Hüdâyî Vakfı Nasıl Kuruldu?
Aziz Mahmut Hüdayi Vakfı nasıl kuruldu? Rahmet insanı kimdir? Osman Nûri Topbaş Hocaefendi ile Hüdâyî Vakfı ve Müslümanın “Rahmet İnsanı” hüviyeti üzerine yapılan röportajı sizler için hazırladık…
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi İle Hüdâyî Vakfı ve Müslümanın “Rahmet İnsanı” hüviyeti üzerine yapılan röportaj...
“GÖNÜLLER DERGÂH HÂLİNE GELMELİ” Altınoluk: 1985’ten bu yana on yıllar geçmiş. Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı için bir doğuş zamanı var, bugün geldiği nokta var. Bir doğuş hikâyesi olmalı diyorum öncelikle. Nasıl toprağa düştü Hüdâyî fidesi, tohumu? Oradan başlayalım isterseniz. Osman Nûri Topbaş: Şöyle oldu: Bendeniz, Üsküdar’da ikâmet ediyorum. Aziz Mahmud Câmii ve Türbesi, bizlere büyük bir huzur ve feyz verirdi. Bu yüzden Hüdâyî Câmii’ne gidip gelir, Hazret’i ziyaret ederdik. Câmiye bir arkadaşım imam olarak tayin oldu: “–Mübârek günlerde buraya gelip gidenler oluyor. Bazen iftar vakti geliyorlar. Bir iftar versek. Ben bahçeye sebze ektim. Siz de et ve zahîre alsanız da gelenlere iftar yemeği versek.” dedi. Bu şekilde, gelenlere iftar verilmeye başlandı. Fakat çok büyük rağbet gördü bu iftarlar. Muhitin garipleri, fakirleri, bunun yanında Hazret’i ziyarete gelenler, bu iftarlardan, ikramlardan istifâde ediyorlardı. Sonradan, rahmetli Fahrettin Tivnikli Bey: “–Bunu biz dâimî yapalım.” dedi. Mağdur aileler gelip gidiyordu. Bir kısmına kaplara koyarak yemek veriyorduk. Sonra bu hizmetin bir vakıf bünyesinde yapılması düşüncesi hâsıl oldu; daha şümullü olsun diye. Sonra; “Buraya gelemeyenler var, onlara da erzak dağıtılsın.” denilerek ihtiyaç sahiplerine erzak tevziine başlandı. Erzak tevziinde de görüldü ki, ailelerin mânevî ihtiyaçları da var. Çoluk-çocukları perişan. “Bu ailelerin çocuklarına İslâmî terbiye verelim de yanlış yollara düşmesinler.” dedik. Çünkü fakirlik, hele mâneviyat yoksa, çok kere yanlış yollara düşürüyordu insanları. Selde sürüklenen kütükler misâli, kimin hangi mecrâda helâk olacağı belli olmuyordu… Bu vesîleyle bir Kur’ân Kursu kuruldu. Bu şekilde başladık. Fakir ailelerin çocuklarını Kur’ân Kurslarına almaya başladık. Hattâ bir anne, içler acısı bir şey söyledi seneler sonra: “‒Ben bir kızımı size verdim. Şimdi hoca hanım oldu. Evlendi, Samsun’a gitti. Orada hoca hanımlık yapıyor. Diğer kızım ise, siz yokken, Kur’ân Kursları da yoktu; açlık, yoksulluk, gariplik yüzünden kötü yola düştü. Keşke daha evvel bu müesseseler kurulsaydı!..” dedi. Bu şekilde başladı. Kur’ân Kursu, mektep, üniversite bursları… Ondan sonra dünyadan imdat sesleri gelmeye başladı.
Altınoluk: Şöyle bir şey soralım Efendim: 1985’ten bu zamana, daha ilelebed devam eder inşâallah, Hüdâyî Câmii etrafındaki küçük aşhâneden başlayan, oradan Afrika’ya, Balkanlar’a, Kafkasya’ya, Orta Asya’ya, hattâ Güney Amerika’ya uzanan bir hizmet ağı oluşturuldu…
Umûmî bir değerlendirme yaparsanız; “Hüdâyî Vakfı sizin için nedir?” diye sorarsak, neler söylersiniz?
Osman Nûri Topbaş: Şunu ifade edeyim: Kur’ân-ı Kerîm’de en çok “Rahman” ve “Rahîm” esmâsı geçiyor Cenâb-ı Hakk’ın. Efendimiz, âlemlere rahmet olarak gönderildi. Demek ki mü’min de “rahmet insanı” olacak. “Rahmet toplumu” olacak. Bir rahmet tevzî edecek. Hüdâyî, bir rahmet insanı olabilmenin hedeflendiği bir rahmet dergâhı… Her medeniyet, kendi insan modelini meydana getirir. Bizim medeniyetimizin insanı da “rahmet insanı”dır. Rahmet insanı; diğergâmdır, paylaşan insandır, fedakârdır, merhameti lezzet hâline getiren insandır. Biz şunu müşâhede ettik. Hüdâyî’de kurulan bu rahmet dergâhında âdeta bir mahşer kaynıyordu. Fakir-fukarâ, garip, kimsesizler, yalnızlar… Hepsinin bir barınağı ve sığınağı hâline geldi Hüdâyî. Burada şunu gördük; nasıl oldu bu, biz de bilmiyoruz. Biz burada âdeta bir ney gibiydik. Neyi üfleyen nefes nereden geliyordu? Bu gelen güçlü nefes, kısa bir zaman içinde nerelere kadar yayıldı? Âdeta bir bâd-ı sabâ oldu. Az evvel bahsettiğiniz coğrafyalara; Orta Asya’dan tutun da Afrika’ya, Balkanlara kadar yayıldı.
Altınoluk: İstanbul’dan, Türkiye’den baktığınızda, bütün Dünya coğrafyasından baktığınızda, Hüdâyî gittiği yerde bir karşılık buluyor. Afrika’da bir karşılık buluyor. Bir ihtiyaca tekâbül ediyor, değil mi? Dünya’da rahmet toplumuna bir ihtiyaç var.
Osman Nûri Topbaş: Çok doğru. Hattâ birçok yerde; “Siz Osmanlı’nın torunlarısınız, onu temsil ediyorsunuz. Osmanlı bir merhamet tevzî etti, hak-hukuk tevzî etti, adâlet tevzî etti. Siz onun torunlarısınız.” dediler.
Altınoluk: Nasıl anlıyorlar Osmanlı’yı?
Osman Nûri Topbaş: Osmanlı, dünyaya bir merhamet kanadı olmuş. Bugünkü dünyanın gidişâtının tamamen zıddına… Bugün dünyaya baktığımızda, birkaç kovboy dünyayı idare ediyor âdeta. Ağzından çıkan iki kelime, bütün dünyaya tâlimat oluyor. Osmanlı öyle değildi. Osmanlı fethettiği yerlerde dahî aslâ zulmetmedi. Meselâ Polonya’da; “Vistül Nehri’nden Osmanlı atları su içiyorsa burada hak vardır, hukuk vardır.” sözü bir darb-ı mesel hâline geldi. Osmanlı, fethettiği yerlere, seçilmiş, dervişvârî aileler gönderdi. Onların merhamet, şefkat, nezâket, zarâfet ve hassasiyetleriyle, gittikleri bölgenin halkının çoğu, onlar sayesinde müslüman oldu. Meselâ Boşnakların müslüman olması o şekildedir. Hâkezâ Arnavutların da.
