Hucurât Suresinin Tefsiri
Dr. Adem Ergül, Hucurât suresinin tefsirini yapıyor. Hucurât suresinin tefsirini yazımızda dinleyebilir ve okuyabilirsiniz.
Hucurât sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 18 âyettir. İsmini, 4. âyette geçen ve “odalar” mânasına gelen اَلْحُجُرَاتُ (hucurât) kelimesinden alır. Bu kelime, Resûlullah (s.a.s.)’in Mescid-i Nebevî’nin etrafında ev olarak kullandığı odalara işaret eder. Resmî tertîbe göre 49, nüzûl sırasına göre 105. sûredir
6 bölümde, 18 âyetten oluşan Hucurât sûresinin tefsiri:
HUCURAT SURESİNİN TEFSİRİ DİNLE
Hucurât Sûresi 1. Kısım Tefsiri (1-2. Ayetler):
Hucurât Sûresi 2. Kısım Tefsiri (3-5. Ayetler):
Hucurât Sûresi 3. Kısım Tefsiri (6-9. Ayetler):
Hucurât Sûresi 4. Kısım Tefsiri (10-11. Ayetler):
Hucurât Sûresi 5. Kısım Tefsiri (12-13. Ayetler):
Hucurât Sûresi 6. Kısım Tefsiri (14-18. Ayetler):
Hucurât Sûresi Hakkında
Hucurât sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 18 âyettir. İsmini, 4. âyette geçen ve “odalar” mânasına gelen اَلْحُجُرَاتُ (hucurât) kelimesinden alır. Bu kelime, Resûlullah (s.a.s.)’in Mescid-i Nebevî’nin etrafında ev olarak kullandığı odalara işaret eder. Resmî tertîbe göre 49, nüzûl sırasına göre 105. sûredir
Hucurât Sûresi Konusu
Sûrede üç mühim konu işlenir. Birincisi mü’minlerin Allah ve Rasûlü’ne karşı olan vazifeleridir. Mü’minler Allah’ın ve Rasûlü’nün buyruklarına inanıp tam teslim olacaklar, hiçbir hususta onların önüne geçmeyeceklerdir. Huzurunda konuşmanın ve ses tonunu ayarlamanın ölçüsüne varıncaya kadar Allah’ın Peygamberi’ne karşı son derece tâzim, hürmet ve bağlılıklarını devam ettireceklerdir. İkincisi mü’minlerin kendi aralarındaki beşeri münâsebetlerdir. Hülasa olarak mü’minler arası kavgayı körükleyecek fitnelere karşı uyanık olmanın, sulh ve sükûneti temin etmenin, İslâm kardeşliğinin hukukunu yerine getirmeye çalışmanın ve bu kardeşliğe halel getirecek alay, kınama, sû-i zan, tecessüs ve gıybet gibi kötü ahlâktan uzak durmanın lüzûmu bildirilir. Üçüncüsü mü’minlerin diğer insanlarla münâsebetleridir. Onları insan olarak sevecek, tanışmaya öncelik verecek, onların da doğru yolu bulmaları için mallarıyla ve canlarıyla cihad edeceklerdir. Ulaştıkları her insana, en büyük nimetin İslâm’la şereflenmek olduğunu, bunun hiçbir dünyevî nimetle mukayese edilmeyeceğini öğreteceklerdir.
Hucurât Sûresi Nuzül Sebebi
Hucurât sûresi, Tahrîm sûresinden önce ve Mücâdele’den sonra Medine’de, hicretin 9. yılında nâzil olmuştur. Sûrelerin ve âyetlerin gelmesi için mutlaka özel bir sebebin bulunması gerekmemekle beraber bir olay, soru ve beklenti üzerine gelmiş birçok âyet ve sûrenin de bulunduğunu biliyoruz. Bu sûrenin ilk âyetinin, sözde veya davranışta Hz. Peygamber’in önüne geçerek veya onun sözünü keserek edebe aykırı davrananları uyarmak için geldiği nakledilmiştir (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, IV, 1712).
HUCURAT SURESİ TEFSİRİ
- Ey iman edenler! Kendi görüş ve hükümlerinizi Allah ve Rasûlü’nün verdiği hükmün önüne geçirmeyin. Allah’a gönülden saygı duyup O’na karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkiyle işiten, her şeyi hakkiyle bilendir.
Din ve şeriat vaz etmeye; kulların her türlü söz, fiil ve davranışlarının nasıl olması gerektiği hususunda kanun koymaya tek salahiyetli zat şüphesiz ki Allah Teâlâ’dır. Peygamber (s.a.s.) ise O’nun koyduğu bu kanunları vahiy yoluyla alıp tatbik eden, insanlara tebliğ eden ve eksik kalan kısımları da Allah’ın izniyle tamamlayan kişidir. Bu sebepledir ki “din” denildiği zaman Allah’ın ve Rasûlü’nün buyrukları, emir ve yasakları akla gelir. Bu emir ve yasaklara göre yaşamanın ilk şartı, bunlara “iman etmek”tir. Onların gerçekten Allah’ın emirleri olduğuna ve onlara uymanın insanın hem dünyası hem de âhireti için mahza hayır olduğuna inanmaktır. Bu sebeple, âyet-i kerîme “ey iman edenler” hitabıyla başlar. Burada mü’minlerden istenen, hayatın her alanıyla alakalı söz, fiil ve davranışlarını tanzim ederken, bu hususlarda Allah ve Rasûlü’nün emrinin ne olduğunu çok iyi bilmeleri ve tüm amellerini bu emirlere uygun olarak yapmaya çalışmalarıdır. Allah ve Rasûlü’nün emri belli iken, kendiliklerinden hüküm ortaya koymaya, ona uymaya ve başkalarını da ona uydurmaya kalkışmamalarıdır. O halde mü’minlerden kayıtsız şartsız ilâhî emirlere teslim olmaları ve bunlara aykırı davranmaktan sakınmaları istenmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah ve Rasûlü bir meselede kesin ve bağlayıcı bir hüküm verdiği zaman, mü’min erkek veya mü’min kadının, kendileriyle alakalı o meselede başka bir tercihte bulunma hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab 33/36)
Bu hususta kullarını takip eden en büyük kontrolcü de, her şeyi çok iyi işiten ve bilen Allah Teâlâ’nın bizzat kendisidir.
Muâz b. Cebel (r.a.)’ın şu tutumu, “Allah’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmemenin ne güzel bir örneği, müslümanlar için de pek mühim bir ders ve ibrettir: Resûlullah (s.a.s.) onun Yemen’e vali olarak gönderirken kendisine:
“- Önüne bir dâvâ geldiğinde ne ile hüküm vereceksin?” diye sordu. Muâz (r.a.):
“- Allah’ın kitabıyla hüküm vereceğim” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.):
“- Aradığını orada bulmazsan?” diye sorunca Muâz:
“- Resûlullah’ın sünnetiyle” diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bu kez:
“- Ya orada da bulamazsan?” buyurunca Hz. Muâz:
“- O zaman kendi görüşümle hüküm veririm” dedi. Buna çok memnun olan Allah Resûlü (s.a.s.), Muâz’ın göğsüne vurarak:
“- Resûlullah’ın elçisini, Resûlullah’ı memnun edecek şekilde cevap vermeye muvaffak kılan Allah’a hamdolsun” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Akdiye 11; Tirmizî, Ahkâm 3)
Bir gün Mescid-i Nebevî’ye gelen bir kişi, ikindi namazının farzı kılındıktan sonra mekruh vakitte namaz kılar. Bunu gören İmam Mâlik hazretleri adama müdâhale eder:
“- Yanlış yapıyorsun. Bu vakitte namaz kılmak doğru değildir.”
O kişi imamın sözünü dinleyecek yerde itiraza kalkışır:
“- Ne yâni, şimdi ben namaz kıldığım için, rükû ve secde yaptığım için mi Allah bana ceza verecek?!” diyerek kendini savunmaya çalışır.
İmam şu ibretli ve oldukça mânidâr cevabı verir:
“- Elbette Allah seni namaz kıldığın, rukû ve secde ettiğin için cezalandırmayacak. Ama Allah Resûlü (s.a.s.)’in sünnetine aykırı davrandığın için cezalandıracak!...”
