Hudeybiye Antlaşması
Peygamberimizin (s.a.s.) Hudeybiye’ye gitme sebebi nedir? Hudeybiye Antlaşması ne zaman ve kimlerle yapıldı? Hudeybiye Antlaşması’nın maddeleri nelerdir? İslam tarihinde Hudeybiye Antlaşması’nın önemi...
Allah’ın son elçisi: Peygamber (s.a.s.) Efendimiz ve ashabının Kabe hasreti ile çıktığı yolculuk: Hudeybiye.
HUDEYBİYE ANTLAŞMASI KISACA
Hudeybiye Antlaşması 628 martında Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan barış antlaşmasıdır. Antlaşma ismini yakınlarda bulunan Hudeybiye köyünden aldı. Bu antlaşma ile Mekkeliler İslam Devleti’ni hukuken tanıdı.
Mart 628’de Hz. Muhammed (s.a.s.), gördüğü bir rüya üzerine 1400-1500 Müslümanla birlikte umre yapmak için Medine’den Mekke’ye doğru yürüdü. Hudeybiye’ye vardıklarında Peygamberimizin Kasvâ isimli devesinin yere çökmesiyle Müslümanlar burada kamp kurdular. Mekkeli müşrikler, Müslümanların umre amacıyla Mekke’ye geldiklerini bilmelerine rağmen onları Mekke’ye sokmamaya karar verdiler. Bu amaçla Halid bin Velid kumandasında 200 kişilik bir süvari birliğini Gamîm mevkiine gönderdiler. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Hz. Osman’ı (r.a.) elçi olarak Mekke’ye yolladı.
Rıdvan Biatı
Mekkeliler tarafından iyi karşılanan Hz. Osman (r.a.), amaçlarının umre ziyareti olduğunu belirtmesine rağmen Mekkeliler, Müslümanların gelmesine izin vermedikleri gibi elçiye de sert tepki gösterdiler, hatta hapsettiler. Müslümanlar arasında onun şehit edildiği haberleri yayıldı. Bunun üzerine Peygamberimiz savaş kararı aldı ve çevresindekiler de ona sonraları “Rıdvan Ağacı” denilecek yerde biat ettiler.
Kureyşliler Müslümanları denemek ve tepkisini ölçmek için küçük bir askeri birlik gönderdi ancak bu birlik Müslümanlarca esir alındı. Bunun üzerine Kureyşliler anlaşmaya razı oldu ve Süheyl bin Amr’ı da elçi olarak gönderdiler. Yapılan tartışmalardan sonra Hz. Ali (r.a.) tarafından kaleme alınan anlaşma metni Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Mekkelileri temsilen Süheyl bin Amr tarafından imzalandı.
Hudeybiye Antlaşması Maddeleri
1. Antlaşmanın süresi on yıldır.
2. Esirler karşılıklı serbest bırakılacak.
3. Müslümanlar Kâbe’yi bu yıl ziyâret edemeyecekler; bu ziyâret, bir sonraki yıl yapılacaktır. Gelecek yıl ziyârete gelenler, Mekke’de üç gün kalacak, o zaman içinde müşrikler Mekke dışına çıkacaklar, Müslümanlarla temas kurmayacaklardır.
4. Kureyşlilerden biri, Müslüman olarak da olsa, Medîne’ye sığındığı takdirde iâde edilecek, ama Medîne’den Mekke’ye sığınanlar iâde edilmeyecektir.
5. Diğer Arap kabîleleri dilerlerse Müslümanların tarafına, dilerlerse Kureyşlilerin safına katılabileceklerdir.
Hudeybiye Antlaşması’nın Önemi
1. Mekkeliler, Müslümanların siyasî varlığını resmen kabul ettiler.
2. Barış ortamının oluşması İslamiyet’e geçişi hızlandırdı.
3. Mekke’nin fethi kolaylaştı.
Hudeybiye Antlaşması ya da Hudeybiye Barışı, 628 yılının martında Medineli Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan barış antlaşmasıdır.
MEKKE’YE ÇIKILAN KUTLU YOLCULUK
Allâh Resûlü, gördüğü bir rüyâ üzerine Müslümanları Kâbe’yi ziyâret ve tavâfa dâvet buyurdu.[1] Bu dâvete icâbet eden bin dört yüz[2] sahâbîsi ile birlikte Hicret’in altıncı yılında Zilkâde ayının birinci pazartesi günü Mekke’ye hareket etti. Harbe gitmedikleri için yanlarına sâdece yolcu silâhı aldılar. Yetmiş kadar da kurbanlık deve götürdüler.[3]
Hazret-i Ömer:
“–Yâ Resûlallâh! Ebû Süfyân ve adamlarının bize saldırmalarından endişe etmiyor musunuz? Gerektiğinde onlarla çarpışmak için yanımıza silâhlarımızı alsak olmaz mı?” diye sordu. Allâh Resûlü:
“–Bilmiyorum! Ben umreye niyetlenmiş iken silâh taşımak istemem!” buyurdu. (Vâkıdî, II, 573)
Hazret-i Peygamber, mîkât mahalli olan “Zülhuleyfe”ye geldiklerinde ihrâma girip umreye niyet ettiler. Ashâb-ı kirâm da öyle yaptı. Yüksek sesle telbiyeler getirilmeye başlandı. Gönüller, Kâbe-i Muazzama’ya bir an evvel kavuşabilmenin hasretiyle tutuşmuştu. Mânevî bir heyecan ve vecd, adım adım mü’minleri oraya yaklaştırıyordu.