Altınoluk: Efendim, Hüdâyî bazen bir tas çorba ihtiyacı olana bir tas çorba sunuyor. Nerelerde var Hüdâyî? Meselâ Azerbaycan’da hangi ihtiyaca tekâbül ediyor? Balkanlarda, Afrika’da hangi ihtiyaca tekâbül ediyor? Afrika’yla Balkanlar farklı ama Afrika’da da var Hüdâyî, Balkanlarda da var… Ne tür alanlarda var Hüdâyî?
Osman Nûri Topbaş: Bir defa Hüdâyî, muhtacın derdiyle dertleniyor ve ona yardıma gidiyor. İnsanlar dâimâ şahsiyet ve karaktere hayrandır. Siz onun yarasını sarmaya gittiğiniz zaman, o size râm oluyor. “Siz ne güzel insansınız!” diyor. Sonra sizi taklit etmeye, sizin şahsiyetinizi almaya başlıyor. Sizin mânevî yönlerinize, inançlarınıza doğru temayül artıyor ve İslâmlaşıyor. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gönlü bir deryâ idi. O’nun gönlünde ne vardı? İnsanlığı kurtarma gayreti vardı. İnsanlığı hidâyete erdirme iştiyâkı vardı. Hidâyete ermiş kimseleri de mânen tekâmül ettirme azmi vardı. Zira mü’min, güzel bir rahmet insanı olacak…
Altınoluk: Yardım ediyorsunuz, dîne çağırıyorsunuz. Bu bir karşılık gibi mi, böyle bir algılama tehlikesi olabilir mi?
Osman Nûri Topbaş: Değil. Bu şöyle; Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tebliğ emri geldiği zaman, akrabalarını Safâ Tepesi’nde topladı. Onlara hemen; “İslâm’a gelin, müslüman olun!” demedi. “–Şu karşı dağın ardında düşman var desem, bana inanır mısınız?” dedi. Onlar da Efendimiz’in o karakter ve şahsiyetine hayranlıkla; “–Sen’in her dediğin doğrudur.” dediler. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26) Yani Rasûlullah Efendimiz, baştan kendi şahsiyet ve karakterini tescil ettirdi. O karakter ve şahsiyet, insanları İslâm’a celbetti. Biz bunu gördük. Bugün de insanların muhtaç olduğu bu; yani İslâm’ı temsil edebilmek. Gönüllerin bir dergâh hâline gelebilmesi. İhtiyaç burada… Allah dostlarından İsmâil Atâ Hazretleri’nin güzel bir ifadesi vardır. Kâmil bir mü’mini tarif ederken der ki: “Sen Güneş’te gölge, soğukta kaftan, açlıkta ekmek ol!..” Güneşli bir çöl ortamında gölge olmak, rahmettir. Coğrafyanın en kuytu yerinin ihtiyacı neyse, ona uygun bir hizmet sunmak gerekiyor. Hazret-i Mevlânâ diyor ki: “Şems bana bir şey öğretti; «Dünyada üşüyen biri varsa, sen Celâleddin, ısınma hakkına sahip değilsin!» Ben artık ısınamıyorum!..” diyor. Yine İsmâil Atâ Hazretleri’nin sözüne dönecek olursak: “Açlıkla yemek ol!” diyor. Yani vermekten lezzet al, vermekle doy!.. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hâne-i saâdetlerine ganimetler gelirdi, hediyeler gelirdi. Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz; “Evimizde üç gün sıcak yemek pişmezdi.” buyuruyor. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dağıtmakla doyardı. Müslümanların ihtiyacını görmekle doyardı. Fakiri, garibi, açları sevindirmekle doyardı… Tabi bu, gönlün dergâh hâline gelmesinin zirve bir misâlidir. Bir rahmet insanı olabilmek için örnek alınacak bir misâldir.
Altınoluk: Gönlün dergâh hâline gelmesi ifadesini kullandınız. Ne mânâya geliyor bu tanımlamanız? Biraz açsak. Dergâh nasıl bir yer ki, gönül dergâh hâline gelince, üşüyene hırka oluyor, Güneş’in altında olana gölge oluyor?.. Nasıl bir yer dergâh?
Osman Nûri Topbaş: Dergâh, yoklukta kıvranan muhtaca bir sığınak oluyor. Garibe, yetime açılan sıcak bir kucak oluyor. Soğukta titreyenlere, ısıtan bir rahmet nefesi oluyor. Ümmetin derdiyle dertlenen bir yürek olmuş oluyor. Bu yüreğin içinde kimler var? Gözü yaşlı mâsumlar var. Çaresiz yaşlılar var. Belâlar altında inleyen kanadı kırıklar var. Vatanlarından tardedilmiş mazlum mültecîler var. Onların hepsine bir baba ocağı oluyor bu yürek. Bu, kalbin bir rahmet dergâhı hâline gelebilmesidir. Zâten dergâhı inşâ edenlerin gönülleri de rahmet dergâhı olacak ki o dergâhı hakkıyla inşâ edebilsinler. Yani Yaratan’dan dolayı yaratılana şefkat ve merhamet, Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı elzem… Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nasıl terbiye etti? Meselâ Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- bir yerden geçerken gördüklerini anlatıyor: “Baktım bir siyâhî köle, elindeki üç parça ekmeği karşısındaki bir köpeğe veriyor. Baktım; elindeki ekmeğin hepsini o köpeğe verdi. Yanına yaklaştım; «–Sen kimsin? Bu üç parça ekmek neydi?» diye sordum. Dedi ki: «–O ekmekler benim bir günlük nafakamdı.» «–Peki bugün sen ne yapacaksın?» «–Bugün ben sabredeceğim. Bu köpeği de, beni de yaratan Allah’tır. Allah Teâlâ bu köpeği benim kapıma gönderdi. Benim misafirimdir…»” Şimdi bir düşünelim: Bu köle kaç üniversite bitirmiş? Nerede doktora yapmış? Kimin terbiyesinde yetişmiş? Bir kölenin kalbi, nasıl böyle bir rahmet dergâhı hâline gelebiliyor? Yine sahâbeden Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- buyuruyor ki: “Muhâcirler ve Ensâr’dan imkân sahibi olup da vakfı bulunmayan bir tek kişi bilmiyorum.” (İbnü Kudâme, el-Muğnî, V, 598) İşte bu, asr-ı saâdette yetişen mü’minlerin merhamet ufku… Hüdâyî Vakfı da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve O’nun talebeleri olan ashâbın bu merhamet ufkunu zamanımıza taşımaya gayret eden bir müessese. Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kurduğu Ashâb-ı Suffe’nin benzeri “insan yetiştirme” hizmetlerini inşâ ve ihyâ etmeye çalışan bir müessese. Zira ebedî kurtuluşun yolu, başkalarının da kurtuluşuna hizmet etmekten geçiyor. İşte Hüdâyî Vakfı, ilâhî huzûra temiz bir vicdanla ve yüz akıyla çıkabilmek için kendisinin dışındaki dünyadan da kendini mes’ûl gören, bir diğergâmlık müessesesi…
Altınoluk: Peki Efendim; günümüzde sizin önünüze problemler nasıl geliyor? Vakıfta ne gibi hâdiselerle karşılaştınız?