Resûlullah (s.a.s.)’in sünnetine tam bir teslimiyet ve bağlılığın önemi hususunda Seyyid Nur Muhammed Bedvânî (k.s.)’un şu hâli pek ibretlidir:
“Bir gün helâya girecekti. Önce sol ayağını atması gerekirken sağ ayağını bilmeden attı. Böylece sünnet-i seniyyeye aykırı davranmıştı. Bu yüzden üç gün manevî sıkıntıya düştü. Yüce Allah’a yalvardı, yakardı… Sonunda bu sıkıntısı geçti, rahatladı.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 808)
Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Resûlü’nün katındaki şerefini haber vermekte, kıyâmete kadar gelecek tüm mü’minleri onun huzurunda edepli olmaya davet etmektedir.
- Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla yüksek sesle konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan bütün amelleriniz boşa gidiverir!
- Rasûlullah’ın huzurunda seslerini kısanlara gelince: Allah onların kalplerindeki ilâhî emirlere saygı ve bağlılık derecesini sınamış, onlar da bu sınamadan başarıyla çıkmışlardır. Onlar için bağışlanma ve pek büyük bir mükâfat vardır.
Burada Allah Resûlü (s.a.s.)’e gösterilmesi gereken edeplerden iki tanesine yer verilir:
Birincisi; Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in yanında başkalarıyla konuşurken, onun sesini bastıracak derecede yüksek sesle konuşmamak. Nitekim sahâbenin en seçkinlerinden olan Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’le ilgili şu hâdise konuyu izahta dikkat çekici bir ehemmiyete sahiptir:
Temîm Oğulları’ndan bir heyet, Peygamberimiz (s.a.s.) ile görüşme yapmak üzere gelmişlerdi. Görüşme esnâsında Hz. Ebûbekir ile Ömer (r.a.) de orada bulunuyorlardı. Bu iki güzîde sahabî, kabileye seçilecek başkan hakkında anlaşmazlığa düşüp, Efendimiz (s.a.s.)’in huzurunda biraz da münakaşa yaptılar. Haklarında bu âyet inince çok pişman oldular, üzüldüler. Bundan böyle Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.) yanında o kadar alçak sesle konuşuyorlardı ki, çoğu kere Peygamberimiz “İşitemedim, tekrarlar mısın!” demek durumunda kalıyordu. (bk. Buhârî, Tefsir 49/1-2)
İkincisi; Allah Resûlü (s.a.s.) ile konuşurken, sıradan bir insanla konuşur gibi yüksek sesle, bağırıp çağırarak konuşmamak.
Bahsi geçen edep kaideleriyle, bizzat Efendimiz (s.a.s.)’in hayatında onunla beraber bulunma saadetine eren sahâbe-i kirâma, Peygamber (s.a.s.)’e göstermeleri gereken tâzim ve hürmet öğretildiği gibi, onlardan sonra kıyamete kadar gelecek olan mü’minlere de Allah Resûlü (s.a.s.)’in bıraktığı Kur’an ve sünnet emânetlerine karşı aynı tâzim ve hürmeti göstermeleri gerektiği bildirilmektedir. Zira Âlemlerin Efendisi’ne gösterilmesi istenen hürmet, imanın bir gereğidir. Ona hürmetsizlik ise imansızlığın bir alâmetidir. Bu sebeple âyette yasaklanan hususlara dikkat etmeyenlere, “Allah’ın Peygamberi’ne karşı sergilenecek saygısız bir davranış yüzünden farkında olmadan amellerinin boşa gideceği” ikazı yapılır.
Kur’an âyetlerinin mü’min gönüllerde bıraktığı tesir ve âyetlerin mucibince amel etme hassasiyeti bakımından şu misaller gerçekten ders verici ve hayranlık uyandırıcıdır.
- “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin” (Hucurât 49/2) âyeti nâzil olduğunda ashâb-ı kirâmdan Sâbit b. Kays (r.a.) evinde oturup ağlamaya başladı. Peygamberimiz (s.a.s.), Sâbit’i bir müddet göremeyince nerede olduğunu sordu. Orada bulunanlardan biri:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Ben onun yerini biliyorum!” dedi ve hemen gidip onu evinde oturmuş, başı önünde ağlıyor vaziyette buldu.
“–Neyin var, niçin ağlıyorsun?” diye sordu. O da:
“–Hiç sorma, şer var! Sesim, Resûlullah (s.a.s.)’in sesinin üstüne çıkıyordu, bütün amellerim boşa gitti, cehennemlik oldum” cevâbını verdi. Sahâbî, Sâbit’in bu sözlerini Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e haber verdi. Efendimiz:
“–Ona git ve söyle, sen cehennemlik değil, bilâkis cennetliksin!” buyurdu. (Buhârî, Menâkıb 25;Tefsir 49/1; Müslim, İman 187)
Gür sesli bir sahâbî olan Hz. Sâbit, Allah’ın emrine itaatsizlik ettiği düşüncesine kapılarak derin bir üzüntüye gark olmuş, âdeta hayâtı kararmıştı. Ancak, gür seslilik onun tabiî hâli olduğundan ve samîmî bir kalbe sahip bulunduğundan onun durumu istisnâ teşkil etmiş ve haberi getiren sahâbî, büyük bir sevinç içinde dönerek onu cennetle müjdelemiştir.
Şu misaller, Allah Resûlü (s.a.s.)’e duyulan muhabbet, hürmet ve tâzimin zirve noktalarına işaret eder:
✺ İmâm Mâlik (r.h.), Resûlullah (s.a.s.) ile aynîleşmenin vecdi içinde yaşardı. Efendimiz’in rûhâniyetine hürmeten, Medine-i Münevvere’de hayvan üzerine binmezdi, def-i hâcete çıkmazdı. Ravza’da imam iken hep kısık sesle konuşurdu. Devrin halîfesi Ebû Câfer Mansur yüksek sesle konuşunca: “Yâ Halîfe! Bu mekânda sesini kıs! Allah’ın ihtârı senden çok daha faziletli insanlar üzerine indi” buyurmuş ve bu âyet-i kerîmeyi okumuştur.
✺ Osmanlı paşalarından meşhur Medine müdâfii Fahreddin Paşa, Resûlullah’ın rûhâniyeti rencide olur endişesiyle Ravza’nın tâmirinde vazîfe alan ustalara, herhangi bir çivi çakmak îcâb ettiği takdirde mutlaka tahta çekiç kullanılması ve çekiç ile çivi arasına da lastik bandaj konularak sükûnetin ihlâl edilmemesini emretmiştir. Bu hususta onu böylesine bir edeb ve inceliğe sevkeden de yine bu âyet-i kerîmeler olmuştur.
✺ Ahmed Han, Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimizʼe, son derece âşık bir gönle sahipti. Her gün Topkapı Sarayı’ndaki “mukaddes emânetler”i ziyaret eder ve bilhassa Efendimiz’in ayak izlerini yüzüne-gözüne sürerek dakikalarca ağlardı. Bununla da iktifâ etmeyip, Peygamber Efendimiz’in mübârek ayak izinin bir maketini yaptırmıştı. Onu kavuğunun üzerine asarak tedâîsinden feyz almaya çalışıyordu. I. Ahmed Hânʼın yanık gönlünden dökülen şu mısrâlar da, onun Efendimiz (a.s)ʼa duyduğu derin muhabbeti ne güzel aksettirmektedir:
N’ola tâcum gibi başumda götürsem dâim,
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusülʼün…
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidür,
Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün!..
Yine sultan I. Ahmed, her gün sabahleyin bir kâğıda büyük bir hürmetle “Muhammed” ism-i şerîfini yazar ve sarığının kıvrımları arasına yerleştirirdi. Bununla şunu demek isterdi:
“Benim büyüklüğüm, tâc sahibi olmakla değil, senin ism-i şerîfini her gün başımda taşımakladır yâ Rasûlâllah!”
Ve yine o Peygamber âşığı sultan:
“−Resûlullah’ın kabrinin kandillerinde zeytinyağının yanması muvâfık değildir.” diyerek Ravza-i Mutahhara’nın kandillerinde yakılmak üzere gül yağı vakfetmiştir.
✺ Sultan II. Mahmud döneminde ise, Ravza-i Mutahhara’nın yıpranan kısımlarının tamiri ve Yeşil Kubbe’nin yenilenmesi söz konusu olunca, işinin ehli mimar ve ustalar, Pâdişah emriyle derhal Medine-i Münevvere’ye gönderilmiştir.
