Hristiyanlığın Kısa Tarihçesi
Hristiyan ifadesi ilk kimler için kullanıldı? Nasrani ifadesi nereden geliyor? Hz. İsa'nın (a.s) kısaca kimdir? Kurʼân-ı Kerîm, yahudî ve hristiyanların tahrif edilen yanlış inancını nasıl tashih ediyor? Hazret-i Îsâ’ya (a.s) ilk inananlar kimlerdir ve teslis inancı nedir? Günümüz Hristiyanlığının temelinin atıldığı dönem hangisidir? Hristiyanlık ve konsiller, orta çağ kilisesi ve 30 Yıl Savaşları hakkında bilinmesi gerekenler neler?
Allah tarafından bütün peygamberlere gönderilen semâvî dînin ortak adı İslâm’dır. Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- da İsrâiloğullarıʼna gönderilmiş bir İslâm peygamberidir.
Hristiyan Tabiri Ne Demektir?
İlk kez Antakya’da Hazret-i Îsâ’ya inananlar için kullanılan “hristiyan” tâbiri, “Hazret-i Îsâ’ya saygı gösterenler” mânâsına gelmektedir.
Yine hristiyanları ifade etmek için kullanılan “Nasrânî” kelimesinin köküyle ilgili olarak da farklı görüşler bulunmaktadır. Kimileri, Hazret-i Îsâ’nın doğduğu yer olan Nâsıra Kasabasıʼna izâfeten, bu dînin mensuplarına “Nasrânî” (cemîsi Nasârâ) denildiğini söylemişlerdir. Bazıları da bu tâbirin Arapçadaki “نَصَرَ : yardım etti” kelimesinden gelip “Hazret-i Îsâ’ya yardım edenler” mânâsı taşıdığını ifade etmişlerdir.
Hz. İsa'nın (a.s) Doğuşu
Îsâ -aleyhisselâm-, mûcizevî bir şekilde babasız olarak Hazret-i Meryem’den dünyaya gelmiştir. Allah tarafından kendisine vahyedilen İncil’i İsrâiloğulları’na tebliğ etmiş, fakat hayatta iken kendisine çok az kimse îmân etmiştir. Ona îmân edenler arasında 12 havârîsi meşhur olmuştur.
Diğerleri îmân etmedikleri gibi, Hazret-i Îsâ’yı öldürmeye bile teşebbüs etmişler, ancak Allah Teâlâ onu mûcizevî bir şekilde kurtarıp semâya yükseltmiştir. İsrâiloğulları ise Hazret-i Îsâ’ya benzettikleri birini (Yahuda Iskaryot’u) Romalı askerlerin yardımıyla[1] öldürüp çarmıha germişler ve öldürdükleri şahsın Hazret-i Îsâ olduğunu iddia etmişlerdir.
Kurʼân-ı Kerîm, yahudî ve hristiyanların bu yanlış inancını şöyle tashih etmektedir:
“Verdikleri sağlam sözü bozmaları, Allâhʼın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve «Kalplerimiz kılıflanmıştır!» demeleri sebebiyle (onları lânetledik, türlü belâlar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir;) tam aksine inkârları sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesnâ artık îman etmezler.
Bir de inkâr etmelerinden ve Meryemʼin üzerine büyük bir iftira atmalarından; ve «Allâhʼın elçisi Meryem oğlu Îsâʼyı öldürdük!» demeleri yüzünden (onları lânetledik).
Hâlbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara Îsâ gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler, bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler. Bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Fakat Allah onu kendisine yükseltmiştir. Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (en-Nisâ, 155-158)
Hazret-i Îsâ’ya İlk İnananlar ve Teslis İnancı
Hazret-i Îsâ’ya ilk inananlara -havârîler de dâhil olmak üzere- “yahudî hristiyanlar” denilmiştir. Hazret-i Îsâ’ya sâdık olan ve onun prensiplerine riâyet eden ilk müslümanlar, Pavlus dönemine (mîlâdî 49ʼa) kadar Hazret-i Îsâ’nın peşinden gitmiş ve Mûsâ -aleyhisselâm-ʼın şerîatine bağlı kalmışlardır.