Osman Nûri Topbaş: Çok mânidar hâdiseler yaşadık. Meselâ Hüdâyî’deki iftarlardan birine, tam iftar vakti iki tane sarhoş, sallana sallana geliyor. Cemaatin bir kısmı; “–Atın bunları dışarı! Mübârek bir günde, mübârek bir saatte, iki sarhoş buranın âhengini bozmasın!..” diyor. Cemaatten bazıları ise; “–Bugün biz bu iki sarhoşun, sarhoşluğunu görmeyelim. Allah, bu iki aç kulunu bizim kapıya gönderdi, bu iki aç kul bize zimmetli diye görelim.” dediler. Neticede içeri alındılar, iftara katıldılar. Sonra onlardan biri hayranlık verecek derecede iyi bir derviş oldu. Cemaat de kendisini sevdi. Sonra Hüdâyî Câmii’nin bodrum katına yerleşti. O zamanlar bodrum katı epey bir harâbeydi. Bazı haşeratlar filân vardı. “–Burada kalman mahzurlu.” dedik. Ama o: “–Ben onlarla dost oldum, bana bir şey yapmıyorlar. Şimdiye kadar girmediğim bataklık kalmadı; burası benim için cennet oldu.” dedi. Sonra baktım her hac mevsimi hacca gidiyor. Cemaatten birisi kendisini hacca götürüyordu. Bir hac seferinde uçakta gördüm; “first class”ta oturuyor. “–Hayrola!” dedim. “–Aynı koltuğa iki bilet kesmişler, ben açıkta kaldım. Burada yer var diye beni buraya oturttular.” dedi. Bir defasında da kendisini Medîne-i Münevvere’de, Ravza’da gördüm. Hangi otelde kaldığını sordum. “–Burada, Allah Rasûlü’nün otelinden daha güzel otel mi var?” dedi. Bu şahıs, o iki sarhoştan biriydi. Demek ki mahlûkata Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakmak lâzım. Günaha duyulan nefreti günahkâra taşırmamak lâzım. Günahkârı, kanadı kırık bir kuş gibi tedaviye muhtaç görmek lâzım… Yine başka bir misal vereyim: Çocuğu üniversitede okurken felç olmuş bir anne geldi. Ailede bir oğul, bir de anne kalmış. Biz kendilerine az bir para ve gıda yardımında bulunuyorduk. Bir gün bu hanım geldi; “–Allah razı olsun! Biz bu yardımlarla şimdiye kadar geçindik. Son aldığım parayla oğlumun cenazesini kaldırdık. Benim artık bir kuru başım kaldı. Ben nerede olsam kendimi idare ederim. Çocuğum gitti. Bu yardımı başka bir muhtaca yaparsınız…” dedi. Böylesine asil ruhlu insanlarla karşılaştık. Bu türden misalleri artırmamız mümkün…
Altınoluk: Peki Afrika bir problem olarak nasıl geliyor? Azerbaycan ya da Suriyeli mültecîler nasıl geliyor sizin önünüze?
Osman Nûri Topbaş: Afrika, ezilmiş durumda geliyor. Afrika sanki açık bir hapishane durumunda olan bir müstemleke. Fransızlar, İngilizler işgal etmişler, kabileleri birbirine düşürmüşler, Afrika’nın bütün imkânlarını sömürmüşler. İçlerinden kâbiliyetli çocukları almış, kendilerine râm ederek okutmuş ve devlet içinde tırmandırmışlar. Uzaktan kumandalı oyuncaklar gibi onlar üzerinden bu ülkeleri yönetmişler. Bir de beyazlardan ürkütmüşler. Bölge insanı; “Beyazlar bize hep zulmetti.” diyor. Hattâ Fransız Kongosu’nda şöyle bir hâdise olmuş: Halk, yapılan zulümlere îtiraz edip biraz kafa tutmaya başlayınca, bütün hâmile kadınları toplamışlar, mancınıkla yukarı atmışlar… Ondan sonra beyazlardan korkmaya başlamışlar. Böyle psikolojik bir tesir de bırakmışlar. Beyaz müslüman görünce çok şaşırmışlardı. Yabancı zannettikleri bizleri kendilerinden bilip daha çok yakınlık göstermişlerdi.
Altınoluk: Hüdâyî Afrika’ya kendiliğinden mi gitti, yoksa bir çağıran oldu mu?
Osman Nûri Topbaş: Çağıran oldu. Meselâ Nuh isminde, Suriye’de okumuş bir kardeşimiz bizi oraya davet etti. Dedi ki; “Maddî ihtiyaçlarımız bir tarafa, biz mânen vîrâne durumdayız. İslâm’ı anlatmaya mecburuz. Aksi hâlde halkımızı kaybedeceğiz. Halkımız; İslâmiyet de, Hristiyanlık da aynı seviyede bir din gözüyle bakıyor. Buralarda dînî müesseseler kurulursa, talebe gönderirsek, çok isabetli olur.” dedi. Ve öylece irşad faaliyetleri başladı. Bu irşad faaliyeti ile orada hristiyanlardan, putperestlerden çok müslüman olanlar oldu. Hâlâ bu hidâyet akışı devam ediyor elhamdülillah…
Altınoluk: Siz benzeri bir hâdiseye ilk önce, zannediyorum, Azerbaycan’da karşılaştınız…
Osman Nûri Topbaş: 1990’lı yıllarda Azerbaycan kısmen hürriyete kavuşmuştu. Şeki vilâyetinin müftüsü Selim Efendi ziyarete gelmişlerdi. O zaman merhum Nevzat Yalçıntaş telefonla bizi aradılar: “–Sizler Orta Asya’ya hizmeti düşünüyordunuz. Böyle bir arkadaş geldi, size göndereyim.” dedi. Soğuk, karlı bir mevsimdi. Selim Efendi, hoş-beş sohbetten sonra; “–Biz açız, siz toksunuz. Bu maddî bir açlık değil, mânen açız. Sizin en câhiliniz, bizim en âlimimizden daha bilgilidir. Ne olur gelin, halkımıza İslâm’ı öğretin!..” dedi. Ondan sonra Azerbaycan’a bir sefer başladı…
Altınoluk: Türkiye’de meselâ Suriyeli mültecîler var. Onlar da geliyor size. Şunu sormak istiyorum. Meselâ Selim Efendi böyle bir durumu önünüze koyduğunda ya da bir fakir-fukara “Ben yanıyorum!..” diye geldiğinde ne hissedersiniz?
Osman Nûri Topbaş: Evvelâ Muhâcir-Ensâr’ı… Müslümanların içtimâîleşmesi lâzım. Bütün insanlığın kendisine zimmetlenmiş olduğunu kabullenmesi îcâb eder. Müslümansa kardeşidir; müslüman değilse insanlıkta eşidir. İslâm’ı temsil ederek onun hidâyetine vesîle olmayı hedeflemelidir. Ashâb-ı kirâm bu şekilde idi. Tâ Çin’e, Semerkand’a, Afrika’ya gittiler. Oralarda kılıç kullanmadılar İslâm’ı tebliğ ederken. Gönüllerini kullandılar. Gönüllerini dergâha dönüştürdüler.
Altınoluk: Böyle durumlarda insan, önüne bir problem geldiğinde nefs de devreye girer: “Bir başkası üstlensin. Hepsini ben mi taşıyacağım? Nasıl taşıyacağım, imkânlar var mı ki?..” vs. gibi birtakım duygular da gelir insanın aklına. Bu açıdan hislerinizi almak istiyoruz. Hüdâyî’nin de sonunda taşıyacağı şeyler sınırlıdır, zât-ı âlînizin de sınırlıdır. Ne hissediyorsunuz?