Bu mühendis ve mimarlar, kendilerine tevdî edilen bu nâzik vazifeyi, Efendimiz (a.s.)’ın rûhâniyetini rahatsız edecek en ufak bir kabalığa veya edebe mugâyir bir harekete mahal vermeden yerine getirebilmek için, tâmirat sırasında hiç dünya kelâmı konuşmamak üzere anlaştılar. Sonra da kendi aralarında şöyle bir dil geliştirdiler:
“Sen, «Bana tuğlayı uzat yerine; Allah!» de. Ben, «Su ibriğini uzat yerine; Bismillah!» diyeyim. Sen, «Çekici uzat yerine; Lâ ilâhe illâllah!» de…”
Böylece Yeşil Kubbe, âdeta bir zikir meclisinin feyiz ve rûhâniyet iklîmi içerisinde inşâ edildi. Bu şerefli hizmette bulunan ustalar, her taşı abdestli olarak ve besmeleyle yerine koydular.
✺ Ecdâdımızın Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e olan hürmet ve tâzîminin sayısız misâllerinden bir diğeri de şudur:
- Abdülhamid Hân, Peygamber âşığı müʼminlerin, O Âlemler Sultânıʼnın nurlu eşiğine yüz sürerek muhabbetlerini arz edebilmelerini kolaylaştırmak için İstanbul’dan Medine-i Münevvere’ye uzanan bir tren yolu yaptırmıştır. Öyle ki, tren yolunun istasyonlarını da sünnet-i seniyyeye uygun olması için Peygamber Efendimiz’in seferlerinde konakladığı yerlere inşâ ettirmiştir. Ayrıca Medine Tren İstasyonuʼnu Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’in rûhâniyetini rahatsız etmemek düşüncesiyle Kubbe-i Hadrâ’dan yaklaşık 2 km. uzağa yaptırmış ve Medine içerisinde bulunan bütün raylar, -üzerinden vagonlar geçtikçe gürültü çıkarmasınlar diye- keçe ile kaplatmıştır. Keçe ile döşenen bu raylar da, Allah Resûlü’ne duyulan hürmet ve muhabbet dolayısıyla günün belli saatlerinde gülsuyu ile yıkanmıştır.
Dolayısıyla bu âyet-i kerîmeler, öncelikle Peygamberimiz (s.a.s.)’e, onun sünnetine, getirdiği dine, sonra onun izinden giden İslâm âlimlerine, yöneticilere, büyüklere gereken saygıyı göstermeyi, tüm insanlara karşı nazik ve terbiyeli davranmayı öğretmektedir.
Devam eden âyette bahsedilen şu örnek konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır:
- Rasûlüm! Seni evinin odalarının dışından yüksek sesle çağıranlara gelince, onların çoğu aklı ermez düşüncesiz kimselerdir.
- Böyle yapacaklarına, sen yanlarına çıkıncaya kadar bekleselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Bununla beraber Allah günahları çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Resûlullah (s.a.s.)’in yanında terbiye görmüş, sohbetlerine katılmış, İslâm’ın nezaket kaidelerini hazmetmiş olan sahâbe-i kirâm, Efendimiz (s.a.s.)’e karşı nasıl davranacaklarını çok iyi biliyor; ona nasıl hitap edeceklerinin ve kendisiyle ne zaman ve ne şekilde konuşacaklarının ayarlamasını çok iyi yapıyorlardı. Efendimiz (s.a.s.)’in günlük hayatından haberdar oldukları için onu uygun olmayan vakitlerde asla rahatsız etmiyorlardı. Fakat bir de bedeviler ve bedevi ruhlu bir kısım kimseler vardı ki, bunlar bu edep ve nezaket kaidelerini ne biliyor, ne de tatbik edebiliyorlardı. Zaman zaman Peygamberimiz (s.av)’i rahatsız edecek münasebetsizlikler yapabiliyorlardı. Âyet-i kerîmeler, bu tür davranışların uygun olmadığına dikkat çekmektedir.
Buraya kadar, mü’minlerin Allah’a ve Rasûlü’ne iman, itaat ve teslimiyet hususunda göstermeleri gereken edep kaideleri hatırlatıldı. Şimdi ise mü’minlerin kendi aralarındaki münâsebetleri düzenlemek üzere buyruluyor ki:
- Ey iman edenler! Size, ‘hiçbir endişe, iç burkulması duymadan dinin emir ve yasaklarını açıktan açığa çiğneyebilen ve yalana aldırmayan’ bir kimse önemli bir haber getirecek olursa bunun doğru olup olmadığını iyice araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa karşı haksız bir saldırıda bulunur, sonra da yaptığınıza pişman olursunuz!
Verilen bir haber, o haberi verenin ahlâkî durumuna göre önem kazanır. Haberi getiren şahıs, olayı bizzat gören, duyan, sözüne güvenilir dürüst bir kişi ise ona itimat edilir. Aksine o, sözüne güvenilmez, yalancı ve ahlâksız biri ise getirdiği haber iyice araştırılmadan itimada layık görülmez. Çünkü getirilen haberlere binaen verilecek kararlar doğru olursa, bunların uygulanmasından fert ve cemiyet fayda görür. Aksi halde yanlış kararlar verip fert ve toplumu sıkıntıya sokacak, hatta felakete sürükleyecek kötü bir durum da ortaya çıkabilir. İşte âyet-i kerîme mü’minleri bu hususta uyarmakta ve dikkatli olmaya çağırmaktadır. Nitekim âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi olarak rivayet edilen şu hadise gerçeği anlama açısından bize ışık tutmaktadır:
Resûlullah (s.a.s.), İslâm’ı yeni kabul etmiş bulunan Beni Mustalik kabilesine, zekâtlarını tahsil etmesi için Velid b. Ukbe’yi göndermişti. Velid oraya gitti. Fakat aralarında önceden var olan bir düşmanlıktan dolayı onlardan korktuğu için geri döndü. Üstelik Peygamberimiz (s.a.s.)’e onların zekât vermeyi reddettiklerini ve kendisini öldürmeye kalkıştıklarını söyledi. Bu haberi duyan Allah Resûlü (s.a.s.) öfkelendi ve onları cezalandırmak maksadıyla bir ordu göndermeye niyetlendi. Bazı rivayetler bu ordunun, onlara saldırmak için harekete geçtiğini, bazı rivayetler ise sadece harekete hazır olduğunu bildirmektedir. Fakat tam bu esnada, Beni Mustalik kabilesinin reisi, Hz. Cüveyriye vâlidemizin babası Haris b. Dırâr yanında bir heyetle Resûlullah (s.a.s.)’e geldi ve: “Allah’a yemin ederiz ki, değil zekât vermeyi reddedip onu öldürmeye kalkışmak, biz Velid’i görmedik bile. Biz iman üzerindeyiz ve zekât vermeye de hazırız” dedi. Bu hâdise üzerine söz konusu ayet nâzil oldu. (bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 279; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXVI, 160)
Bu yüzden mü’minleri Allah Resûlü’ne itaat konusunda uyarmak üzere şöyle buyruluyor:
- Şunu da bilin ki, aranızda her meselede kendisine müracaat etmeniz gereken Allah’ın Rasûlü bulunmaktadır. Eğer o Rasûl, birçok işte size uyacak olsa, başınız derde girer, gerçekten sıkıntıya düşersiniz. Ama Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsleyip güzelleştirdi. Buna karşılık küfürden, her türlü günahtan ve isyândan sizi iğrendirdi. İşte itikat, amel ve ahlâk bakımından doğru yolda yürüyenler, bu özellikleri taşıyan mü’minlerdir.
- Bu, Allah tarafından büyük bir lutuf ve nimettir. Allah her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
“Allah Resûlü (s.a.s.)’in onlara itaati”, çeşitli fert ve gruplar hakkında kendisine ulaştırdıkları haberlere uygun olarak ileri sürdükleri görüşleri kabul etmesi demektir. O, Allah’ın peygamberidir ve kendisine vahyolunan bilgilere göre hareket eder. Yanlış bir karar alma ihtimali doğduğu zaman, gelen vahiyler onu doğruya yönlendirir. Şayet “kendisine uyulması gereken” Peygamber (s.a.s.), “başkasına uyan kişi” durumuna düşecek olsa, işlerin tersine gitmesine sebep olacak büyük bir kargaşaya yol açar. Böylece başlar derde girer, işler sarpa sarar, haller yaman olur, çok zahmetler ve felaketler çekilir, helake doğru sürüklenmek durumunda kalınır. Nitekim burada kullanılan اَلْعَنَتُ (‘anet) kelimesi aslında “kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması” demektir. Bu da, Peygamber (s.a.s.)’i yanıltmaya çalışma cüretinin neticede ne kadar büyük bir felakete, meşakkate, sıkıntı ve günaha sebep olacağını ifadeye kâfidir.