Pavlus döneminde Hristiyanlık büyük bir tahrîfe uğramıştır. Bu dönemde;
‒Tevhidden uzaklaşılarak teslis inancı getirilmiş,
‒Mesih düşüncesi, yani Hazret-i Îsâ’nın -hâşâ- Tanrıʼnın oğlu olarak insanlığı kurtaracağı fikri ortaya atılmış,
‒Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havvâ’nın işlediği günahtan dolayı bütün insanların günahkâr olarak doğduğu ve insanlığı bu günahtan temizlemek için Hazret-i Îsâ’nın, -hâşâ- Tanrıʼnın oğlu olarak kendini fedâ ettiği inancı savunulmuş,
‒Yeni hristiyan olanların, Hazret-i Mûsâʼnın şerîatine bağlı olmalarına gerek kalmadığı, bu sebeple de domuz eti yiyebilecekleri, sünnet olma ve cumartesi gününün kudsiyetini kabul etme gibi zorunluluklarının bulunmadığı söylenmiştir.
Günümüz Hristiyanlığının Temelinin Atıldığı Dönem
Pavlus döneminde Hristiyanlık, İsrâiloğulları dışında hızlı bir şekilde yayılmaya başladı. Öyle ki, bugünkü Hristiyanlığın temelleri Pavlus tarafından atılmıştır, denilebilir.
Hristiyanlık, ilk üç asırda, gizli ve yasaklı bir din olarak yayıldı. Mîlâdî 311ʼde Milano Fermanıʼyla, diğer dinler gibi Hristiyanlığa da Roma İmparatorluğu’nda serbestlik tanındı. 380-392 yıllarına gelindiğinde ise İmparator Teodosius, Roma İmparatorluğu’nun tek resmî dîninin, artık Hristiyanlık olduğunu îlân etti.
Bu dönemde Roma ne kadar hristiyanlaşmışsa, Hristiyanlık da o kadar Romalılaşmıştır denilebilir. Zira daha önce pagan (putperest, çok tanrılı) olan Roma, bu karakterini Hristiyanlığa da taşıdı. Kiliseler; haç işaretleri, resim ve heykeller (ikonlar) ile doldu. Hristiyanlık, konsillerde çok tanrılı bir din hâline getirildi.
Putperest kültürlerde yer alan “çarmıha gerilmiş halk kahramanı” motifi, bizzat Îsâ -aleyhisselâm-’a uygulanmış ve bu hâdiseyle alâkalı olan “haç”, kutsal bir sembol hâline getirilmiştir. Çünkü haç, Hristiyanlık’tan önceki Avrupa putperestliğinde de mevcuttu.
Hristiyanlığın ilk devrelerinde Ocak ayının ilk günü yılbaşı olarak kutlanmazdı. Putperest inançlarda mevcut olan 24 Aralık ile 6 Ocak tarihleri arasında değişik günleri içine alan yılbaşı kutlamaları, hristiyanlara da sirâyet etti. Hazret-i Îsâ’nın doğumu ile alâkalı bir iddiâ ortaya atılarak 1 Ocak’ta yeni bir takvim teşekkül ettirildi ve bu gün, bayram olarak kutlanmaya başlandı.
Eski Roma ve Yunan’da, kral ve imparatorların yegâne hedefi, ölümden sonra tanrılaşmaktı. Bu anlayış da, Îsâ -aleyhisselâm- için tatbik edilmiş ve o, İncil’lerde sanki ilâhlaşan bir efsâne kahramanı gibi anlatılmıştır.
Hristiyanlık ve Konsiller
Hristiyanlık, aslî hâlini muhafaza edemediğinden, zaman içerisinde bu dînin esaslarını tespit etmek üzere birçok konsil düzenlendi:
İlk konsil, Romalılar döneminde 325’te İznik’te yapıldı ve bu konsilde Hazret-i Îsâ’nın Tanrıʼnın oğlu rab olduğu inancı benimsendi.
381’de yapılan İstanbul Konsiliʼnde de îman esaslarına “Kutsal Ruh” mefhumu ilâve edilerek onun da rab olduğuna karar verildi ve bugünkü muharref Hristiyanlığın temel inancı olan “teslis” (üç tanrı) akîdesi kabul edildi.
431ʼde yapılan Efes Konsiliʼnde Hazret-i Meryem’e “theotokos : tanrı doğuran” sıfatı verildi.[2]
787ʼde yapılan 2. İznik Konsiliʼnde, ikonlara (dînî tasvirlere) tapmanın günah olmadığına karar verildi. Hâlbuki daha öncesinde 200 yıl kadar, ikonlara tapmanın günah olup olmadığı tartışılmış, hattâ bazen imparatorlar tarafından, ikonlar yasaklanmıştı.