Osman Nûri Topbaş: Allah Teâlâ bizden tâkatimiz nisbetinde amel istiyor, daha fazlasını değil!.. “Sonra, verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız!” (Bkz. et-Tekâsür, 8) buyuruyor. Bize verilen en büyük nîmet, İslâm nîmetidir. Bu nîmetin bedelini ödeyebilmenin gayreti içinde olmalıyız. Ashâb-ı kirâm, bu nîmetin bedelini ödeyebilmek için Dünya’nın dört bir tarafına gittiler. Dünya bir dershane. Her şeyi ile bir dershane. Kul Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği nîmetlere karşı dâimâ şükür hâlinde olacak. Cenâb-ı Allah en güzel örnek olarak Efendimiz’i gönderdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâb-ı kirâmı yetiştirdi. Onlar nasıl bir İslâm idrâki içinde idiler? Dünya gözlerinde ufaldı, âhiret ufku ise genişledi. Dünya bir çakıl taşına döndü. “Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı” telâkkîsi gelişti. Bütün gayeleri, Allah rızâsı oldu. Son nefeslerine kadar kendilerine en çok şunu sordular; “Acaba Allah benden râzı mı?..” Ashâb-ı kirâm, riyâzat hâlinde yaşadılar. Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, sahâbe çevresinin ve toplumunun tanımadığı bir hayat tarzıydı. Bizlere örnek nesil olan o asr-ı saâdet insanında; –Dünyevî menfaat düşünceleri gücünü kaybetmişti. –Îmânın lezzetine kavuşulmuştu. –Merhamet enginleşmişti. –Hizmet, hayat tarzı olmuştu. –Fedakârlık ve İslâm şahsiyeti sergilenmekteydi. –Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenme, en büyük gâyeleri olmuştu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Bir kişinin hidâyetine vesîle olmak, Güneş’in doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.” buyurdular. (Bkz. Hâkim, Müstedrek, III, 690) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sevgisi öyle bir arttı ki ashâb-ı kirâm; “Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dediler. Efendimiz’in gönlünde en ufak bir yer edinebilmeyi en büyük saâdet bildiler. Bunun için Efendimiz’in her emrini canlarına minnet bilerek îfâ edebilmenin hazzını yaşadılar. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “–Krallara bu mektubu kim götürecek?” diye buyurduğu zaman, yediden yetmişe herkes; “–Ben yâ Rasûlâllah!” diye öne atıldılar. Karşılaşacakları zorlukları hiç düşünmediler. Velhâsıl bir mü’min son nefesine kadar bu dünya dershanesinin talebesi olduğunun şuurunda yaşayacak. Son nefesine kadar derslerine çalışacak. Dersi de Cenâb-ı Allâh’a kul olabilmek; kendini dünyanın akışından mes’ûl görebilmek.
Altınoluk: Şöyle bir şeyden bahsedilir; İslâm dünyası 1 milyar 700 milyonluk bir nüfusa sahip, büyük ve zenginlikleri olan bir coğrafya. Denir ki, yeterli miktarda zekâtı verilse, İslâm dünyasında fukarâ kalmaz, dünyaya da ulaşır. Ama bu hassâsiyet de yok. Bu problemi görmüyor olamazlar. Meselâ Yemen’deki acıyı, ya da Suriyeli mültecîleri ya da Arakan’daki, Doğu Türkistan’daki acıları görmüyor olamazlar. Yani İslâm dünyasında ne eksik ki “vakıf insan” sınırlı çıkıyor?
Osman Nûri Topbaş: Şimdilerde dünya modern câhiliye devrine döndü. Câhiliye döneminde yaşananlar, bütün dünyada yaşanıyor. Ne vardı câhiliye döneminde? En başta âhireti unutma vardı. Bugün de televizyon, internetin çıkmaz sokakları, insanlara âhireti unutturuyor. Efendimiz, âhiret haberini verdiği zaman müşrikler ürperdiler; “Ya varsa?!” dediler. O âhiret haberini susturmaya çalıştılar. Bugün de aynı. Âhiret haberi istenmiyor. Unutturulmak isteniyor. Çünkü menfaatperest bir grup mal satacak, sömürecek vs… Neyle unutturuldu âhiret? Modalarla, reklâmlarla unutturuldu. Ne verildi halka? İsraf çılgınlığı verildi. İsraf çılgınlığından, başkalarına yardım etme imkânı bulamıyor insanlar. Vicdanlar kurudu. Bunların hepsi âhireti unutturuyor. Âhiret unutulunca insan menfaatperest olarak yaşamaya başlıyor. Hodgâmlık başlıyor. “Altta kalanın canı çıksın!” şeklindeki materyalist felsefe hâkim olmaya başlıyor. Bahsettiğiniz gibi, Yemenliler olsun, Suriyeli mültecîler olsun, Myanmar olsun, görülmüyor. Yani insanlar duygusuzlaşıyor. Akif’in dediği gibi; “Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!..” Maalesef dünya bu duruma geldi. Dinden uzaklaşmış olmanın sebep olduğu bir durum bu. Velhâsıl her müslüman, gayretini daha fazla artırma cehdinde olacak. “Ashâb-ı kirâm ile benim aramda mesafe ne kadar? Onların Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan aşkı ne kadardı, benim aşkım ne kadar? Onlar nasıl insanlığın selâmeti için çırpındı, ben ne kadar çırpınıyorum?..” diye kendini sorgulayacak. Yaşadığı toplum ile değil de ashâb-ı kirâm ile kendini mukâyese edecek.
Altınoluk: Tekrar Azerbaycan’a dönersek; Selim Efendi size gelmiş -o hikâyeyi bize de anlattı- Azerbaycan’dan gelecek çocukları burada eğitme talebinde bulunmuş sizlerden. Sizi Azerbaycan’a davet etmiş. Siz de; “Geliriz inşâallah!” demişsiniz.
Sonra dönmüş Selim Efendi. “Geliriz dedi ama, gelir mi gelmez mi, ya gelmezlerse?!.” diye içinden geçmiş. Bir hafta sonra bir telefon gelmiş kendisine. Kim arıyor? Osman Nûri Topbaş arıyor. “–Nereden arıyorsunuz?” diye soruyor size. “–Bakü’den arıyorum.” Ocak ayı, karlı bir gün. Çok şaşırmış. “–Efendim, haber verseydiniz, sizi karşılardık.” diyor. Siz de demişsiniz ki: “–İstanbul’dan ulaşamadık size. Çıktık geldik.” Daha henüz bir hafta geçmiş olmasına rağmen davetlerine icâbet etmiş olmanızdan dolayı müthiş şaşırmışlar. Oradaki hissi anlamak istiyorum. Siz tabi pek söylemek istemiyorsunuz ama bir hafta içinde nasıl bir koşudur, oradaki iç yangınınızı nasıl anlatırsınız? Osman Nûri Topbaş: Şöyle bir misal vereyim: Karşınızdaki bir binada yangın çıksa, oradan imdat çığlıkları gelse, biz o binanın önünde; “Hele bir kahvemi-çayımı içeyim, daha sonra gelirim.” diyebilir miyiz? Bize böyle canhıraş bir şekilde geldiler. “Biz yanıyoruz!” dedi Selim Efendi. “Biz temiz insanlardık. Yetmiş sene komünizm bizi kavurdu!” dedi. Şimdi bu yangın karşısında hangi vicdan sahibi sessiz kalabilir? Biz orada olabilirdik, onlar da burada olabilirdi…
Altınoluk: Orada başka bir şey daha yaşanmış. Daha sonraki bir gün, Şeki’ye varmışsınız. Çocuklar Kur’ân öğrenmeye başlamışlar. Karlı bir gün yine. Ama kursta kaloriferler yanmıyor, soba yanmıyor. Bozulmuş. Siz de gelmişsiniz; oda ayarlayacaklar. Demişler ki, kalorifer ancak iki günde tamir edilir. Siz içeri girmemişsiniz, oturmuş beklemişsiniz. Bu yapılmadan, çocuklar ısınmadan, ben eve girmem diye. Sizi dışarıda bekliyor görünce herkes seferber olmuş, koşturmuşlar ve üç saat içinde yapmışlar. Bu nasıl bir duygu?