Anlaşılan o ki, verilen haber üzere Resûlullah (s.a.s.) hemen harekete geçmemiş, teenni ile hareket etmişti. Bir kısım sahabî ise bir an önce harekete geçip, zekâtı vermekten imtina eden, üstelik Peygamber’in gönderdiği elçiyi öldürmeye kalkışan kabileye hadlerinin hemen bildirilmesini istemişlerdi. Aralarında bulunan Peygamber (s.a.s.)’e rağmen böyle bir görüş ileri sürmeleri ve bunun tatbiki konusunda ısrarcı olmaları kınanarak, bunun yersiz bir cür’et olduğu haber verilmiştir. Ancak bunlar azınlık bir gruptu. Sahâbenin çoğunluğu ise Efendimiz’in vereceği kararı beklemişlerdi. İşte bu sabır ve teenni de yine Cenâb-ı Hakk’ın onlara bir ikramıydı. Bunun sebebi Allah’ın kalplerine yerleştirdiği ve orada iyice kökleştirip güzelleştirdiği kamil bir iman; buna mukâbil yine o kalplerde küfür, günah ve isyâna karşı yer tutan büyük bir nefretti.
İslâm toplumunun, kerpiçleri birbirine kurşunla kenetlenmiş sağlam bir binâ gibi olmasını isteyen (bk. Saff 61/3) Allah Teâlâ, ister fert ister toplum bazında olsun mü’minler arasını bozacak en küçük bir pürüze müsaade etmemekte ve böyle bir şeyin olması halinde hemen bütün mü’minlerin harekete geçerek o pürüzü gidermelerini emretmektedir. Bu sebeple buyruluyor ki:
- Mü’minlerden iki grup birbiriyle çarpışacak olursa, derhal müdâhale ederek aralarını düzeltin. Buna rağmen biri ötekine saldırırsa, saldırıda bulunan taraf Allah’ın hükmüne boyun eğinceye kadar onlarla savaşın. Eğer boyun eğerlerse, o iki grubun arasını adâletle düzeltin. Adâleti uygulamada da dâimâ titiz davranın. Çünkü Allah, hak ve adâlet hususunda titiz olanları sever.
Allah Teâlâ, ister küçük ister büyük çapta olsun mü’minler arasında en küçük bir kavga ve vuruşmanın vukuuna râzı olmaz. Bununla birlikte hayatın tabii bir gereği olarak zaman zaman bu tür problemlerin meydana geldiği ve gelme ihtimalinin bulunduğu da bir gerçektir. İşte âyet-i kerîme iki mü’min arasındaki kavgadan başlayıp iki müslüman devlet arasındaki savaşa varıncaya kadar, mü’minler arasında çıkması muhtemel tüm çatışmaların durdurulup adâletle çözüme kavuşturulmasının temel esaslarını beyân etmektedir.
Öncelikle âyette yer alan şu mâna inceliklerine yer vermek faydalı olacaktır:
› Müslümanlardan iki taife “çarpıştıklarında” değil, “çarpışacak olursa” (Hucurât 49/ 9) denilmiştir. Bu ifadeden mü’minler arasında bir kavganın çıkmasının, yahut müslümanların birbirine düşmelerinin tabii olmadığı anlaşılır. Ancak böyle bir olay vuku bulursa ne yapılacağı öğretilir.
› Âyette birbiriyle vuruşan iki grubu ifade etmek için اَلْفِرْقَةُ “fırka” yerine اَلطَّائِفَةُ “taife” kelimesi kullanılmıştır. Arapça’da “fırka” kelimesi büyük bir kitleyi ifade etmek için, “taife” kelimesi ise küçük bir topluluğu belirtmek için kullanılır. Dolayısıyla böyle bir kelimenin seçilmiş olması, Allah nezdinde müslümanların aralarında büyük kitleler halinde çarpışmalarının hoş karşılanmayacağını ve bunun çok çirkin bir hâdise olduğunu ortaya koyar.
Âyetteki emrin muhatabı, vuruşan iki grubun dışında bulunup bu iki grubu barıştırma imkânına sahip tüm müslümanlardır. Böyle bir vuruşma söz konusu olunca diğer mü’minlerin seyirci kalması doğru değildir. Derhal harekete geçip onların aralarını bulmak için gayret göstermeli, onlara Allah’tan korkmalarını telkin etmeli ve tarafların ileri gelenleriyle irtibat kurarak savaşın sebeplerini araştırmalı, her türlü gayreti göstererek onları barıştırmaya çalışmalıdırlar. Şayet tarafları barıştırmak mümkün olmuyorsa, o takdirde haklının ve haksızın kim olduğunu araştırmak gerekir. Netice bakımından haklı olana yardım edilip, zulmeden tarafa engel olunmalıdır. Fakat bunu yaparken ne az ne de çok, ancak gerektiği kadar kuvvet kullanmak lazımdır. Haksızlığa engel olacağım derken haksızlık yapmamak gerekir. Çünkü hedef birilerini cezalandırma değil, Allah’ın emri haricine çıkmış olan grubu, haksız saldırılardan men ederek tekrar Allah’ın emrine uygun hale döndürmektir. Onları da günah ve isyandan korumaktır. Bu sebepledir ki haksız yere saldıran grup Allah’ın emrini kabul edip tecavüzden vaz geçtiği takdirde, onlara karşı kuvvet kullanmaya son vermek lazımdır. Bundan sonra hududu çiğneyip onlara zulmetmek doğru olmaz. Doğru olan, Allah’ın kitabı ve Peygamber (s.a.s.)’in sünneti ışığında söz konusu çatışmanın sebeplerini araştırmak ve haksızın kim olduğuna yetkililerce karar vermektir.
Önemli bir nokta da şudur ki, burada nasıl olursa olsun sadece iki tarafı barıştırmak emredilmemiş, onların “hak ve adâletle” barıştırılması gerektiği de vurgulanmıştır. Şu âyet-i kerîme, İslâm’ın hak ve adâlet anlayışını ortaya koyma açısından gerçekten muhteşemdir:
“Ey iman edenler! Kendinizin, ana-babanızın ve yakın akrabanızın aleyhinde bile olsa, Allah için doğru dürüst şâhidlik yaparak, adâleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun! Hakkında şâhidlik yaptığınız kimse zengin de olsa fakir de olsa böyle davranın. Çünkü Allah, ikisine de sizden daha yakındır, hâllerini daha iyi bilir. Şu hâlde, sakın âdil davranmaktan yüz çevirip nefsin arzularına uymayın. Eğer dilinizi eğip büker, gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün ondan yüz çevirirseniz, başınıza geleceği siz düşünün! Zira Allah, yaptığınız her şeyden hakkıyla haberdârdır.” (Nisâ 4/135)
Peygamberimiz (s.a.s.) de şöyle buyurur:
“Verdiği hükümlerde, ailesinin ve halkının yönetiminde adâletli davranan yöneticiler, kıyâmet gününde Allah Teâlâ’nın yanında nurdan yüksek koltuklar üzerinde oturacaklardır.” (Müslim, İmâret 18; Nesâî, Âdâbu’l-kudât 1)
Yöneticilerinin adâletli ve sâlih kimseler olmasının bir topluma nasıl bir huzur ve emniyet kazandırdığı hususunda şu misâl çok mânidârdır:
Mâlik b. Dinar (r.h.) anlatıyor:
“Ömer b. Abdülaziz (k.s.) hilâfet makâmına geçtiği zaman, dağlardaki çobanlar:
«–İnsanların idâresini âdaletle hükmeden sâlih bir kimse üstlendi» dediler. Onlara:
«–Bunu nereden bildiniz?» diye soruldu. Onlar da:
«–Hayvanlar bile huzur ve sükûn içinde...» diye cevap verdiler.”