Ancak Müslümanların Mekke’ye doğru yola çıktıklarını haber alan Kureyşlilerde müthiş bir tedirginlik baş gösterdi. Aralarında toplanıp mü’minleri Mekke’ye sokmamaya karar verdiler. Hâlid bin Velîd ve İkrime kumandasında alelacele hazırlanan iki yüz kişilik bir kuvvet yola çıktı. Resûlullâh Seniyye mevkiine geldi. Oradan Kureyşlilerin bulunduğu yere inmek mümkündü. Ama Efendimiz’in devesi Kasvâ orada çöküverdi. İnsanlar:
“−Kalk, kalk, yürü, yürü!” dedilerse de deve kalkmadı. Bu sefer:
“−Kasvâ çöküp kaldı. Kasvâ çöküp kaldı!” dediler. Bunun üzerine Allâh Resûlü:
“–Hayır! Kasvâ çöküp kalmadı. Onun böyle bir huyu da yok. Ancak onu, Fil’i (Mekke’ye girmekten alıkoyan) Zât (yâni Cenâb-ı Hak) durdurmuştur!” buyurdu. Sonra Peygamber Efendimiz sözlerine şöyle devâm etti:
“–Nefsimi kudret elinde tutan o Zât’a yemin ederim ki, Kureyş müşrikleri, Allâh’ın, Harem’inde (çarpışmak, kan dökmek ve akrabâ haklarını gözetmemek gibi) işlenmesini yasakladığı şeylere tâzîm maksadıyla benden ne kadar müşkil talepte bulunurlarsa bulunsunlar, (sulh için) muhakkak kabûl edeceğim!”
Bundan sonra deveyi kaldırmak istedi, deve sıçrayıp kalktı. Resûlullâh yönünü Kureyş’in olduğu taraftan çevirdi ve suyu az olan bir kuyunun yanına indi. Burası Hudeybiye mevkiinin en uzak noktasında idi. Kuyunun suyu azdı. Çok geçmeden bu su da kurudu. Allâh Resûlü’ne susuzluktan şikâyet ettiler. Peygamber Efendimiz sadağından bir ok çıkardı, onu kuyunun dibine saplamalarını söyledi. Çok geçmeden -Allâh’ın izniyle- su fışkırmaya başladı ve ashâb oradan ayrılıncaya kadar akmaya devâm etti.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN HUDEYBİYE’YE GİTME SEBEBİ
Onlar bu hâlde iken Huzâa kabîlesi reisi Budeyl, kabîlesinden bir grupla çıkageldi. Mekkelilerin telâşlarından ve savaş için hazırlıklarından bahsetti. Onların bu telâşlarına mukâbil Allâh Resûlü, Budeyl’e geliş maksadını anlatarak şöyle buyurdu:
“Biz kimseyle harp etmek için gelmedik. Maksadımız Beytullâh’ı ziyârettir, umredir. Harp Kureyş’i yıpratmış ve onlara çok zarar vermiştir. İsterlerse (aramızdaki çarpışmayı bırakmak için) onlarla belli bir müddet antlaşma yapalım. Bu durumda onlar benimle insanların arasından çekilirler. Eğer ben diğer insanlara gâlip gelirsem, isterlerse insanların girdikleri İslâm’a Kureyşliler de girerler. Şâyet ben gâlip gelemezsem (Kureyşliler benimle savaşmak zahmetinden kurtulup) rahata ererler. Şâyet Kureyş bu teklifimi kabûl etmezse, vallâhi ben, bu dîn uğrunda başım gövdemden ayrılıncaya kadar savaşacağım. Muhakkak Allâh vaadini yerine getirecektir.”