Osman Nûri Topbaş: Tam hatırlamıyorum bunu. Belki biraz da abarttılar, bilemiyorum. Fakat orada şunu gördük; oradaki insan çok muzdaripti. Bakımsız, sahipsiz, kimsesiz… Rusya zaten sömürmüş, iyice perişan etmiş insanları. Alkolik yapmış. Alkol fiyatını orada iyice aşağı düşürmüş ki, millet sarhoş olsun, hiçbir zaman başını kaldırıp itiraz edecek bir hâli kalmasın diye. Öyle perişan, sürü hâline gelmiş bir millet. Ama iç dünyaları, aynen bizim Anadolu insanı gibi, tertemiz, pırıl pırıl insanlardı.
Altınoluk: Zannedersem, Hüdâyî’nin, zât-ı âlînizin, ilk oralara gidişi 1992 yılındaydı. 92’den bugüne 26 yıl geçmiş. Oradan gençler gelmiş, buradan hocalar gitmiş, yeni bir Azerbaycan oluşmuş. Azerbaycan’ın ilk günlerinden bugünlere baktığınızda şimdi ne görüyorsunuz?
Osman Nûri Topbaş: Burada Allâh’ın yardımını görüyoruz. Biz buradan oraya insan göndermekle bir noktaya kadar yardım edebiliriz. Ama oranın insanını getirip, tahsilini tamamlayıp oraya gönderdiğimiz zaman, buranın bayrağını taşıdı oraya. Buranın dünyasını taşıdı oraya. Allah yardım etti. Bu Allâh’ın büyük bir lûtfu. Fâil-i mutlak, Cenâb-ı Hak. Yine onu tekrarlıyorum, biz bir ney gibiydik. Bir yerden bir nefes, bir bâd-ı sabâ geldi ve Dünya’nın birçok coğrafyasına yayıldı. Fakat o bereketli nefes nereden geldi, o tarafını bilemiyoruz. Oradan çorba alan bir kadının duâsı mıdır? Bir garibin duâsı mıdır? Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin himmetleri midir? Bilemiyorum o tarafını. Yani oraya verilen zekâtların, sadakaların, vesâirelerin bir helâliyeti midir? Bilemiyorum… Fakat Cenâb-ı Hak orada dehşetli bir ufuk açtı. Yani orada gerçek fâil olarak biz yoktuk. Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lûtfudur bu. Biz birkaç âciz insan ne yapabilirdik orada? Bizi deport (sınır dışı) da edebilirlerdi her gittiğimiz mekândan. Dâimâ, her şeyde Cenâb-ı Hakk’ın yardımını görmemiz lâzım. Cenâb-ı Hak hepimize ihlâs nasîb etsin. Âyet-i kerîmede buyruluyor: اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ “(Allâh’ım!) Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Sen’den yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 5) Biz Cenâb-ı Hakk’a toplu olarak, Allah için bir kulluk yapabilirsek, o kadar Cenâb-ı Hakk’ın yardımı gelir. Biz bunu gördük birçok yerde.
Altınoluk: Efendim; orada Selim Efendi var, Hüdâyî ile iç içe yürüyüp şu anda hizmeti yüklenen Azerbaycan’ın çocukları var. Hüdâyî’nin Kız Kur’ân Kurslarına gelip giden genç kızlar var. Afrika’da, Balkanlarda, Orta Asya’da Hüdâyî’nin çocukları var. Onlar için ne dersiniz?
Osman Nûri Topbaş: Demek ki İslâm’a aç, îmâna teşne çok insan var. Cezb ve incizâb kanunu… Yani onların şevkiyle, aşkıyla Cenâb-ı Hak -elhamdülillâh- o mekânlardaki bu hizmetleri lûtfetti. Cenâb-ı Hak da önümüze ufuklar açtı. Selim Efendi buraya geldiği zaman yanmış bir yürekle geldi. Yanan bir yürek geldi; aldı götürdü. Yine oraya geleceğim; bu, kalbi dergâh etmeye bağlı. Yani Selim Efendi, kalbi bir dergâh olarak geldi buraya. “Biz yanıyoruz!” dedi. “Biz açız!” dedi. Bir de; “Babamızın mezarına gittiğimiz zaman, çağırırlar; «Sen ne yaptın orada?» derlerdi. Babamızın mezarında bir Fâtiha’yı okuyamazdık!” dedi. Demek ki, Cenâb-ı Hak yanık bir yürek istiyor…
Altınoluk: Karşılık da buluyorsunuz değil mi Efendim? Yani gittiğiniz bir yerde; “biz söylüyoruz, onlar dinliyor” olmuyor. Oradan da size açılan yürekler oluyor.
Osman Nûri Topbaş: Tabi, tabi… Siz yüreğinizi açtığınız kadar, karşınızdaki de size yüreğini açar. Yani cezb ve incizab kanunu… Buralar kibrit bekleyen bir ateş gibiydi. Bir kibrit atıldı o kadar. O kibritle gönüller açıldı, dolmaya başladı. Altınoluk: Başta da ifade buyurdunuz. Sık sık da altını çiziyorsunuz. Merhamet; gönlün dergâh hâline gelmesi diye… “Merhamet” ve “Müslüman” dediğimizde, nasıl bir şey anlaşılması lâzım, Dünya’nın bugünkü hâlinde? Yani Batı’da belki insanlar çığlık atıyorlar; “Bize ulaşın!” diye. Osman Nûri Topbaş: Bu merhamet ayrı bir hâdise. Bu müslümanın fârikasıdır. Yani müslüman deyince merhamet hatıra gelmelidir. Evvelce de bahsettiğim gibi Cenâb-ı Hak, Rahmân ve Rahîm. Efendimiz, raûf ve rahîm. Eğer bir müslüman merhametten mahrumsa Cenâb-ı Hak’tan nasıl merhamet isteyecek? Nasıl af isteyecek? Yani Cenab-ı Hakk’a yaklaşacaksın ki, o cemâlî sıfatlardan kalbin hisse alacak ki, Cenâb-ı Hakk’ın lûtuflarına mazhar olabilesin. “Yâ Rabbi, af!” diyebilesin. “Yâ Rabbi, merhamet!” diyebilesin. Müslümanın fârik vasfı merhamettir. Merhametsiz bir müslüman, kuru bir ağaç gibidir. Odundur yani, başka bir şey değil. İslâm demek ki ona hiçbir duygu vermiyor. Bu nasıl olabilir?!. Sonra merhamet öyle basit bir iş de değil. Efendimiz merhametten bahsediyordu. Sahâbe; “‒Biz hepimiz merhametliyiz yâ Rasûlâllah!” dediler. “‒Yok!” dedi Efendimiz. “Benim kastettiğim merhamet, Allâh’ın bütün mahlûkâtına şâmil olan merhamettir.” (Bkz. Hâkim, IV, 185/7310) Kapındaki kediye, köpeğe, hattâ yılana… Eğer yılan seni sokmaya gelirse, onu bir vuruşta öldüreceksin. Hayvanı çırpındırmayacaksın. Bedir’de müşrikler, müslümanları ortadan kaldırmak için, 400 kilometreden geldiler. Müslümanların bulunduğu yerde su kuyusu vardı. Müşrikler geldiler bir gün evvel, kuyudan su istediler. Müslümanlar vermek istemedi. Efendimiz “verin” buyurdu. Yani savaşta bile bir merhamet tevzî ediyordu. 