Bilhassa Ortodoks hristiyanlar ikonlara çok ehemmiyet verdiler. Zira onlara göre Îsâ, Meryem ve Azizlerin resimlerini ihtiva eden ikonlar da insanı Tanrıʼya ulaştıran çok önemli sembollerdir. Bu sebeple Ortodoks kiliseler ikonlarla doludur.
Katolik hristiyanlar ikonlara bu kadar ehemmiyet vermezler. Onlar yalnızca çarmıha gerilmiş Îsâ heykeli önünde ibadet ederler. Protestanlar ise kiliselerinde resim ve heykel bulundurmazlar. Sadece bir haç, ibadetleri için yeterlidir.
Orta Çağda Kilisenin Durumu
Kilise, en güçlü dönemini Orta Çağ boyunca yaşadı. Romalılar, bu dönemde Hristiyanlığa âzamî destek verdiler. Bu dönemde kilise, son derece zenginleşti. Zira kilise papazları, insanların günahlarını affettiklerini iddia ederek, yüklü miktarda para karşılığında “Endüljans” denilen belgeler dağıtmaya başladılar. Bu belgeler, güyâ para karşılığında Cennetʼten arsa satın almayı temsil ediyordu. Üstelik kilise, topladığı bu paraları yahudî tefeciler eliyle nemâlandırmış ve devasa bir ekonomik güce ulaşmıştı.
Daha sonraki dönemlerde kilise, kendi içerisinde dînî ve siyâsî birçok sebepten dolayı, iç karışıklıklarla mücadele etmek zorunda kaldı. 1054 senesine gelindiğinde, Katolik ve Ortodoks kilisesi diye ikiye bölündü. Bu iki kilise, kendi aralarında dâimâ mücadele hâlinde oldu.[3]
1204’teki 4. Haçlı Seferiʼnde, -güyâ- Konstantinopolis’i (İstanbulʼu) ve içindeki Ortodoks hristiyanları müslümanlardan korumak için Roma’dan gelen Katolik kilisesine mensup Latin hristiyanlar, yardım edecekleri yerde bu zengin şehri yakıp yıkmış ve yağmalamışlardır. Ortodoksların kutsal mekânlarını tahrip etmiş, rahiplerini asmış, patriğin tahtı üzerinde edep ve hayâ mahrumu kadınlara şarkılar söyleterek Ortodoksluğa hakaret etmiş, Bizans’ın maddî ve mânevî birçok zenginliğini Avrupa’ya kaçırmışlardır.[4]
Bu zulümleri unutmayan Ortodoks hristiyanlar, 1452’de toplanan Ortodoks konsilinde, İstanbul’u kuşatma hazırlığı yapan Osmanlı’ya karşı Roma’dan yardım isteme teklifini reddetmiş;
“‒İstanbul’da Latin papazların külâhını görmektense, müslüman sarığı görmeyi tercih ederiz.” demişlerdir.[5]
Yine bir başka Bizans tarihçisi;
“Omuzlarında Îsâʼnın haçını taşıyan bu adamlara nisbetle İsmâilîler (müslümanlar) daha insan dostu ve daha merhametlidirler.” demiştir.[6]
Böylece bizzat hristiyanlar, müslümanların kendi dindaşlarından daha adâletli, merhametli, insaflı ve hoşgörülü olduğunu îtiraf etmişlerdir.
Hristiyanlar, bozulan birliklerini yeniden tesis etmek, siyasî ve iktisadî bakımdan güçlenmek ve Kudüs gibi mukaddes beldeleri ele geçirmek maksadıyla, müslümanlara karşı birçok haçlı seferi düzenlediler. Hristiyanlar bu savaşlarda elbise ve silahlarına Hazret-i Îsâ’nın -sözde- çarmıha gerilişinin sembolü olan haç işareti taktıkları için, bu seferlere “Haçlı Seferleri” denilmiştir.
Bu savaşlarda nice mâsum müslüman katledilmiş ve İslâm toprakları yağmalanmıştır. Nitekim yüzyıllar sonra Roma Katolik Kilisesi (Vatikan), yaptıkları bu hatayı îtiraf edip bütün İslâm âleminden özür dilemek zorunda kalmıştır.