Budeyl, Mekke’ye döndü ve Resûlullâh’ın bu sözlerini Kureyş’e nakletti. Bunun üzerine Urve bin Mesut kalkıp:
“–Bu adam size hayır ve iyilik yolu gösteriyor. Onu kabûl edin ve beni antlaşma yapmak üzere O’na gönderin!” dedi. Kureyşliler:
“–Pekâlâ git!” dediler. Urve, Allâh Resûlü’ne geldi. Efendimiz ona da Budeyl’e söylediklerine benzer şeyler söyledi… Urve bu esnâda göz ucuyla Resûlullâh’ın ashâbını tedkîk ediyordu. Döndüğünde gördüklerini Kureyşlilere şöyle anlattı:
“–Ey kavmim, iyi dinleyin! Vallâhi ben pek çok kralın huzûruna elçi olarak çıktım; Kisrâ’nın, Kayser’in, Necâşî’nin yanlarına girdim. Ama Müslümanların Muhammed’e karşı olan yüksek bağlılık ve hürmetlerini, hiçbir millette görmedim… Bir şey emretse hepsi birden koşuyorlar. Abdest alsa, abdest suyundan kapmak için birbirleriyle mücâdele ediyorlar. Bir şey konuşsa hemen seslerini kısıyorlar. O’na duydukları tâzîm sebebiyle yüzüne dikkatle bakmıyorlar, başlarını önlerine eğiyorlar. Başından bir saç düşse hemen onu alıp saklıyorlar. Bu zât size mâkul bir teklifte bulunuyor, onu kabûl edin!”[4]
Urve’nin bu açıklaması üzerine Kinâneoğulları kabîlesinden bir kimse:
“–Müsâade edin, O’na bir de ben gideyim!” dedi. Resûlullâh ve ashâbına yaklaşınca, Efendimiz:
“–İşte falan! O, hac ve umre için ayrılan kurbanlık develere saygı gösteren bir kavimdendir. Kurbanlıklarınızı önüne salıverin görsün!” buyurdu. Ashâb o zâtı telbiyelerle karşıladı. Adam bu manzarayı görünce hayretle:
“–Bu kimselere Beytullâh’ın yolunu kapamak münâsip düşmez!” dedi. (Buhârî, Şurût, 15; Ahmed, IV, 323-324)
Ancak müşrikler, bu elçileri dinlemeyip baskın yapmak için bir birlik gönderdiler. Birlik, Müslümanlar tarafından esir edildi ise de Allâh Resûlü, savaşmaya gelmeyip sırf umre yapıp dönecekleri husûsundaki niyetleri anlaşılsın diye ele geçirilen müşrikleri serbest bıraktı.[5]
Peygamber Efendimiz’in çadırı, Hudeybiye’de Mekke Haremi dışında kalan bir yerde kurulmuştu. Fakat Allâh Resûlü, orada bulunduğu müddetçe bütün namazlarını, Mekke Haremi sınırlarına dâhil olan yere giderek kılardı.[6] Çünkü Mescid-i Harâm’da kılınan bir namaz, diğer yerlerde kılınan yüz bin namazdan daha fazîletlidir.[7]
ALLAH’IN RAZI OLDUĞU BİAT: RIDVAN BİATI
Bu arada müşriklerden birkaç elçi daha gelip gitti. Fakat hiçbirinde de antlaşma ve sulh için kesin bir netîce elde edilemediğinden, bu defâ Peygamber Efendimiz, Hazret-i Osmân’ı Mekke’ye, müşriklerle görüşüp meseleyi halletmesi için gönderdi ve ona:
“–Kureyşlilere git! Onlara haber ver ki, biz buraya hiç kimse ile çarpışmak için gelmedik! Biz ancak şu Beytullâh’ı ziyâret için, onun haremliğine riâyet ve tâzîm ederek geldik. Yanımızdaki kurbanlık develeri kesecek ve döneceğiz! Sonra onları İslâm’a da dâvet et!” buyurdu. Aynı zamanda oradaki erkek-kadın bütün mü’minlerle görüşmesini, Mekke’nin yakında fethedileceğini müjdelemesini, Allâh Teâlâ’nın dînine yardımcı olduğunu, Mekke’de îmânın açığa vurulacağı günün yaklaştığını haber vermesini de emir buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 97; İbn-i Kayyım, III, 290)
Hazret-i Osmân, Resûlullâh’ın emri mûcibince hemen hareket ederek Mekke’ye gitti. Müşriklere, niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattı. Müşrikler buna rağmen yine de izin vermediler. Hazret-i Osmân’ı göz hapsinde tutarak:
“–İstiyorsan sen tavâf edebilirsin!..” dediler. Fakat kendisini Allâh’a ve Resûlü’ne adamış olan mübârek sahâbî Hazret-i Osmân:
“–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı, ancak O’nun arkasında ziyâret ederim...” diyerek Allâh Resûlü’ne olan sadâkatini bildirdi. (Ahmed, IV, 324)
Rıdvan Biatı veya Hudeybiye Biatı Nedir?