70 kadar esir aldı müslümanlar. Bedir’den Medîne’ye 150 kilometre yolu dönerlerken, zaman zaman müslümanlar develerinden indiler, esirleri develerine bindirdiler. Rasûlullah Efendimiz buyurdu ki: “Esirlerinize yediğinizden yedirecek, içtiğinizden içireceksiniz. Zulmetmeyeceksiniz.” (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; İbn-i Mâce, Menâsik, 76, 84) “Eğer işinizi görmüyorsa âzâd edeceksiniz.” (Bkz. Buhârî, Îmân, 22; Müslim, Eymân, 38) “Bunların hukukundan korkun!” buyurdu. (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477) Var mı dünyada böyle bir merhamet?! Bugün görüyoruz; mazlum insanları nasıl esir alıyorlar!.. Efendimiz’in savaşta verdiği tâlimattır: “Gittiğiniz yerlerde kadınlara dokunmayacaksınız. Ağaçlara, hayvanlara dokunmayacaksınız. Kilisede ibadet eden insanlara dokunmayacaksınız. Sizlerle savaşmayan, mücadele etmeyen kimselere dokunmayacaksınız!..”[1] Bugün mü insanlar medenî, ashâb-ı kirâm zamanındaki müslümanlar mı medenî idi? Osmanlı’nın ilk üç-dört asrında, ecdâdımız nasıl bir merhamet tevzî ediyordu? Hristiyan halkların çoğu; “‒Aman müslümanlar gelsin de, prenslerin zulmünden kurtulalım!” diyorlardı. Fatih’in İstanbul’u kuşattığı haberi alınınca, Ayasofya’da bir toplantı oldu. Roma’dan yardım isteyelim dediler. Grandük Notaras; “‒Biz başımızda kardinal serpuşu görmektense, müslüman sarığı görmeyi tercih ederiz.” dedi. Adâlet, merhamet, şefkat, müslümanın lâzım-ı gayr-ı müfârıkıdır, yani ayrılmaz parçası ve fârik vasfıdır. Bir misal vereyim: Bayezid-i Bistâmî Hazretleri bir ağacın altında yemek yiyor. Yola devam ederken torbasında bir karınca görüyor. “Aman, ben karıncayı vatan-cüdâ ettim!” diyor ve dönüyor, karıncayı oraya bırakıyor. Bunu hangi güç yaptırır?! Bu nasıl bir terbiyedir?!. Altınoluk: Bugünün insanı bunu hayal bile edemez. Osman Nûri Topbaş: Efendimiz on bin kişilik orduyla Mekke’ye giderken, dişi bir köpek, yavrularını emziriyordu. Sürâka’yı başında durdurdu, askerlere; “Karşı taraftan geçin.” buyurdu. (Bkz. Vâkıdî, II, 804) Bu hep bizlere ders, ibret. Yani Allâh’ın mahlûkâtına bakış tarzı… Develerin üzerinde sohbet eden kimseler gördü: “‒Niye yere inip sohbet etmiyorsun? Niye bu hayvana eziyet ediyorsun?” buyurdu. (Bkz. Ahmed, III, 439) Kânunî Sultan Süleyman, Süleymaniye Câmii’ni yaptırırken şartnameye yazdırdı: “Yük taşıyan hayvan dinlendirilecek, açsa doyurulacak, ondan sonra taşıttırılacak.” Bir hayvan hakkı gözetildi. Bütün bu hayvanlar diğer gezegenlerde yok, Dünya’da var. Cenâb-ı Hak hepsini bizim için yarattı. Hepsinden bir ibret alınacak. Her biri “el-Musavvir, el-Bârî” sıfatlarının tecellîleri. Onun için müslüman çok duygulu olacak, ince ruhlu olacak. Nâdan olmayacak, alık-abus olmayacak, şaşkın olmayacak. Uyanacak. Allâh’ın bu kadar azamet tecellîsi ve kudret nakışı karşısında -af edersiniz- ahmak olmayacak. Aklını, zekâsını, idrâkini vahyin içinde kullanacak. Gönlünü Allah Rasûlü’nün gönlüne râm edecek. “Allah Rasûlü benden nasıl bir gönül istiyor?..” Ashâb-ı kirâm, çocuğunu diri diri toprağa gömen bir câhiliye insanıyken, nasıl merhametli, gözü yaşlı, iki büklüm bir insan hâline geldi? Bunlar ne ile oldu? Allah Rasûlü’nün terbiyesi ile oldu. Biz de O’nun, bugün devam eden ümmetiyiz. Aynı âyetler, aynı hadisler devam ediyor. Efendimiz’in, ashâb-ı kirâmı en çok sevindiren hadîsi; اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîsiydi. Sahâbe, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şahsında, insanlıktan bir âbide gördü. O’na hayran oldu, râm oldu. Bütün gayesi âhirette O’nunla beraber olmaktı. Bunun için Allah Rasûlü’nün yürüdüğü yoldan yürüdü. O’nun kokladığı çiçeği kokladı. Yeter ki âhirette de yine O’nunla beraber olalım, bu lezzeti tadalım diye. Hattâ İbrahim bin Edhem Hazretleri; “Bizim ilâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı, krallar onu almak için bütün her şeylerini fedâ ederlerdi.” diyor. Bu, büyük kalbî merhaleler neticesinde oluyor. Hemen olmuyor. Ağır bir tahsil neticesinde oluyor. Cenâb-ı Hak; “وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ” buyuruyor. “…Allâh’a karşı takvâ sahibi olursanız, Allah size öğretir…” (el-Bakara, 282) Bir insanın kendisinin alacağı ilimler vardır. Bu ilimler, iki uçlu bıçak gibidir. Tıp ilmini alır, bununla ya insanlara faydalı olur veyahut da bir insan kasabı olur. Hukuk ilmini alır, ya hakkı tevzî eder veyahut da bir cellat olur. Bunun böyle olmaması için kalbinin merhaleler katetmesi lâzım. Bu da kendisinin kendine vereceği bir ilimdir. Bu da takvâdır. Kur’ân-ı Kerîm’in 258 yerinde “takvâ” geçiyor. Gönlü dergâh hâline getiren de takvâdır.
Altınoluk: Aziz Mahmud Hüdâyî’nin Kız Kur’ân Kursları var. Buralar Birleşmiş Milletler gibi, bütün dünyadan kız öğrenciler geliyor. Bir eğitim görüyorlar. Bu Kur’ân Kursları nasıl bir misyon îfâ ediyor?
Osman Nûri Topbaş: Evvelce de bahsettiğim gibi, ilk olarak, bilginin zâhiri veriliyor. İkinci olarak, bu yavrular takvâya yönlendiriliyorlar. Tabi bunlar, dışarıdaki ahlâksızlık ve şerlerden uzak oldukları için takvâya çok çabuk yöneliyorlar. Sohbetlerde beraber olma, in’ikâs, insibağ neticesinde bir takvâ hayatı yaşıyorlar. Biz onlara; “Teheccüde kalkın!” demiyoruz. Ama bakıyoruz; “Allah Rasûlü teheccüde kalkmış.” diyorlar, teheccüde kalkıyorlar. Tabi bu ilk günlerde değil, zaman içinde oluyor.
Altınoluk: Bu öğrenciler burada eğitim görüyorlar ve ülkelerine gidiyorlar. Balkanlarda, Azerbaycan’da, Afrika’da hizmete başlıyorlar. Giden çocukların hizmetlerinden size intikal eden hâdiseler var mı?