15-17. yüzyıllarda hristiyanların kilise ve papazlara olan güveni daha da sarsılmış, kilisenin baskı ve dayatmalarına karşı ilim ve fikir adamları seslerini yükseltmeye başlamış ve nihayet fikir ayrılıklarından dolayı Hristiyanlık’ta yeni mezhepler ve millî kiliseler ortaya çıkmıştır. Protestanlık, Anglikan kilisesi, Kalvinist kiliseler vb. bölünmeler, bu dönemde meydana gelmiştir.[7]
“30 Yıl Savaşları”
Ayrıca dîne dayalı fikir ayrılıkları, Avrupa’da “30 Yıl Savaşları” olarak da bilinen kanlı mezhep savaşlarına sebep olmuştur. Bu savaşlar, ancak 1648ʼde Vestfalya Antlaşmasıʼyla sona ermiştir.
Bugün Hristiyanlık, dünyanın çeşitli bölgelerinde, onlarca farklı mezhebe sahiptir. Yapılan istatistikler, Batıʼda hristiyanların hızla kilise ve dinden uzaklaştığını, ateizm, deizm, agnostisizm vb. akımlara kapıldığını, mânevî arayış içinde olanlarınsa, bir kısmının İslâm’a, bir kısmının da mistik kökenli inançlara yöneldiğini göstermektedir.
Nitekim bizzat Batılıların yaptığı bazı araştırmalara göre, dinler arasındaki bu geçişler ve nüfus artış hızı göz önüne alındığında, dünyada hristiyan ve müslüman sayısının 2050’lerde eşitleneceği, 2070’lerde ise müslüman nüfusun çoğunlukta olacağı tahmin edilmektedir.
Şüphesiz her dînin kendi içinde farklı mezhepleri ve din anlayışları vardır. Biz burada, bugün yegâne hak dîn olan İslâmʼın ve tahrîfe uğradığı için İslâmʼdan ayrılmış bulunan iki semâvî dînin, yani Yahudîlik ve Hristiyanlığın, îtikad/inanç, ibadet, muâmelât ve ahlâk anlayışları hakkında, kısa bilgiler vermeye çalışacağız.
Dipnotlar:
[1] Yahudîler Romaʼnın hâkimiyeti altında yaşadıkları için, onların kendi başlarına Hazret-i Îsâʼyı çarmıha gerecek kadar büyük bir siyâsî güçleri bulunmuyordu. Ancak Romalı makamlara Hazret-i Îsâʼyı şikâyet mâhiyetinde dînî ve siyâsî pek çok iddiâ ve iftiralarda bulunarak onun çarmıha gerilmesi yönünde bir karar çıkmasını sağlamışlardır. Nitekim başlangıçta bölgenin Romalı vâlisi, Hazret-i Îsâʼyı affetmek niyetindeydi. Fakat yahudîlerin -günümüzdeki lobi faaliyetlerini hatırlatan- baskıları neticesinde, Roma vâlisi, Hazret-i Îsâʼyı çarmıha germe şeklindeki o menfur kararı vermek zorunda kalmıştır.
[2] Antik Mısır’da bazı Firavunlar tanrılık iddia ederlerdi. Orada da Firavun doğuran İsis adlı bir “tanrı anası” figürü mevcuttu. Bu figürün önce pagan Romaʼya, Romaʼdan da Hristiyanlığa, Hazret-i Meryem hakkında söylenen “theotokos”, yani “tanrı anası” şeklinde geçtiği düşünülmektedir. Nitekim bugün Ortodoks ikonlarda yer alan, kucağında çocuk Îsâʼnın bulunduğu Meryem Ana tasviri; antik Mısırʼdaki, oğlu Horusʼu kucağında tutan İsisʼin tam bir kopyası gibidir.
Hristiyan mezhepleri arasında Hazret-i Meryemʼle ilgili tartışmalar 431 Efes Konsiliʼnden bugüne devam etmektedir. Katolikler “tanrı anası” olarak gördükleri Hazret-i Meryemʼe tâzimde aşırıya gitmişlerdir. Hattâ 1950’de Papa, Hazret-i Meryem’in bedenen de göğe yükseldiğini îlan etmiştir. Ortodokslar ise Hazret-i Meryemʼi “tanrı anası” kabul etmekle birlikte, onu da tanrılaştırdıkları gerekçesiyle Katolikleri tenkit etmektedirler. Protestanlar ise hristiyan azizlerine de Hazret-i Meryemʼe de pek fazla ehemmiyet vermezler.