Muhammed b. Uyeyne (r.h.) de şöyle der:
“Ömer b. Abdülaziz halîfe iken Kirman’da koyun güderdim. Halîfenin rûhâniyet ve adâletinden dolayı bana koyunlar ile kurtlar âdeta birlikte dolaşır gibi görünürdü. Bir gece ansızın kurtların koyunlara saldırdığını gördüm. Şaşırdım. Sanki dünya, bütün huzur ve sükûnunu kaybediyor gibiydi. İçimden: «Şu âdil ve Hak dostu halîfe ölmüş olmalı!» dedim. Araştırdım, Ömer b. Abdülaziz’in o gece vefât ettiğini öğrendim.”
Şu bilinmelidir ki, insan hakkını ilgilendiren her meselede olduğu gibi, kavga ve çatışma durumlarında da hak ve adâletle davranmak önem arzetmektedir. Bu bakımdan kimin haklı, kimin haksız olduğu dikkate alınmaksızın savaşın durdurulması, Allah nezdinde bir değer taşımaz. Ayrıca, haklı olan tarafa baskı yapıp, haksız olan diğer tarafın yanında yer alarak, iki grubu barıştırmaya kalkışmak da doğru değildir. Çünkü gerçek barış ancak hak ve adâlete dayanan barıştır. Aksi takdirde fitne ve kavga devam eder, saldırgan tarafın cesareti artar. Sonuçta da bu fitne ve kavganın illeti kalkmamış olacağından, kavga daha da çoğalır ve tekrar tekrar gün yüzüne çıkar. Efendimiz (s.a.s.)’in şu beyânı, problemin çözümünde ne güzel bir yol göstermektedir:
Bir gün Resûlullah (s.a.s.):
“Din kardeşin zâlim de olsa mazlûm da olsa ona yardım et!” buyurmuştu. Bir kişi:
“–Ya Rasûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ancak zâlimse nasıl yardım edebilirim?” diye sordu. Allah Resûlü (s.a.s.):
“–Onu zulümden alıkoyar, zulmüne mânî olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir” buyurdu. (Buhârî, Mezâlim 4; İkrâh 6. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 68)
Nitekim, zâlim padişahlardan biri iyi ve dindar bir insana:
“- İbâdetlerden hangisi daha önemlidir ve insana daha çok sevap kazandırır?” diye sorar. Dindar adam şu karşılığı verir:
“- Senin için öğlene kadar uyumak daha hayırlı ve sevaptır. Çünkü uykuda olduğun bu müddet zarfında ahaliye zulüm ve eziyetin olmaz.” (Sâdi Şirâzî, Gülistan, s. 42)
Mü’minler arası münasebetlerde dikkat edilecek en önemli düsturun din kardeşliği olduğu ve o kardeşliğin gerektirdiği hakların yerine getirilmesinin önemi anlatılmak üzere buyruluyor ki:
- Bütün mü’minler kardeştir; öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının ki O’nun rahmetine erişesiniz.
İman, tüm mü’minleri birbirine kardeş yapan en mühim bağdır. Onların hepsi nesepte olmasa dahi dinde ve haklarının korunması hususunda birbirlerinin kardeşleridirler. Bu bakımdan din kardeşliği, nesep kardeşliğinden daha sağlamdır. Çünkü nesep kardeşliği din ayrılığı halinde kesintiye uğradığı halde, din kardeşliği neseplerin farklılığı dolayısıyla kesintiye uğramaz. İman kardeşliğinin bir gereği olarak, gerek iki mü’min fert, gerek iki mü’min cemaat bozuştuklarında, hemen aralarını bulup barıştırmak, din kardeşliğinin bir gereğidir. Bu bakımdan hem din kardeşliğinin gereğini yerine getirme, hem bozuşmaktan ve kavgadan uzak durma, hem de bozuşanların aralarını düzeltme noktasında Allah’tan korkmak, Allah’ın emrine göre hareket etmek, yanlış yapıp da Allah’ın cezasına uğramaktan korkmak icap eder. Ancak böylece ilâhî rahmete ermek mümkündür.
Resûlullah (s.a.s.) iman kardeşliğinin hukuku ve ehemmiyeti hakkında şöyle buyurur:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)
Şu misâl ne kadar ibretli ve mânidârdır:
Seriyy-i Sakatî (k.s.), birgün derste talebelerine:
“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir” (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 352; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 87) hadîsini izah ederken, bir talebesi heyecanla içeri girer ve:
“–Üstâdım! Bütün mahalle yandı, kül oldu. Yalnız sizin ev kurtuldu” der. Hazret: “Elhamdülillâh!..” diye şükreder. Otuz sene sonra bir dostuna:
“–Ben o vakit; «Elhamdülillâh!..» demekle, bir anlık da olsa sırf kendimi düşünmüş, felâkete uğrayanların ıztırâbından uzak kalmış oldum. İşte, otuz senedir o andaki gafletimin tevbesi içindeyim!..” şeklinde pişmanlığını dile getirmiştir.
Bir diğer ibretli misal:
Evvelce bir ortodoks olan Yaman Dede, Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’si bereketiyle hidâyet bulmuş, içli, yanık bir Peygamber âşığı idi. Adetâ onun ve ashâbının ahlâkıyla ahlâklanmıştı. Şu hâdise, onun bu hâlini aksettirmeye kâfîdir:
Birgün derste öğrencilerinden biri sorar:
“–Hocam ağır bir günahın altında kalmayı mı, yoksa cüzzam illetine tutulmayı mı tercih edersiniz?”
Yaman Dede şöyle cevap verir:
“–Allah’ın kullarının gönül dünyasından bir an için uzaklaşmak ve duyarsız olmaktansa diri diri yanıp kül olmayı tercih ederim!”
İşte İslâm’ın insana kazandırdığı diğergâmlık, merhamet ve muhabbet ufkunun enginliği!..
Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. Din kardeşinin ihtiyâcını karşılayanın, Allah da ihtiyâcını karşılar. müslümandan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyâmet gününde ayıplarını örter.” (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58)
“Birbirinize haset etmeyin. Birbirinizin aleyhine alışverişi kızıştırmayın. Birbirinize buğzetmeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Birinizin alışverişi üzerine alışveriş yapmayın. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun! Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu küçük görmez. -Üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki- Takvâ buradadır. Kişiye kötülük olarak müslüman kardeşini küçük görmesi yeter. Her müslümanın diğerine kanı, malı ve namusu haramdır.” (Müslim, Birr 32)
O hâlde:
- Ey iman edenler! Bir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin; belki de o alaya aldıkları kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler; belki o alaya aldıkları kendilerinden daha hayırlıdır. Birbirinizi ayıplamayın; birbirinizi incitici, aşağılayıcı kötü lakaplarla çağırmayın. Bir insan iman ettikten sonra onu fâsıklığı çağrıştıran bir isimle çağırmak ne kötü bir davranıştır ve böyle yapıp imandan sonra fâsıklık damgası yemek de ne kötüdür. Bu tür davranışların ardından kim tevbe edip Allah’a yönelmezse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.
- Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini ve kusurlarını araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul edendir, engin merhamet sahibidir.
Mü’minleri birbirleriyle kardeş yapan Cenâb-ı Hak, onlardan kardeşlik hukukunu yerine getirmelerini ve hususiyle de İslâm kardeşliğini bozacak kötü huylardan uzak durmalarını istemektedir. Burada yasaklanan hususlar şunlardır:
Birincisi; alay etmek: Alay etmek; hakaret etmek, horlamak, aşağılamak ve gülünecek şekilde bir ayıp ve kusura dikkat çekmektir. Kişinin yaptığı işini veya sözünü hikâye, işaret veya imâ ile küçük görmektir. Yahut kişinin konuşmasına, işine, herhangi bir kusuruna veya suratına gülmektir. “Alay”, bir şahsı huzurunda gülünecek şekilde sözle veya hareketle tahkir etmek, onunla eğlenmektir. Fahreddin er-Râzî’nin izahına göre; “kişinin mümin kardeşine tâzim ve hürmet gözü ile bakmayıp, derecesinden düşürerek iltifat etmemesidir.” Buna göre âyet-i kerîme, “kardeşlerinizi tahkir etmeyin, küçültmeyin” buyurmuş olmaktadır.