Osman Nûri Topbaş: Var. Bunların en mühimi, orada hidâyetlere vesîle oluyorlar. Giden, buraya kardeşini, akrabasını göndermeye çalışıyor. Babasına, annesine aynı telkini yapıyor. Elhamdülillâh, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu. Fâil-i mutlak Cenâb-ı Hak. Hepimiz âciziz. Hidâyetler artıyor. Boğulan insana bir cankurtaran simidi atılıyor. Bu Allâh’ın bir lûtfu. Bütün hoca efendilere, hoca hanımlara söylediğimiz de şu: “Allah bunları, bu büyük kapıya, İslâm kapısına gönderiyor. Eğer biz bunun hakkını verebilirsek, büyük ecir var. Veremezsek de ağır bir vebâl var.” Bunu söylüyoruz biz. Burada; üç tane not var, diyoruz: Bir; sizin derslerde talebeye verdiğiniz not var. Zayıf, orta, iyi vesâire. İkincisi; talebenin size verdiği bir not var. O da size olan muhabbeti. Muhabbeti kadar sizden telâkkî eder, öğrenir. Üçüncüsü, en zor bir not var; bu da Cenâb-ı Hakk’ın kıyâmette size vereceği bir not: “Bu emanete ne kadar sahip oldun?!.” Bugün bu emanet hepimizde. Biz hakikaten dünyadaki mazlumlara, zavallılara, mağdurlara, gözü yaşlı insanlara, kimsesiz yalnızlara ne kadar sahip olabiliyoruz? Allâh’ın verdiği bu İslâm nîmetini nasıl bir gayretle tevzî hâlindeyiz? Çünkü onların da bunda bir hakkı var. Âyet-i kerîmede buyruluyor: وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ “…Birbirlerine hakkı tavsiye ederler…” (el-Asr, 3) Allâh’ın hakkı var üzerimizde. Rasûlullah Efendimiz’in hakkı var üzerimizde. Cenâb-ı Hak mü’minleri “kardeş” ilan ediyor; dolayısıyla mü’min kardeşlerimizin hakkı var. Hidâyet bekleyen insanlar var; insanlıktaki eşimiz. Onlara İslâmiyet’i, hidâyeti tebliğ etmemiz lâzım. Cihad, toprağı kanla sulamak değildir. Onların gönüllerine girmektir. Gönüllerin fethidir. Onun için şu dünyada ağır bir vazifemiz var…
Altınoluk: Hangi ülkelerden öğrenciler geliyor Efendim?
Osman Nûri Topbaş: Saymaya kalksak uzun ama, aşağı-yukarı kırk ülkeden öğrenci geliyor. Tâ Çin var, Endonezya var, Uygur var, Açe var, Tayland var… Kırgızistan, Moğolistan, Azerbaycan, Gürcistan, Batı Trakya, Arnavutluk, Kosova, Makedonya, Bulgaristan var. Sudan var. Batı Afrika ülkelerinden gelenler var… Velhâsıl bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği lûtuflar, ikramlar… Bu kapıya gönderiyor Cenâb-ı Hak. Göndermeyebilir de. Bütün arkadaşlar da bu şekilde bakıyor. Fakat içimizdeki hangi arkadaşımızın ihlâsıyla bu işler oluyor, onu biz de bilmiyoruz. O da bu işin mahremiyeti. Herkes bu ilâhî lûtfa lâyık olabilmek için gayret etmeli. Çünkü yine Cenâb-ı Hakk’ın kıyamet günü soracağı bir soru da budur: “‒Ben sizin kapınıza gönderdim, siz bunlara ne verdiniz? Ben size ne verdim, siz bunlara ne verdiniz?..” Tabi şimdi çok büyük iş yapılıyormuş gibi geliyor vakıf vâsıtasıyla. Hâlbuki ashâb-ı kirâm devrine baktığımız zaman, Medîne’den kalkıp tâ Çin’e, Semerkand’a gidiyordu. Afrika ortalarına gidiyordu. Bu uzun yolları da yorgunluk hissetmeden, üşenmeden, bir îman vecdiyle katediyorlardı. Bugün ise imkânlar çok arttı. Lâkin gaflet ortalığı sardı. Bugün şefkat ve merhamet bekleyen bütün dünya perişan, müslümanlar perişan. Gayr-i müslimlerde de çok perişan var ama, daha ziyade müslümanlar perişan…
Altınoluk: Zaman zaman Türkiye mi, bütün dünya mı diye bir kıyaslama içinizden geçer mi? Yani Türkiye’deki açlığa cevap vermek mi, dünyadaki açlığa cevap vermek mi?
Osman Nûri Topbaş: Türkiye’yi ihyâ edersen, Türkiye diğer ülkelerin açlığını telâfi eder. Türkiye çok mühim… Meselâ bir Ömer bin Abdülaziz çıkıyor; müslümanlar zekât verecek yer bulamıyor. Herkes zekâtını veriyor. Zaten Kur’ân-ı Kerîm’de akrabadan başlamak emrediliyor. En başta çoluğumuzu-çocuğumuzu, akrabamızı, toplumumuzu ihyâ edebilirsek İslâm dünyası da ihyâ olur. Bugün Türkiye son karakol. Mısır bitti, Suriye bitti, Irak bitti. Görüyorsunuz, Suud karmaşa içinde. Afrika’da aşiret kavgaları var. Onun için Türkiye son karakol. Bu karakolun sağlam olması lâzım. Allah korusun, bu karakol düşerse, Osmanlı’nın o son ânına döneriz. Bütün İslâm dünyası perişan olur. Elhamdülillah, bugün Türkiye bütün İslâm dünyasının hâmiliğini yapıyor. Onun için Türkiye’nin ihyâsı çok mühim. Türkiye ihyâ olacak ki, bütün dünyayı ihyâ edecek. Bütün garip devletler, yine Türkiye’ye bir hâmi olarak, bir Osmanlı olarak bakıyor.
Altınoluk: Bildiğim kadarıyla kitaplarınız elli dile çevrilmiş durumda. Nasıl geri dönüşler oluyor?
Osman Nûri Topbaş: Bir defa ilk başta şunu söyleyeyim; benim kitaplar müşterek, arkadaşlarla beraber hazırladığımız kitaplar. Evet benim ismim var ama, bütün buradaki arkadaşların yardımıyla telif ediyoruz o kitapları. İslâm dünyasında; Afrika’da olsun, Orta Asya’da olsun, ne yeterli kitap var ne de bunu dertlenen var! Bu kitapları tercüme ettirmeye de başladık. Bu kitaplarda da esas olarak vurguladığımız; “Bir İslâm şahsiyeti, İslâm karakteri nasıl olacak? Bir müslüman, dünyasını nasıl tanzim edecek?” Kitapların muhtevası aşağı yukarı bu. Geri dönüşler gayet iyi…
Altınoluk: Rusya cezaevlerinden, Uzak Doğu’dan, Amerika’dan mektuplar geldiğini biliyoruz. Geri dönüşlerden bir iki örnek verebilir misiniz?
Osman Nûri Topbaş: Birisi bu gün açıyor interneti, İslâm hakkında ne öğrenmek istiyorsa, ekrana gelen bütün kitaplara bakıyor. Onların içinde, burada tercüme edilen kitaplardan biri dikkatini çekiyor.
Altınoluk: Meselâ neler dikkat çekiyor? Diyelim ki Rus cezaevinde, üstelik müslüman olmayan birisi, kitabınızda ne buluyor da oradan bir kalbî yol açılıyor?
