Hocalık Yapan Sahabeler

Peygamber Efendimiz ve Halîfeler, İslâm dünyasının muhtelif merkezlerine pek çok âlim sahâbîyi hoca olarak gönderdi. Onlar insanlara Kur’ân’ı ve sünneti öğretiyorlardı.[1]

Meselâ Mus’ab bin Umeyr Medîne’ye muallim olarak gönderildiğinde, insanlara İslâm’ı anlatıyor ve her fırsatta Kur’ân okuyordu.[2]

Sevgili Peygamberimiz Yemen tarafına Hz. Muaz’dan başka Ali (r.a)’ı da göndermiştir. Hz. Ali diyor ki:

Yemen’den birkaç kişi Peygamber Efendimiz’e gelerek:

“–Yâ Rasûlallah! Bize dinimizi öğretecek, aramızda Allah’ın Kitâbı’yla hükmedecek kimseler gönder” dediler. Allah Rasûlü bana:

“–Ey Ali, Yemen halkına sen git, onlara sünnetleri öğret, aralarında Allah’ın Kitâbı’yla hükmet” buyurdu:

“–Ya Rasûlallah, ben genç ve tecrübesizim, bilemediğim konularla karşılaşabilirim” dedim. Bunun üzerine Efendimiz elini sadrıma koydu ve:

“–Git! Allah kalbine doğru hükmü ilkâ edecek ve diline sebât verecektir” buyurdu. Rasûlullah’ın bu sözlerinden sonra şu ana kadar verdiğim hükümlerde hiçbir zaman şüpheye düşmedim. (İbn-i Mâce, Ahkâm, 1; Hâkim, III, 146)

İHTİYAÇ OLAN BÖLGELERE DAVETÇİ VE MUALLİMLER

Rasûlullah (s.a.v)’in yaptığı gibi, Râşid Halîfeler de kendi dönemlerinde ihtiyaç olan bölgelere dâvetçi ve muallimler göndermişlerdir. Mesela Hz. Ömer (r.a), Şam vâlisinden gelen talep üzerine Muaz bin Cebel, Ubâde bin Sâmit ve Ebû’d-Derdâ’yı oraya Kur’ân-ı Kerîm’i ve dînin ahkâmını öğretmek üzere göndermiş, kendilerine:

“–Tebliğ ve tâlime Humus şehrinden başlayın. İnsanları farklı istidatlarda bulacaksınız. Bazıları vardır ki çok çabuk kavrar. Böylelerini tesbit ettiğinizde insanların bir kısmını Kur’ân öğrenmeleri için onlara yönlendirin. Humus’ta belli bir ilerleme kaydettikten sonra biriniz orada kalsın, biriniz Şam’a, diğeriniz de Filistin’e gitsin” tavsiyesinde bulunmuştur.

Bunlar Humus’ta bir süre birlikte hizmet ettikten sonra Ubâde orada kalmış Ebu’d-Derdâ Şam’a, Muaz bin Cebel de Filistin’e gitmiştir. Muâz Filistin’de vebâdan vefât edince bu sefer Ubâde oraya gelmiştir. Ebu’d-Derdâ ise hayatının sonuna kadar Şam’da kalmıştır. (İbn-i Sa’d, II, 357)

Burada dikkat çeken nokta bu kıymetli tebliğcilerin gittikleri yerde vefât edinceye kadar hizmet etmeleri ve Medine’ye geri dönmemeleridir.

O günlerle alâkalı bir hâtırayı Ebû İdris el-Havlânî şöyle anlatır:

Şam mescidine girmiştim. Orada güler yüzlü bir delikanlı ve etrâfına toplanmış bir grup insan dikkatimi çekti. Bir konuda görüş ayrılığına düştüklerinde hemen o delikanlıya başvuruyor ve fikrini kabulleniyorlardı. Bu gencin kim olduğunu sordum:

“−Muâz bin Cebel (r.a)’tır” dediler.

Ertesi gün erkenden mescide koştum. Baktım ki o genç benden evvel gelmiş namaz kılıyor. Namazını bitirinceye kadar bekledim sonra önüne geçerek selâm verdim ve:

“–Allah’a yemin ederim ki ben seni seviyorum” dedim... (Muvatta’, Şaar, 16)

MEŞHUR BİR İLİM HALKASI KURDU

Hz. Ömer tarafından Şam’a gönderilen Ebu’d-Derdâ (r.a) orada çok uzun süre yaşadı ve çok meşhur bir ilim halkası kurdu. Onun gözetimi altındaki talebelerin sayısı 1600’ü aşıyordu. Talebelerini on gruba ayırarak herbirine yetiştirdiği kişilerden ayrı bir hoca tayin etti ve her birinin gelişimini sırayla denetledi. Bu temel seviyeyi geçenler, doğrudan ondan ders alıyordu. Böylece daha ileri seviyedeki talebeler, hem Ebu’d-Derdâ (r.a) ile çalışma hem de alt seviyedeki talebelere hocalık yapma ayrıcalığına sahip oluyordu. (Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, II, 344-346)