Bu temaslar sebebiyle Hazret-i Osmân’ın geri dönüşü gecikince, hakkında, öldürüldüğü şâyiası çıktı. Bunun üzerine Müslümanlarla müşriklerin arasındaki hava gerginleşmeye başladı. Allâh Resûlü, kendisini temsîl eden Hazret-i Osmân’ın ölüm ihtimâli üzerine derhâl ashâbını toplayıp:
“–Anlaşılan müşriklerle vuruşmadıkça buradan ayrılamayacağız!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 364)
Ardından, Allâh yolunda canlarını fedâ etmek için bütün ashâbdan bey’at istedi. Kadın-erkek bütün mü’minler:
“−Allâh Resûlü’nün gönlünde ne murâdı varsa, onun üzerine bey’at ediyorum.” diyerek Resûlullâh’ın bu arzusunu seve seve yerine getirdiler. (Vâkıdî, II, 603)
Mü’minler, Allâh yolunda ölünceye kadar savaşmaya söz verdiler. Hazret-i Peygamber’in mübârek ellerini tutarak bey’at ettiler. Bey’atin sonunda Allâh Resûlü, bir eliyle diğer elini tutarak:
“–Bu da Osmân’ın bey’atidir!” buyurmak sûretiyle Hazret-i Osmân’a olan îtimâd ve muhabbetini, fiilî olarak izhâr ettiler. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 7)
Bir ağacın altında yapılan bu bey’ate, “Bey’atü’r-Rıdvân” ya da “Hudeybiye Bey’ati” denildi. O gün bir münâfık hâriç bütün ashâb bey’at etmişti. Bu bey’at, ashâb-ı kirâmın, Cenâb-ı Hakk’ın yüce rızâsını kazanmalarına vesîle oldu:
“And olsun ki, o ağacın altında Sana bey’at ederlerken Allâh, o mü’minlerden râzı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara huzur ve sekînet indirmiştir...” (el-Fetih, 18)
Resûlullâh bir gün Hazret-i Hafsa vâlidemizin yanında:
“–İnşâallâh ağacın altında bey’at eden Ashâb-ı Şecere’den hiç kimse cehenneme girmeyecek!” buyurdular. Bu söz üzerine aklına bir soru takılan Hafsa vâlidemiz:
“–Peki yâ Resûlallâh! Cenâb-ı Hak:
«İçinizden hiçbiri istisnâ edilmemek üzere mutlakâ herkes cehenneme varacaktır.» buyuruyor. (Meryem, 71) Bu nasıl olacak?” dedi. Fahr-i Kâinât:
“–Allâh Teâlâ şöyle de buyurdu.” diyerek bir sonraki âyeti okudu:
“Sonra müttakî olanları kurtarırız da, zâlimleri diz üstü çökmüş vaziyette orada bırakırız.” (Meryem, 72)
Akabinde de buradaki “cehenneme varmak”tan maksadın, sırattan geçerken cehennemin yanından geçmek olduğunu, yoksa içine girmek mânâsına gelmediğini açıkladı. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 163)
HUDEYBİYE MUCİZESİ
Hazret-i Câbir anlatıyor:
“Hudeybiye günü insanlar susadı ve Efendimiz’e geldiler. Resûlullâh’ın önünde deriden îmâl edilmiş bir su kabı vardı. Efendimiz abdest aldı. Halk ona doğru sokuldu. Bunun üzerine:
«−Neyiniz var?» diye sordu.
«−Abdest almak ve içmek için önünüzdekinden başka suyumuz kalmadı.» dediler.
Allâh Resûlü derhâl ellerini kaba koydu. Derken parmaklarının arasından su kaynamaya başladı, tıpkı pınarların kaynaması gibiydi. Hepimiz ondan içtik ve abdest aldık.”
Hazret-i Câbir’e:
“−O gün kaç kişiydiniz?” diye soruldu:
“−Eğer yüz bin kişi de olsak su yetecekti, fakat biz, bin beş yüz kişi idik!” cevâbını verdi. (Buhârî, Menâkıb, 25)
HUDEYBİYE ANTLAŞMASI
Fedâ-yı cân şartıyla yapılan Bey’atü’r-Rıdvân’ı haber alan müşrikler müthiş bir telâşa kapıldılar. İşin iyice ciddiyet kazanması, yüreklerine son derece korku salmıştı. Hemen sulha karar verip Süheyl bin Amr’ı Hazret-i Peygamber’e gönderdiler. Peygamber Efendimiz Süheyl’i görünce, isminin “kolaylık” mânâsına gelmesinden tefe’ül ederek:
“–İşiniz artık kolaylaştırıldı, size Süheyl geldi.” buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber de Hak Teâlâ’nın:
“Onlar sulha yanaşırlarsa, Sen de ona yanaş!..” (el-Enfâl, 61) emri mûcibince hareket etti.
Müşriklerin ilk gâyesi, o sene Müslümanlara umre yaptırmamak idi. Bununla birlikte zâhirde ağır görünen birtakım şartları da vardı. Uzun ve harâretli münâkaşalardan sonra sulh şartları kabûl edildi.