[3] Ortodoks ve Katolikler arasında pek çok farklılık bulunmaktadır. Meselâ;
‒Ortodoks hristiyanlar, 325 ile 787 arasında yapılan ilk 7 konsili kabul ederler. Katolik hristiyanlarsa sonuncusu 1964ʼte yapılmış olan, toplam 22 konsil kabul ederler. (Katolik Vatikanʼın bu son konsilinde, diğer mezhep ve dinler arasında “diyalog” çağrısı yapılmıştır. Yani dinler arası diyalog, bir Vatikan projesidir.)
‒Dünyadaki bütün Katoliklerin rûhânî temsilcisi Vatikanʼdaki Papaʼdır. Ortodoksların ise birbirinden bağımsız 9 patriği ve daha alt seviyede bulunan başpiskoposlukları vardır.
‒Katoliklerin dînî, siyasî ve kültürel merkezi Roma kilisesidir ve daha ziyade Batı Avrupa ülkelerine hizmet etmiştir. Ortodoksların merkezi ise İstanbulʼdur ve Bizansʼın menfaatlerine hizmet etmiştir.
‒Katolikler Latincenin ve Latin kültürünün temsilcisi iken, Ortodokslar Grek ve Yunan kültürünün temsilcisidirler. Günümüzde her iki kilise de, milletlerin kendi dillerinde dua ve ibadet etmelerine izin vermiştir.
‒Katoliklerde ya tek başına Papa ya da bütün Katolik kiliselerini temsîlen Ekümenik Konsey yanılmaz kabul edilirken Ortodokslar patriklerinin yanılmazlığını kabul etmezler. Ortodokslukta patrik kiliseyi Kilise Sinodu (din adamları meclisi) ile birlikte yönetir. (Protestanlar ise din adamlarının dînî otoritesini tamamen reddetmişlerdir. Dînî konularda başvurulacak kaynağın din adamlarının görüşleri ve konsil kararları değil, Kutsal Kitap olduğunu, Kutsal Kitabı yorumlamanın da kimsenin tekelinde bulunmadığını, Hristiyanlığı bilen ve İncilʼi okuyabilen herkesin otorite olduğunu, hattâ ruhban olmayan laiklerin bile papazlık yapabileceğini kabul etmişlerdir.)
‒Katoliklerde ergenlik çağındaki her hristiyanın yılda bir defa günah çıkartması şarttır. Ortodokslar ise günah çıkartmayı gerekli görseler de bu hususta Katolikler kadar katı değildirler.
‒Katoliklere göre vaftiz edilmeyen çocuk, aslî günahla doğduğu için Cehennemliktir. Fakat Ârafʼa gideceğini söyleyenler de olmuştur. Ortodokslarda ise doğumla birlikte aslî günah yoktur. Ancak kişi ilk günah sebebiyle günaha meyillidir.
‒Katolikler vaftizi yalnızca su serperek, Ortodokslar ise kişiyi tamamen suya daldırarak yaparlar.
‒Katolikler Noelʼi 25 Aralıkʼta, Ortodoksların çoğunluğu ise 6 Ocakʼta kutlarlar.
‒Katoliklerde din adamlarının bekâr olması zorunludur. Ortodokslarda ise alt seviyedeki din adamları evlenebilirler, fakat bu durumda üst dereceli mevkîlere yükselemezler.
‒Katoliklerde halktan evlenenlerin boşanmasına izin yoktur. Ortodokslarda ise belli şartlarda boşanmaya müsâade edilmektedir.
‒Katolikler manastır hayatında halkla yakın irtibat içinde bulunmayı benimsemişlerdir. Ortodoks keşişler ise daha çok inzivâ hayatını benimsemişlerdir. Günümüzde kadınların ayak basmalarının yasak olduğu Yunanistanʼdaki Aynaroz Manastırları hâlen aktif hâldedir.
[4] Bkz. Olivier Clement, Din Fenomeni, (Çev: Mehmet Aydın) s. 205.
[5] Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, (Çev: Fikret Işıltan) Ankara 1999, s. 523-524.
[6] Ostrogorsky, s. 386.
[7] Mezheplerle ilgili bkz. Erdoğan Baş - Salih İnci, Ana Hatlarıyla Yahudîlik, Hristiyanlık ve İslâm, sf. 275-288.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslâm ve Muharref Dinler | 2024, Erkam Yayınları
YORUMLAR