Aynı metod başka yerlerde de tatbik edildi.[3] Hz. Ömer, Yezit bin Abdullah’ı merkezden uzakta yaşayan bedevilere Kur’ân öğretmek için gönderdi ve bedevî kabilelere giderek öğrenim derecelerini tespit için Ebû Süfyan’ı da müfettiş tayin etti. O ayrıca Medine’de de çocuklara Kur’ân öğretmesi için üç sahabîyi vazifelendirip her birine aylık 15 dirhem maaş bağladı ve yetişkinler de dahil herkese kolayından beşer ayet öğretilmesini emretti. (A’zamî, s. 127)

Hulefâ-i Râşidîn’den sonra kurulan İslâm devletleri, fethettikleri bölgelerin halklarını İslâmlaştırmak için Allah Rasûlü’nün tebliğ siyâsetini tâkip ederek bir iskân politikası çerçevesinde tebliğci ve dâvetçiler göndermişlerdir.[4]

Ebû Zer -radıyallâhu anh- şöyle derdi:

“Vallâhi Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âhirete göçerken bizi öyle bir hâlde bırakmıştı ki, kanatlarıyla uçan bir kuş hakkında bile yanımızda bir bilgi vardı. Çünkü Âlemlerin Efendisi bize:

«Cennete yaklaştıran, cehennemden de uzaklaştıran ne varsa hepsi size açıklanmış, hiçbir şey bırakılmamıştır.» buyurmuştu.” (Ahmed, V, 153, 162; Heysemî, VIII, 263)

 TÂLİM ve TERBİYE İÇİN MEKTEPLER AÇMAK

Rasûlullah (s.a.v.) okuma-yazmanın yaygınlaşması için gayret ediyor, her fırsatı değerlendiriyordu. Meselâ Bedir Harbi’nde alınan esirlerin okuma-yazma bilenlerine, fidye olarak on müslü­man çocuğa okuma-yazmayı öğretmelerini şart koşmuştu. Ge­rek bu esirler, gerekse diğer müslüman muallimler tarafından okuma ve yazma öğretilen bu mekteplere “Küttab” adı veriliyordu. (M. Hamidullâh, İslâm Peygamberi, I, 141)

O devirde çocuklara okuma-yazma ve dînî bilgilerin öğretildiği pekçok küttab” açıldı. (A. Şelebî, Tarihu’t-terbiyeti’l-İslâmiyye, Kahire 1960, s. 38-39)

Ashâb-ı kirâm evlerini de okul hâline getirmişlerdi. Suffe’nin öğretim için yetersiz kalması üzerine Medine’de ba­zı evlerde “Dâru’l-Kurrâ” denilen okullar açılmıştı. Rivayete göre Mahreme bin Nevfel’in evinin bir kısmı veya ta­mamı Kur’ân öğretimine tahsis edilmiş, Dâru’l-Kurrâ denilen bu eve, Abdullâh bin Ümmi Mektûm misâfir olmuştu. (Kettanî, Teratib, I, 56; İbn-i Abdilberr, el-İstîâb, I, 247; Makrizî, el-Mevâiz ve’l-iʻtibâr bi zikri’l-hıtati ve’l-âsâr, II, 362, Mısır, 1270h)


[1] Dârimî, Sünen, I, 135 (thk. Dahman); İbn-i Sa’d, VI, 3.

[2] İbn-i Hişâm, II, 43-46; Ebu Nuaym, Delâilü’n-nübüvve, I, 307; Heysemî, VI, 41; Zehebî, Siyer, I, 182.

[3] Belazuri, Ensâb, I, 110; Hâkim, I, 220.

[4] Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in bu uygulamasını kendisine örnek alan Osmanlı Devleti de benzer bir siyâset gütmüş ve bu gâyeyle daha çok dervişleri ve âlimleri göndermiştir. Yeni fethedilen bölgelere gönderilen bu kişilere yerleşecekleri mekânlar gösterilmiş, birçok defâ bazı köy ve beldeler kendilerine temlik edilmiştir.

Yeni fetholunan yerlere giderek buralardaki birçok bölgeye adını veren, tekke ve zâviyeler kuran ve zamanla bulundukları yerleri ilim ve irfân merkezleri hâline getiren dervişler, bölge halkının İslâmlaşmasında büyük bir vazîfe icra etmiştir.

Meselâ 1523 senesinde 7.017 nüfuslu Trabzon’un Müslüman nüfus oranı % 14,3 idi. Bu nisbet oraya gönderilen Müslümanların tebliğ faaliyetleri sâyesinde:

1553’te %46,7’ye

1583’te ise %53,62’ye yükselmiştir. Daha sonraki yıllarda da bu oran artarak devam etmiştir. (Gülfettin Çelik, s. 88)

Kaynak: Dr. Murat Kaya, İlmi Araştırmalar Merkezi (İLAM)

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.