Müşriklerin Reddettiği İfade
Hazret-i Peygamber, antlaşmanın şartlarını yazma vazîfesini Hazret-i Ali’ye verdi. Allâh Resûlü’nün emri üzerine Hazret-i Ali, önce “Besmele-i Şerîfe”yi yazacaktı ki, Süheyl îtirâz etti. Besmele yerine; «بِاسْمِكَ اللّهُمَّ» yazıldı. Bu ifâdenin ardından Süheyl, Hazret-i Peygamber’in Allâh’ın Resûlü ibâresini yazdırmasına da karşı çıktı:
“–Allâh’ın Resûlü olduğunu kabûl etseydik, Sen’inle savaşır mıydık, bugün Kâbe’yi ziyâretten alıkoyar mıydık?” dedi. Bunun üzerine zâten sulh şartlarından dolayı canları sıkılmış bulunan ashâbın öfkesi iyice arttı. Hazret-i Ali, elindeki kalemi bırakarak:
“–Allâh’a yemîn ederim ki ben, «Allâh’ın Resûlü» ibâresini silemem yâ Resûlallâh!..” dedi.
O zaman Hazret-i Peygamber, Süheyl’e:
“–Siz yalanlasanız da ben Allâh’ın Resûlü’yüm.” diyerek yazılmış bulunan cümleyi kendisine göstermelerini istediler. Orayı mübârek elleriyle çizdiler ve yerine Muhammed bin Abdullâh künyesini yazdırdılar.
HUDEYBİYE ANTLAŞMASI MADDELERİ
O gün Allâh Resûlü, birçok hikmetler sebebiyle antlaşmayı imzâladılar. Antlaşmanın maddelerinden bâzıları şöyledir:
1. Antlaşmanın süresi on yıldır.
2. Müslümanlar Kâbe’yi bu yıl ziyâret edemeyecekler; bu ziyâret, bir sonraki yıl yapılacaktır. Gelecek yıl ziyârete gelenler, Mekke’de üç gün kalacak, o zaman içinde müşrikler Mekke dışına çıkacaklar, Müslümanlarla temas kurmayacaklardır.
3. Kureyşlilerden biri, müslüman olarak da olsa, Medîne’ye sığındığı takdirde iâde edilecek, ama Medîne’den Mekke’ye sığınanlar iâde edilmeyecektir.
4. Diğer Arap kabîleleri dilerlerse Müslümanların tarafına, dilerlerse Kureyşlilerin safına katılabileceklerdir.
HUDEYBİYE ANTLAŞMASI’NDAN SONRA PEYGAMBERİMİZE SIĞINAN SAHABİ
Muâhede maddelerinin yazılıp bitirildiği bir anda Kureyş temsilcisi Süheyl bin Amr’ın oğlu Ebû Cendel, ayaklarındaki zincirleri sürüyerek yavaş yavaş Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Ebû Cendel Müslüman olduğu için müşriklerden çok işkence görmüştü. Bir fırsatını bularak ellerinden kaçmış ve kendini Müslümanların arasına atmıştı. Süheyl, antlaşma gereğince ilk iâde edilecek kimsenin oğlu olduğunu söyledi ve elindeki sopayla Ebû Cendel’in yüzüne vurdu. Hâdiseleri hüzünle tâkip eden Rahmet Peygamberi, Ebû Cendel’in antlaşma hârici bırakılmasını ve onu kendisine bağışlamasını Süheyl’den ricâ etti. Ancak taş yürekli müşrik buna yanaşmıyordu. Ebû Cendel de müşriklere teslîm edilirken feryatlarla Müslümanlara yalvarıyor ve yardım istiyordu. Son derece üzgün bir şekilde:
“–Beni tekrar aynı zulüm ateşlerinin içine mi atacaksınız?” diye kendilerine sorarken de yürekleri parçalamıştı. Müslümanlar onun hâline dayanamayıp ağlamaya başladılar. O zaman Allâh Resûlü, Ebû Cendel’e:
“–Ey Ebû Cendel! Biraz daha sabret, katlan! Allâh Teâlâ’dan bunun mükâfâtını bekle! Hiç şüphesiz yüce Allâh sen ve yanında bulunan zayıf, kimsesiz Müslümanlar için bir genişlik ve çıkar yol yaratacaktır. Biz şu kavimle bir barış antlaşması yapmış ve bu yolda kendilerine Allâh’ın ahdiyle söz vermiş bulunuyoruz. Onlar da bize Allâh’ın ahdiyle söz verdiler. Sözümüze vefâsızlık edemeyiz. Zîrâ verdiğimiz sözde durmamak bize yakışmaz!” buyurarak onu tesellî ettiler. (Ahmed, IV, 325; İbn-i Hişâm, III, 367)
Daha sonra, merhamet ummânı Efendimiz, Süheyl’e:
“–Gel etme, sen onu bana bağışlayıver!” diyerek talebini tekrarladı. Ancak Süheyl hiçbir teklifi kabûl etmiyordu. Âlemlerin Efendisi:
“–Öyle ise onu benim için himâyene al!” diye ricâ etti. Süheyl bunu da kabûl etmedi. Onun bu ısrârını görünce, Kureyş temsilcilerinden Huveytıb ile Mikrez:
“–Ey Muhammed! Sen’in hatırın için onu biz himâyemize alıyoruz, kendisine işkence yaptırmayacağız.” dediler. (Vâkıdî, II, 608; Belâzûrî, I, 220)
Böylece Resûlullâh, biraz da olsa rahatlamış olarak geri döndü.