Osman Nûri Topbaş: Gönül buluyor, yürek buluyor, merhamet buluyor. İncelik, zarâfet buluyor İslâm’da. Hassasiyet buluyor. Bir müslümanın gönül dünyasını orada görüyor. “Bu insan, ne güzel bir insan; bu din ne güzel bir din!” diyor. Zaten vahşetten insanlık bıkmış durumda bugün. Aynı Akif’in dediği gibi; Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta, Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi! Kırk sene evvelki bir hâtırayı anlatayım: Bir sebeple İngiltere’ye gitmiştim. Londra’da “undergrand” yani yeraltı tünelleri var. Gece on ikide arkadaşla beraber indik. Çıkarken baktım, kenarda 90 yaşında bir kadın titriyor. Orada tahsil eden arkadaşa dedim ki: “‒Hastahaneler, bakımevleri, huzurevleri olması lâzım. Niye bir kişi bu kadını alıp götürmüyor oralara?” Bana güldü: “‒Burada bir kişi on pound verecek de, bir saat vakit ayıracak da, götürecek, yatırıp gelecek… Yok burada böyle bir şey!” dedi. Güyâ bu medeniyet! İngiltere burası; gerisini hesap et!.. Burada ise en garip bir insan, en çaresizimiz bile böyle birisini gördüğü zaman, bir çare arar. Af edersiniz, yaralı bir köpek görse; “Şunu alıp bir veterinere götüreyim.” der. İşte bu, vicdan farkı… Merhamet dedik ya. Bu merhamet, ancak müslümanda olan çok mühim bir haslet…
Altınoluk: Birçok yerde bulunabilmek için, çok olmak lâzım. Çok insan ve çok imkân. Dünya’da çok yerin ihtiyacı var, Türkiye’de de böyle. Hüdâyî bu insan ve imkân ihtiyacı açısından nerelerde duruyor?
Osman Nûri Topbaş: Para var, insan yok; olmaz. İnsan var, para yok; o da olmaz. İkisi birbirini tamamlayan unsurlar. Onun için, hem insanı yetiştireceksin hem de müslümanlar zekâtlarını verse bu güzel hizmetler lâyıkıyla îfâ edilir. Zaten bugün yapılan bu yardımların çoğunluğu zekâtlarla oluyor. Hayrattan da yapılanlar var; câmiler, müesseseler vs… Gelen o imkânlarla “insan” yetişiyor. Burada, kâbiliyetli insan, insanla meşgul olmak, istîdatları tespit etmek; hangi insanı nereye yerleştireceksin, hangi vazifeyi vereceksin, bunlar çok önemli. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların istîdatlarını tespit ederek onlara gerekli vazifeleri verirdi. Meselâ ordu kumandanı olacak yahut vali olacak veyahut tebliğ işinde bulunacak; onları ayrı ayrı seçerdi. Bizim memlekette zihnî bilgiyi elde eden, nereyi kazanırsa oraya gidiyor. Doğru değil! İstîdâdına göre onu yönlendirmek lâzım. Meselâ imam olacak biri, kâbiliyeti tutuyor; fakat gidiyor sendikacı oluyor. Sendikacı olacak imam oluyor. Gazeteci olacak, imam oluyor. Her mesleğin ayrı istîdâdı var. Kâbiliyet tespiti yapmak gerekiyor. Rasûlullah Efendimiz kâbiliyeti tespit ederdi. Bir çöl bedevîsini, seviyesine göre irşâd ederdi. Fakat istîdatlı birinin de o kâbiliyetini inkişâf ettirirdi…
Altınoluk: Bir de imkân meselesi var. Diyelim Afrika’ya gittik. Bir kuyu açmak, bir mescit yapmak, çıplak insanları giydirmek gerekiyor. Bu imkânların akışı, Hüdâyî noktasında nasıldır?
Osman Nûri Topbaş: Bunu hayırsever insanlara anlatmak lâzım. İzah etmek lâzım, alıp götürmek lâzım. Gördüğü zaman tesiri daha yüksek oluyor. Şimdi bizi alıp Yemen’e götürseler, Yemen’de o garip çocukları görsek, birkaç gün yemek yiyemeyiz herhâlde. Görmeyince ona göre oluyor. Fakat görünce “hakka’l-yakîn” oluyor…
Altınoluk: Hüdâyî’nin ilk kuruluş yıllarında, bir kadın bir tas çorba getiriyor ve Hüdâyî’nin ilk ateşleyici unsurlarından birisi oluyor. Demek ki diyor insan; bir tas çorba, bir büyük çınarın ilk filizleri olabiliyor. O zaman insanın merhamet için, gönlü dergâh hâline getirmek için devreye sokacağı imkânlar her zaman olabilir gibi. “Bir hurma ile olsun ateşten korunun!” diyor Rasûlullah Efendimiz…
Osman Nûri Topbaş: Bütün mesele insanı yetiştirebilmek. Şimdi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hazine mi dağıttı? Askeri, ordusu mu vardı? Etrâfında kimler vardı? Garipler, kimsesizler, aç insanlar vardı. Onlar nasıl oldu? Tabi Allah lûtfediyor. Zâhiren baktığımız zaman; Efendimiz’e hayran olmak, Efendimiz’i taklit edebilmek, O’na benzeyebilmek… Bunun için, bugün en çok muhtaç olduğumuz; seviyeli insan yetiştirebilmek. Bugün dünyanın hasret duyduğu o.
Altınoluk: Efendim, Hüdâyî’nin bu 32 yıllık hizmet süresince, sizi en çok etkileyen, sevindiren şey nedir?
Osman Nûri Topbaş: Beni sevindiren; insanların İslâm’la huzur bulmasıdır, İslâm’la saâdete ermesidir. Böyle olunca, Allah gönüllere de bir huzur hâli veriyor, elhamdülillâh… Mevlânâ’nın bir hikâyesi ile bitirmek istiyorum. Mevlânâ mücerred hakîkatlerin idrâk edilmesini kolaylaştırmak için, onları müşahhas misallerle îzah eder. Şöyle bir misal verir: Baktım, gece karanlığında tarlada birisi dolaşıyordu. Elinde bir fener vardı. Yanına indim ve: “‒Gece yarısı elinde fenerle bu boş sahada ne arıyorsun?” dedim. “‒Ne olursun kendi hâlime bırak beni, rahatça dolaşayım!” dedi. “‒Peki ne arıyorsun?” dedim. “‒İnsan arıyorum.” dedi. “‒Git, yorulma, ben o insanı çok aradım, bulamadım. Evinde istirahat et.” dedim. Bana acı acı baktı, dedi ki: “‒Ben de biliyorum bulamayacağımı ama, hasreti bile bana bir zevk veriyor, bir lezzet veriyor…” Bugün de dünyanın muhtaç olduğu, bu ideal insan. Kendisini Hakk’a râm eden insan. Allah cümlemize o hâli nasîb eylesin.
Altınoluk: Efendim, son olarak eklemek istediğiniz bir mesajınız var mı dergimizin okuyucularına?
Şunu tekrar ifade edeyim ki, vakfımızın hizmetlerini aslâ kendimize izâfe edemeyiz. Bizler, Rabbimiz’in âciz kullarıyız. Bütün bu hizmetler, O’nun lûtfuyla oluyor. Bu vesîleyle, Hüdâyî Vakfı’nın hizmetlerine gönül veren, gerek vefât etmiş gerekse hayattaki kardeşlerimize, bu gayret ve fedakârlıklarının bir sadaka-i câriye olmasını dileriz. Rabbimiz -lûtf u keremiyle- bu hizmetlere kıyâmete kadar teselsül bereketi ihsân eylesin! Altınoluk: Âmîn! Allah râzı olsun, çok teşekkür ediyoruz Efendim. Dipnot: [1] Bkz. Ahmed, I, 300; Taberânî, Kebîr, XI, 224/11562; Buhârî, Cihâd, 148; Müslim, Cihâd, 24, 25; Taberânî, Evsat, I, 48/135; İbn-i Mâce, Cihâd, 30; Vâkıdî, III, 912; Abdürrezzak, Musannef, V, 220. Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2019 – Ocak, Sayı: 395, Sayfa: 032 ksıaca
YORUMLAR