Aslında “kadınlar”, “kavim” kelimesinin içinde olmakla birlikte, söz konusu emrin erkek ve kadınlara ayrı ayrı hatırlatılması için bunlar “kavim” ve “kadın” olarak açıkça belirtilmiştir. “Kavim” ve “kadın” kelimelerinin cemi ve nekre getirilmesinde şu incelikler vardır:
› Öncelikle İslâm’ın yalnız fertlere değil, birçok kavimlere yayılacağını hatırlatır. İslâm’ın istikbali hakkında bilgi verir.
› Alaya alma işinin zararının büyük olup ona tek başına bir erkek veya kadının devam edemeyeceğine, bunun toplumu ilgilendiren bir problem olduğuna işarettir.
› Alay eden veya maskaralık yapan kişinin yanında çoğunlukla gülüp eğlenecek ve bu şekilde ona arkadaş olacak kimselerin eksik olmayacağına ve bu yüzden tek kişinin topluluğa dönüşerek işin büyüyebileceğine de işaret eder.
Alayı yasaklamanın sebebi, “Belki o alaya aldıkları kendilerinden daha hayırlıdır” (Hucurât 49/11) cümlesidir. Alaya alınan ve eğlenilen kişinin, Allah yanında alaya alan kişiden daha hayırlı olma ihtimali daima vardır. Çünkü insanlar yalnız görülebilen halleri bilebilirler; kişinin iç yüzünü, gizli yönlerini bilemezler. Allah yanında tartı tutacak olan ise vicdanların ihlası ve kalplerin takvâsıdır. İnsanın ilmi ise onun Allah yanındaki tartısını tartmağa, iki kalbin gizli meyillerini ölçmeye yeterli değildir. Onun için kimse dış görünüşe bakıp da gözünün kestiğini horlamaya, eğlenmeye cür’et etmesin. Eğer Allah yanında değerli, vakarlı ve saygılı olan bir şahsa hakaret etmiş olursa kendisine büyük bir zulümde bulunmuş olur.
Birisini alaya almanın sonunda insanı nasıl gülünç ve zor bir duruma düşürdüğünü ifade etmesi açısından şu kıssa pek güzeldir:
Bir nahiv âlimi[1] gemiye binmişti. Sefer esnâsında ilmine mağrur bir şekilde gemiciyle sohbete koyuldu. Gemiciye zaman zaman çeşitli sorular sordu ve muhâtabından “bilmiyorum” cevâbını alınca da ona karşı ilmiyle böbürlenerek:
“–Yazık! Cehâletin sebebiyle ömrünün yarısını hebâ etmişsin” diyerek alay etti.
Temiz kalpli gemicinin, bu küçük düşürücü davranışa gönlü kırıldı ise de, olgunluk gösterip nahivciye cevap vermedi, sustu. Derken şiddetli bir fırtına çıktı ve gemiyi müthiş bir girdabın içine sürükledi. Herkesi büyük bir telâşın kapladığı o hengâmede gemici, nahivciye döndü ve:
“–Ey üstad, yüzme bilir misin?” diye sordu. Nahivci, solmuş sararmış bir vaziyette titrek bir sesle:
“–Hayır bilmem!..” dedi. Bunun üzerine gemici, mahzun bir edâ ile şu mukâbelede bulundu:
“–Nahiv bilmediğim için benim yarı ömrüm mahvolmuştu, şimdi ise senin bütün ömrün mahvoldu. Zira gemimizin bu girdaptan kurtulma imkânı yoktur. Ey nahivci! Bu deryâda nahivden ziyâde yüzme ilminin daha faydalı ve zarûrî olduğunu bilmiyor muydun?..”
İnsan sınırlı bilgisiyle muhâtaplarının hâlini tam olarak bilemez. Zâhire aldanarak yanlış hüküm verebilir. Bu sebeple kimseyle alay etmemeli, onu hakîr görmemeli, işin hakîkatini Allah’a havâle etmelidir. Şâir ne güzel söyler:
Harâbât ehline hor bakma zâhid,
Defîneye mâlik vîrâneler var!
İkincisi; ayıplamak: Bu anlamda kullanılan اللمز (lemz) kelimesi; dille yaralamak, kaş göz işaretiyle bir kimseyi karalamak, ayıplamak, kötülemek, yermek, şeref ve haysiyetine leke sürmektir.
“Birbirinizi ayıplamayın” hitabında أَنْفُسَكُمْ (enfüseküm) kelimesi geçer ve ifade “kendinizi ayıplamayın” anlamına da gelir. Buna göre âyet iki ince mânaya işaret eder:
› Müminlerin hepsi bir nefis gibi olduklarından bir mümini ayıplayan kendi nefsini ayıplamış gibi olur. Buna göre mâna: “Müminleri ayıplamayın, kötüleme ve yerme yapmayın ki kendi nefsinizi ayıplamış olursunuz.”
› Ayıplanacak şey yapan kimse, kendi nefsini ayıplamış olur. Buna göre ise mâna: “Bir müminle eğlenmek gibi ayıplanacak ve kendinize leke olacak şeyler yapmayın ki böylece kendinizi ayıplayıp lekelemiş olmayasınız” demektir.
Şâir şu beytiyle bu konuda ne güzel öğüt verir:
“Yıkar bir günde neccâr ettiği bünyâdı bir yılda
Gücü ta’mir-i dildir, sehldir hâtır-şikenlikler.” (Malatyalı Müverrih Mehmed Râşid)
“Güç olan şey gönülleri yapıp hoşnut edebilmektir. Yoksa hatır ve gönül kırmak kadar kolay bir şey olmaz. Nitekim dülger, bir yıl emek çekerek yaptığı bir binâyı, kazmayı eline alır almaz, bir günde yıkıp yerle bir edebilir.”
Üçüncüsü; kötü lakap takmak: İnsanları hoşlarına gitmeyen, küçük düşüren, üzen kötü lakaplarla çağırmak yasaklanmıştır. Bunların en kötüsü, şüphesiz bir mü’mine “kâfir, münafık, fâsık” gibi lakaplar takmaktır. Bunun dışında kötü ve pis vasıflarda mesel olmuş bir kısım hayvanların isimlerini de lakap olarak kullanmak doğru değildir. Ancak insanların tanınmasını sağlayan, söylendiği zaman kendilerini üzmeyen, alışılmış güzel mânalı lakaplar bunun dışındadır. Allah Teâlâ, bir insan “mü’min” olarak anılmaya başladıktan sonra, sadece isim veya lakapla bile olsa yahut böylece anılmasını gerektirecek bir günaha düşmek suretiyle bile olsa, artık fısk ile, fasıklıkla, günahkârlıkla anılmasını uygun görmemekte ve bunu şiddetle yasaklamaktadır.
Dördüncüsü; sû-i zan beslemek: Zannın hepsinden değil, bir çoğundan sakınmak istenir. Bunlar kötü zanlardır. Resûlullah (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurur:
“Kötü zandan sakınınız. Çünkü kötü zan, sözlerin en yalanıdır…” (Buhârî, Edeb 58; Müslim, Birr 28)
Âyetteki ifadeden anlaşıldığı üzere, bir kısım zanlar günah olduğu halde, bir kısmı güzeldir, mübahtır. Söz gelimi Allah, Peygamber ve mü’minler hakkında hüsn-ü zanda bulunmak, aksini gerektirecek ciddi bir durum olmadığı sürece insanlar hakkında güzel zanlar beslemek bu kısma girer. Zaman zaman da elde başka delil olmadığı için zanna dayanarak hüküm vermek gerekebilir. Mesela insanlar arasında karar verme zorunluluğu olan pek çok hususta, mutlak gerçeği bilmek mümkün olmadığından galip zanna dayanılarak hüküm verilir. Bazan sû-i zan beslemenin gerektiği yerler de olur. Her türlü günahı pervasızca işleyen, hüsn-ü zannı gerektirecek bir görüntüsü olmayan kişi ve toplumlar hakkında hüsn-ü zan beslemenin bir anlamı yoktur. Bunda gaye ise o kötü insanların şerlerinden kendimizi korumaktır. Yasak olan sû-i zan ise, kişinin başka birine sebepsiz yere sû-i zan beslemesi, başkaları hakkındaki kanaatlerinde hep sû-i zannı ön planda tutması, yahut dış görünüş ve hareketleri itibariyle temiz ve dürüst görünen kişiler hakkında kötü zan beslemesidir.