Müşriklerin bu inatçı ve mağrur tavırlarına artık dayanamayan Hazret-i Ömer, o gün gönlündeki îman coşkunluğuyla bir hayli taşkınlıklar yapmış, zor teskîn olunabilmişti. Hazret-i Ebûbekir hâriç, diğer sahâbîlerin durumları da Hazret-i Ömer’den farklı değildi. Zâhiren hezîmet gibi görünen bu antlaşmada Hazret-i Ömer’in, emr-i nebevîye rağmen fikir beyan etmesine karşı Peygamber Efendimiz:
“–Ben Allâh’ın elçisiyim, O’na isyân edemem. Yardımcım O’dur!” buyurarak yaptığı işin sevk-i ilâhî ile olduğuna işâret etti. (Buhârî, Meğâzî, 35; Müslim, Cihâd, 90-97)
HUDEYBİYE ANTLAŞMASI’NIN SIRLARI
Muâhedenin bitmesinden sonra Süheyl, oğlunu alıp sevinç ve memnûniyet içinde Mekke’ye dönerken, Allâh Resûlü de ashâb-ı güzîne şöyle buyurdu:
“–Haydi, artık kurbanlarınızı kesiniz ve başlarınızı tıraş ediniz!..”
Fakat sahâbe-i kirâmdan hiç kimse bu emri yerine getirmek için yerinden kalkmadı. Onlar, sırrını çözemedikleri bir meselenin sisleri arasında mahzûn ve mağmûm idiler. Hazret-i Peygamber, emrini üç kez tekrarladı. Yine kimse yerinden kımıldamadı. Bu aslâ bir isyan değil, Kâbe’yi ziyâret iştiyâkının yürekleri yakması netîcesinde, daha yeni yapılmış bulunan ahitnâmenin iptâli için küçük bir ümîd bekleyişi idi. Yoksa her biri daha bir gün evvel:
“−Allâh Resûlü’nün gönlünde ne murâdı varsa, onun üzerine bey’at ediyorum.” diyerek Peygamber Efendimiz’e bağlılık ve itaat yemini etmişti.
Ashâbının bu hareketsizliği karşısında Allâh Resûlü son derece mahzûn oldular. Kederli bir şekilde kıymetli zevcesi Ümmü Seleme’nin çadırına gittiler. Durumu Ümmü Seleme’ye bildirdiklerinde mübârek annemiz, Allâh Resûlü’nü tesellî ederek şu sözleri söyledi:
“–Ey Allâh’ın Resûlü! Siz, ashâbınıza hiçbir şey söylemeden kurbanlarınızı kesiniz, tıraşınızı olunuz! Bu durumda, onlar kendilerine güç gelen bir ağırlığın altında mahzûn olsalar da, sizin yaptığınıza tâbî olacaklardır, onları mâzur görünüz!”
Bu istişâreden sonra çadırından çıkan Hazret-i Peygamber, konuşulduğu gibi hareket etti. Bu hâli gören ashâb, muâhedenin değişmeyeceğini anladılar ve hepsi Resûlullâh’nün yaptıklarına tâbî oldular. Kurbanlarını kestiler, saçlarını tıraş ettirdiler. Bu hâdiseyi müşâhede eden Ümmü Seleme:
“–Müslümanlar kurbanlıklara doğru öyle bir sıçradılar ki, birbirlerini ezeceklerinden korktum.” demiştir. (Buhârî, Şurût, 15; Ahmed, IV, 326, 331; Vâkidî, II, 613)
Resûlullâh ile ashâbı kurbanlarını kesip tıraş olduktan sonra, Allâh Teâlâ bir kasırga gönderdi. Ashâbın saçlarını havalandırıp Harem içine savurdu. Sahâbîler, bunu umrelerinin kabûlüne bir işâret saydılar.[8] Bunun ardından da Medîne’ye hareket edildi.
FETİH SURESİ NEDEN İNDİRİLDİ?
Müslümanlar, yapılan sulh antlaşmasının hikmetini ilk anda kavrayamadıkları için gösterdikleri memnûniyetsizlik ve işi ağırdan alma sebebiyle büyük bir korkuya kapıldılar. Haklarında vahiy ineceğini ve helâk edileceklerini düşünmeye başladılar. O sırada “Fetih Sûresi” nâzil oldu:[9]
“(Ey Resûlüm!) Muhakkak ki Biz Sana apaçık bir fetih ihsân ettik. Böylece Allâh, Sen’in geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlayacak; Sana olan nîmetini tamamlayacak ve Sen’i (dâimâ) doğru yola götürecektir. Ve Sana şanlı bir zaferle yardım edecektir.” (el-Fetih, 1-3)
Mücemmî bin Câriye, Fetih Sûresi’nin inişi esnâsında ashâbın nasıl korkulu anlar yaşadığını şöyle anlatır:
“İnsanlar korka korka develerinin yanlarına dağılmışlardı. Birbirlerine:
«–İnsanlara ne oluyor?» diye soruyorlardı.
