müstesnâ tezâhürlerindendir.

İş­te sa­hâ­bî­nin îmân, aşk ve ce­sâ­re­ti!.. Ashâb-ı kirâmın karşılaştığı bu tab­lolar bi­zi deh­şe­te dü­şü­rür­ken, Al­lâh ve Ra­sû­lul­lâh âşık­la­rı böy­le bir man­za­ra kar­şı­sın­da as­lâ bir ür­kün­tü duy­mu­yor­lar­dı. Bü­tün gâyeleri, Al­lâh Ra­sû­lü -sallallâhu aley­hi ve sel­lem-’in te­vec­cü­hü­ne maz­har ol­mak­tı. İşte böyle bir Nebiyy-i Zîşân’ın muhabbeti ile gönülleri mâmur etmek, mukaddes hizmetlerin bereketli bir tohumu olacaktır.

Dipnotlar: [1] Mişkâtü’l-Envâr - Nurlar Hazînesi, sf. 126-127. [2] Bkz. Bu­hâ­rî, Me­gâ­zî, 10; Vâ­kı­dî, Me­gâ­zî, s. 280-281.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Vakıf-İnfâk-Hizmet, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.