Beşincisi; tecessüs yapmak: اَلتَّجَسُّسُ (tecessüs), dikkat ve gayretle gizli olan şeyleri araştırmak demektir. Bundan hareketle bazı gizli şeyleri araştıran kimseye casûs denilir. Bununla insanların gizli yönlerini araştırmak, kusurlarını soruşturmak, iki kişinin konuşmasına kulak kabartmak, komşuların evlerinin içini merak etmek, çeşitli yollarla başkalarının aile hayatlarını ve şahsi davranışlarını araştırmak, öğrenmeye çalışmak gibi hususlar yasaklanmıştır. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Ey diliyle iman edip de kalplerine iman tam olarak yerleşmeyen kimseler! Müslümanları gıybet etmeyin, onların kusurlarını da araştırmayın! Kim müslümanların kusurlarını araştırırsa Allah da onun kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurlarını araştırırsa onu evinin içinde bile olsa rezil eder.” (Ebû Dâvûd, Edeb 35/4880; Tirmizî, Birr 85/2032)
Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor:
“İnsanların ayıplarının, gizli hallerinin peşine düşüp araştırmaya kalkışırsan, onların ahlâkını bozarsın veya buna yakın bir şey yapmış olursun.” (Ebû Dâvûd, Edeb 37)
Nitekim Hz. Ömer’le alakalı şu hâdise insanların gizliliklerini araştırmanın kötülüğü hakkında güzel bir misal teşkil eder:
Hz. Ömer Medine’de geceleyin karakol gezerdi. Bir gece bir evde şarkı söyleyen bir adamın sesini işitti, duvardan aştı içeri girdi, baktı ki yanında bir kadın, bir de şarap var. “Ey Allah’ın düşmanı!” dedi, “Sen günah işleyeceksin de Allah seni gizleyecek mi sandın?” Adam: “Sen de acele etme ey müminlerin emiri!” dedi, “Ben bir günah işledim ise sen üç konuda günah işledin: Allah Teâlâ «Birbirinizin gizli hallerini ve kusurlarını araştırmayın” (Hucurat 49/12) buyurdu, sen gizliliği araştırdın. Allah Teâlâ «Evlere kapılarından girin» (Bakara 2/189) buyurdu sen duvardan aştın. Allah Teâlâ «Ey iman edenler! Başkalarına ait evlere, sakinlerinin iznini almadan ve onlara selam vermeden girmeyin» (Nûr 24/27) buyurdu. Sen benim yanıma izinsiz girdin.” Bunun üzerine Ömer (r.a.), “Nasıl şimdi sizi affedersem, sizde hayır var mı? Yani sen de beni affeder, tevbe eder misin?” dedi. O da “evet”, dedi, bu şekilde bıraktı, çıktı.
Bu hususta Hâtem-i Esamm Hazretleri’nin şu misâli ne kadar ibretlidir:
Zayıf, dertli ve perişan bir kadınla konuşuyordu. Kadın, derdini yana yakıla anlatırken, o heyecan içinde kendisinden gayr-i ihtiyârî olarak çirkin bir ses duyuldu. Kadın, bir mum gibi eridi, ezildi, mahvoldu. Şeyh Hazretleri ise, hiçbir şey duymamış gibi muazzam bir vakarla kadına baktı ve elini kulağına götürerek:
“–Söylediklerinizi duymuyorum, çok ağır işitiyorum, yüksek sesle konuşunuz, bağırınız! Ben sağırım!” dedi.
Hatâsının gizli kaldığını zanneden zayıf, dertli ve perişan kadın, bir anda hayâta avdet etmiş gibi ferahladı.
Hiçbir milletin muâşeret edebinde misli görülmemiş derecede hârika bir incelik olan bu davranışı, Hâtem Hazretleri’ne “Esamm: Sağır” lâkabını taktırdı. Zira bu hâdiseden sonra da Hâtem Hazretleri, edeb gözetip o kadın vefât edinceye kadar halk arasında kendini sağır olarak gösterdi. Ancak kadının vefâtından sonra etrafındakilere:
“–Artık kulaklarım duyuyor; normal sesle konuşabilirsiniz!” dedi.
Kardeşlik bağlarını kopardığı için yasaklanan bir diğer husus:
Altıncısı; gıybet etmek: اَلْغ۪يَبةُ (gıybet), bir kimsenin arkasından, onun hakkında sevmediği bir şeyi söylemektir. O kimse söylenen şeyi gerçekten yapmış ise söylenen söz gıybet olur, yapmamış ise iftira olur. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) bir gün:
“–Biliyor musunuz, gıybet nedir?”diye sormuştu. Ashâb-ı kirâm:
“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” karşılığını verdi. Peygamberimiz (s.a.s.):
“–Gıybet, din kardeşinden, onun hoşlanmayacağı bir şekilde bahsetmendir” buyurdu. Yanındakilerden biri:
“–Söylediğim ayıp eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?” diye sordu. Allah Resûlü (s.a.s.):
- Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Soyunuz sopunuzla birbirinize karşı övünesiniz diye değil, birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır. Hiç şüphesiz Allah, her şeyi hakkiyle bilir, her şeyden haberdârdır.
Önceki âyetlerde iman edenlere hitap edilirken bu âyet-i kerîmede bütün insanlara hitap edilir. Çünkü âyetin mesajı yalnız müslümanları değil tüm insanlığı ilgilendirmektedir. Yüce Allah yaratılış itibariyle insanların eşitliğini, faziletin kişinin bağlı bulunduğu kabile, soy ve ırkta, malda mülkte değil, yalnızca hür iradesiyle kazanacağı takvâ seviyesi ve ahlâkî fazilette olduğunu beyân buyuruyor.
Cenâb-ı Hak önce Âdem ve Havva’yı yarattı. Sonra teselsül halinde tüm insanlığı bunlardan yaratıp çoğalttı. Onları milletlere, ırklara, kavim, kabile ve aşiretlere ayırdı. Her millet ayrı bir dilden konuştu; kendilerine ait örf ve adetleri, gelenek ve görenekleri oluştu. Fakat Yüce Allah bunu karşılıklı övünme ve kavga vesilesi olsun diye değil, insanlar birbirleriyle tanışsınlar, bilişsinler, kültür ve medeniyet alış verişinde bulunsunlar, dünyayı birlikte imar etsinler ve dünya imkânlarından birlikte istifade etsinler diye böyle yapmıştır. Kimsenin bağlı olduğu aile, kabile, kavim ve ırkla övünme hakkı yoktur. Çünkü insanların hepsi bir erkek ve bir kadından yaratılmıştır. Hiç kimsenin ana ve babasını seçme hakkı da yoktur. Bu bakımdan insanın kendi kazancı olmayan bir şey ile övünmesi veya kınanması doğru değildir. Dolayısıyla Allah katında insanın değeri, tercihi elinde olmayan soyu, sopu ve nesebiyle değil, bizzat kendi tercih, niyet, gayret ve çabasıyla kazanacağı takvâsı yani Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından sakınması ve ahlâkî faziletleri iledir. Nitekim Ebû Hüreyre’nin anlattığına göre bir gün Resûlullah (s.a.s.) ashâbına:
“–Şu kelimeleri kim benden alıp hem onlarla amel edecek hem de bunlara göre davranabilecek olana öğretecek?” buyurdu. Ben hemen atılıp:
“–Ben, ey Allah’ın Rasûlü!” dedim.
Efendimiz (a.s.) elimden tuttu ve şu beş şeyi saydı:
“Haramlardan sakınırsan, Allah’ın en âbid kulu olursun!
Allah’ın sana olan taksîmine râzı olursan, kanaatta insanların en zengini olursun!
Komşuna ihsanda bulun ki kâmil bir mü’min olasın.
Kendin için istediğini, başkaları için de iste ki gerçek bir müslüman olasın!