«–Resûlullâh’a vahiy gelmiş!» dediler. Biz de herkesle birlikte, korka korka Allâh Resûlü’nün yanına doğru gittik. Ashâb toplanınca Âlemlerin Efendisi Fetih Sûresi’ni okudu.” (İbn-i Sa’d, II, 105)
Hazret-i Ömer de şöyle demektedir:
“O gün Resûlullâh’a karşı sarf etmiş olduğum sözlerimden duyduğum korku sebebiyle, âkıbetimin hayrolması için devamlı oruçlar tuttum, sadakalar verdim, nâfile namazlar kıldım ve pek çok köle âzâd ettim.” (İbn-i Seyyidinnâs, II, 167)
Fetih Sûresi, mü’minlere Hudeybiye ile birlikte açılmış bulunan zafer kapılarının müjdelerini veriyordu. Nitekim çok geçmeden müjdeler birer birer gerçekleşmeye başladı: Civar kabîleler, Resûlullâh’ın Kâbe’yi ziyâret için çıktığı bu yolculuğu, “dönüşü olmayan bir yolculuk” diye vasıflandırmışlardı. Fakat Allâh Resûlü’nün en ufak bir zarara dahî uğramadan sağ sâlim geri döndüğünü görünce, telâş içinde gelip kendisinden özür dilediler. Allâh Teâlâ onların bu hâlini âyet-i kerîmelerde şöyle ifâde buyurur:
“Aslında siz, Peygamber’in ve mü’minlerin, âilelerine bir daha geri dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu sizin gönüllerinize güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve helâke müstehak bir topluluk oldunuz. Kim Allâh’a ve Resûlü’ne îmân etmemişse bilsin ki Biz, kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.” (el-Fetih, 12-13)
FETİH SURESİNİN MÜJDELERİ
O gün Hudeybiye’de müşriklerle yapılan sulh antlaşmasında alınan kararlar, görünüşte Müslümanların aleyhine idi. Tâ ki Fetih Sûresi nâzil oldu; bu işteki yüksek hikmetler ve müjdeler bildirildi. Sonradan anlaşıldı ki, ilk nazarda mağlûbiyet ve kahır zannedilen bu geri dönüş, açık bir zafer ve fütûhât imiş... Âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi:
“…Bâzen siz bir şeyden hoşlanmazsınız, hâlbuki o sizin için bir hayırdır. Bâzen de bir şeyi sever, istersiniz, hâlbuki o sizin için bir şerdir. Allâh bilir, siz bilmezsiniz..” (el-Bakara, 216)
Hazret-i Peygamber’in başlangıçta îzâhında güçlük çektiği bu mücmel hâdise, ancak iki sene zarfında açıklığa kavuştu. Nitekim bu antlaşma ile oluşan sulh ortamında birçok kimse İslâm’la şereflenmiş, iki sene zarfında Müslüman olanların sayısı, o zamana kadar Müslüman olanların toplam sayısını geçmiştir.
Belki o sene Müslümanlar umre yapamayacaklar veya bâzı ağır şartlara bir müddet sabretmek durumunda kalacaklardı. Fakat bunun ardından sökün edip gelecek olan kazançlar çok daha büyük olacaktı. Çünkü bu antlaşma ile İslâm’ın varlığı resmen tanınmıştı. Bir sene sonra Kâbe ziyâret edilecekti. Arap kabîlelerinden isteyenler Müslümanların himâyesine geçebilecekti. Bu ise Kureyş’in nüfûzunu kaybetmesi ve İslâm dâvetinin rahatça yapılması demekti.
Allâh Resûlü’nün bu sulhu tercih sebeplerinden biri de Mekke’de o sırada Müslüman olmuş, fakat bunu maslahat gereği izhâr etmemiş birçok kimsenin bulunmasıydı. Şâyet müşriklerle aralarında bir muhârebe zuhûr etseydi, bunların açığa çıkma ve dolayısıyla öldürülme ihtimalleri vardı. (Bkz. el-Fetih, 25)
Netîce olarak, bir “rahmet peygamberi” olan Allâh Resûlü, Mekke’de ve diğer Arap kabîleleri arasında yeni müslüman olabilecek insanlara bu davranışıyla âdeta gizli mesajlar veriyor, onları İslâm’a ısındırıyordu. Nitekim bunun semeresi ileride bâriz bir şekilde görülmüştür.
FETH-İ MÜBÎN: KAT KAT ARTAN HİDAYET BEREKETİ
Hudeybiye sulhunun şartlarına dış cepheden bakarak sevinen müşrikler, aslında farkında olmadan mü’minlerin önünü tıkayan engelleri kaldırmış, onları kendilerinden daha üstün bir mevkîye koymuşlardı. Resûlullâh’ın dışında hemen her sahâbînin de bu antlaşmayı kendi aleyhlerineymiş gibi görerek kabûle yanaşmamaları ise müşriklerin gözlerini bir kat daha perdelemiş, büyük bir muvaffakıyet kazanma edâsı ile şartları çekinmeden imzâlamışlardı. Ancak başlangıçta sırrı mü’minlere bile kapalı olan bu sulhun gerçek mâhiyeti, şartnâme uygulandıkça yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.