Fazla gülme! Çünkü fazla gülmek kalbi öldürür.” (Tirmizî, Zühd 2/2305; İbn Mâce, Zühd 24)
Şu bir târihî gerçektir ki, Kur’ân-ı Kerîm’in indiği dönemlerde Araplarda kavim ve kabileleriyle övünme, kendilerini bu yüzden başkalarından üstün görme âdeti son derece güçlü idi. İslâm insanların eşitliği gerçeğini ilan edince bunu sindirmekte zorlananlar oldu. Bazı soylu aileler kızlarını, fazla değer vermedikleri kabile gençlerine, fakirlere veya azatlı kölelere vermek istemiyorlardı. Allah Resûlü (s.a.s.) bunlarla mücadele etti ve onları sabırla terbiye etmeye çalıştı. Nitekim Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Allah sizden câhiliye gururunu ve atalarla övünme adetini giderdi. İnsanlar iki kısımdır: Biri dindâr, müttakî ve Allah katında değerli olan, diğeri de günahkâr, isyankâr ve Allah katında değersiz olan kimsedir. İnsanlar Âdem oğullarıdır. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bir toplum atalarıyla övünmekten vazgeçsin; yoksa onlar, Allah indinde burnuyla necâset yuvarlayan böcekten daha değersiz olur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 361)
Rasûl-i Müctebâ (s.a.s.) meşhur Veda hutbesinde bütün insanlığa şöyle seslendi:
“Ey insanlar! Şunu iyi bilin ki Rabbiniz birdir, babanız birdir. Arabın başka ırka, başka ırkın Araba, beyazın siyaha, siyahın beyaza, dindarlık ve ahlâk üstünlüğü dışında bir üstünlüğü yoktur. Dinleyin! Bu ilâhî gerçeği size tebliğ ettim mi, bildirdim mi?” Hep birden “Evet” dediler. “Öyleyse burada olanlar olmayanlara bildirsin” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411)
İslâm’ın değer ölçüsü, Allah’a ve Rasûlü’ne yakınlaşabilmenin tek yolu takvâdır. Allah saygısının ve korkusunun kalbi bütün yönlerinden kuşatması, gönlün derinliklerine işlemesi, rûhun en latîf ve hassâs inceliklerine sinmesi ve böyle yüksek bir takvâ hissiyâtının tesiriyle kulun Allah Teâlâ’nın hoşnut olmayacağı her türlü düşünce, söz, fiil ve davranışı terk etmesi, buna mukâbil Allah Teâlâ’nın hoşnut olacağı her türlü güzel niyet, söz, fiil ve davranışa bütün gücünü harcayarak koşmasıdır. Efendimiz (s.a.s.)’in çok sevdiği ve terbiyesine özel ihtimâm gösterdiği mümtâz sahabî Muâz b. Cebel (r.a.)’in kendisiyle alakalı naklettiği şu hâdise pek şayân-ı dikkattir:
“Resûl-i Ekrem (s.a.s.) beni Yemen’e vâli olarak gönderirken, uğurlamak için Medine’nin dışına kadar teşrîf etti. Ben binek üzerindeydim, O ise yürüyordu. Bana bazı tavsiyelerde bulunduktan sonra:
“–Ey Muâz! Belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki şu mescidimle kabrime uğrarsın!” buyurdu.
Bu sözleri duyunca, dosttan yâni Allah Resûlü’nden ayrılmanın verdiği hüzünle ağlamaya başladım. Resûlullah (s.a.s.):
“–Ağlama ey Muâz!” buyurdu ve sonra yüzünü Medine’ye doğru çevirerek:
“–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allah’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 235)
Yine Fahr-i Kâinat (s.a.s.) Efendimiz:
“Şüphesiz benim dostlarım gönülleri Allah saygısı ve korkusuyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınan kullardır” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Fiten, 1/4242)
Dinî gerçekleri bilenler, bilmeyenlere öğretmelidir. Zira insanın iman ve islâmın hakikatine nüfûz edip olgun bir mü’min seviyesine yükselmesi kolay bir durum değildir. Bunun için ilme, irfana, terbiyeye ve tezkiyeye, bedel ödemeye, samimiyetle çalışıp gayret göstermeye ihtiyaç vardır. Değilse şöyle bir manzarayla karşılaşmak işten bile değildir:
- Bedevîler: “İman ettik” dediler. De ki: “Siz henüz iman etmediniz. Fakat «biz, sadece boyun eğdik» deyin. Çünkü iman henüz tam olarak kalplerinize yerleşmemiştir. Eğer Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederseniz, Allah sizin amellerinizden hiçbir şeyi boşa çıkarmayacaktır. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Âyet-i kerîmenin, Esed b. Huzeyme oğullarından bedevi Araplar hakkında indiği rivayet edilir. Bunlar bir kıtlık senesinde Resûlullah (s.a.s.)’in huzuruna gelmiş ve zahiren şehadet kelimelerini söylemişlerdi. Ancak içten içe inanmış değillerdi. Medine yollarını pisliklerle berbat etmiş, fiyatların yükselmesine sebep olmuşlardı. Üstelik Peygamberimiz (s.a.s.)’e: “Biz sana yüklerimizle, ailelerimizle birlikte geldik. Filan oğulları seninle çarpıştığı gibi, biz seninle savaşmadık. Bunun için bize zekâttan bir şeyler ver” demeye ve Peygamber Efendimize minnet etmeye başlamışlardı. Yüce Allah da onlar hakkında bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 412) Bunlar gerçekten inanmadıkları halde, öldürülmek ve çoluk çocuklarının esir alınması korkusuyla teslimiyet göstermiş kimselerdir. Bu ise münafıkların sıfatıdır. Çünkü onlar kalpleri iman etmediği halde zahiren iman etmiş görünmekle, ölüm ve esaretten kurtuldular. Halbuki imanın gerçeği kalp ile tasdiktir ve onun dışa yansıması gereken çok önemli alametleri vardır:
- Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah ve Rasûlü’ne iman ederler, sonra imanlarında en küçük bir şüpheye düşmezler, malları ve canlarıyla da Allah yolunda cihâd ederler. İman iddia ve ikrarında özü sözü doğru olanlar işte bunlardır.
Gerçek iman kuru bir iddiadan ibaret değildir. Onun zaruri yansımaları vardır. Hakiki imanın kalpte yerleşmesi için gönülde tam bir tasdikin olması ve buna en küçük bir şüphenin karışmaması zaruridir. Çünkü şüphe imanı zayi eder. Sonra sâlih ameller işlemek ve Allah yolunda mallarla canlarla cihad etmek suretiyle imanın iyice tahkike erdirilmesi lazımdır. İşte imanlarında sadık ve samimi olanlar bunlardır. Yoksa öldürülmek korkusu ve menfaat elde etmek arzusuyla inanmış gibi görünenlerin değil. Nitekim bu gibi samimiyetsiz kişilerin hallerine ışık tutmak üzere buyruluyor ki:
- Rasûlüm! De ki: “Gerçekten dine bağlı olup olmadığınızı ve dindarlık derecenizi siz mi Allah’a öğreteceksiniz? Halbuki Allah, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini bilir. Çünkü Allah, her şeyi hakkiyle bilendir.
- Onlar zâhiren müslüman oldukları için seni minnet altında bırakmak istiyorlar. De ki: “Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Tam aksine, eğer iman iddianızda doğru ve samimi iseniz, asıl sizi imana eriştirmekle Allah size iyilik ediyor demektir.”
- Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin bütün gizliliklerini bilir. Allah, sizin bütün yaptıklarınızı da görmektedir.
Bazı insanlar müslüman olmalarını Resûlullah (s.a.s.)’in başına kakmaya çalışmışlardı. Âyetlerde onların böyle bir hakkı olmadığı ve yaptıklarının çok yanlış bir tavır olduğu bildirilmektedir. Çünkü müslüman olmaları Peygamberimiz yararına değil, kendi yararlarına olan bir şeydir. Esasen minnet etme, başa kakma hakkı Allah’a aittir. Zira lütfedip onları iman etmeye muvaffak kılmıştır. Dileseydi kılmayabilirdi. O halde başa kakmayı bırakıp, verdiği iman nimeti ve diğer nimetleri için Allah’a şükretmeye çalışmak gerekir. Allah ise göklerin ve yerin bütün gizliliklerini, insanların yaptıkları her şeyi hakkiyle bilmektedir. O, gönüllerden geçeni de bilir. İşte insan Allah Teâlâ’ya böyle inanır ve O’nu böyle tanırsa hem kalbini yanlış inanç ve düşüncelerden hem de dış azalarını her türlü çirkin fiil ve davranışlardan koruma gayreti içine girer. Allah’ı aldatmasının mümkün olmadığını bilince, bu kez O’nun razı olacağı güzel bir kul olmaya çalışır.
Kaynak: Prof. Dr. Ömer Çelik, Hakkın Daveti Kur'an-ı Kerim Meali ve Tefsiri