Bu sulhun sağlayacağı bereketi, tâ başından beri bilmekte olan Allâh Resûlü, Hudeybiye Muâhedesi’nin şartlarına son derece riâyet gösteriyor, ondaki açıklıklardan da istifâde etmekten geri kalmıyordu. Nitekim bâzı Mekkeli mü’min kadınların Medîne’ye sığınması üzerine müşriklerin vâkî olan isteklerini reddettiler. Çünkü muâhededeki madde, sâdece erkeklere şâmildi. Zâten Cenâb-ı Hak da kadınların teslîm edilmemesini emir buyurmaktaydı:
“Ey îmân edenler! Mü’min kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihân edin! Allâh onların îmanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri göndermeyin! Bunlar, onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların (kocalarının) sarf ettiklerini (mehirlerini) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları (ise) nikâhınızda tutmayın, sarf ettiğinizi isteyin! Onlar da sarf ettiklerini istesinler. Allâh’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allâh her şeyi bilendir, hikmet sâhibidir.” (el-Mümtehine, 10)[10]
Bu arada Ebû Basîr adında Müslüman olmuş bir Mekkeli de Medîne’ye sığınmıştı. Ancak Hazret-i Peygamber, şartnâmeye göre onu müşriklere teslîm etmek zorunda kaldı. Ebû Basîr de önce Allâh Resûlü’nün bu hareketine bir mânâ veremeyerek:
“–Beni puta tapıcılığa mı döndürmek istiyorsunuz?” sözleriyle hayretini izhâr etti. Resûlullâh, sâkin bir şekilde onu tesellî buyurdu:
“–Ey Ebû Basîr! Biz ahdimizi bozamayız. Ama sen biraz sabret; Allâh Teâlâ, sana ve senin gibilere elbette bir selâmet yolu gösterecektir.”
Bu sözlerden sonra Ebû Basîr, sesini çıkarmayarak hükm-i Peygamberî’ye boyun büktü. Umum Müslümanların durumunu düşünerek müşriklere teslîm oldu. Ancak o, Mekke’ye değil, ölüme götürülüyordu. Bunu bildiğinden kendisini götürenlere bir fırsatını bulup yolda hücûm ederek nefsini müdâfaa etti. Kendisini götüren iki kişiden Huneys’i öldürdü, diğerini elinden kaçırdı. Ebû Basîr Huneys’in elbisesi, eşyâsı ve kılıcını aldı, Allâh Resûlü’ne getirdi ve:
“–Yâ Resûlallâh! Bunların beşte birini ayır, kendin için al!” dedi. Efendimiz:
“–Ben bunun beşte birini aldığım zaman, onlarla yapmış olduğum muâhedeye riâyet etmemiş olurum. Fakat senin tutumun da öldürdüğün adamın eşyâsı da seni ilgilendirir.” buyurdu. (Vâkıdî, II, 626-627)
Kaçırdığı müşrik de gelmiş Resûlullâh’tan yine kendisini istiyordu. Bu sefer Ebû Basîr:
“–Ey Allâh’ın Resûlü! Siz beni bunlara teslîm etmekle muâhedeye riâyet ettiniz. Ama ben nefsimi kurtardım.” dedi.
Ardından Resûlullâh’nün ifâdelerindeki hikmeti firâsetiyle anlayarak Medîne’den çıktı. Deniz kıyısında Mekke ile Şam arasında Îs denilen bir yere yerleşti. Kısa bir müddet sonra orası tarafsız bir bölge olarak bir ilticâ mekânı hâline geldi. Ebû Cendel’in de kurtulup sığındığı bu yerdeki Müslümanların sayısı çok geçmeden üç yüze ulaştı. Mekkelilerin Şam ticâret yolu tehlikeye girdi. Bunun üzerine Mekkeli müşrikler, çâresiz kalarak Allâh Resûlü’nden bu husustaki maddenin kaldırılmasını taleb ettiler. Yâni Mekke’den Müslüman olup da kaçanların Medîne’ye kabûl olunmasını ricâ ettiler. Böylece Müslümanlar için aleyhte olan bir madde, kısa zamanda mü’minlerin lehine dönmüş oldu.[11]
Allâh Resûlü, Ebû Basîr cemaatine mektup gönderdi. Fakat Ebû Basîr ölmek üzere idi. Mektubu okudu ve o mektup elinde olduğu hâlde rûhunu teslîm etti. Ebû Cendel onu öldüğü yere defnetti ve kabrinin yanına bir mescid inşâ etti. Ebû Cendel, yanındaki Müslümanlarla birlikte Medîne’ye geldi ve Resûlullâh ile birlikte pek çok cihâda katıldı.[12]
FETH-İ MÜBİN NE DEMEK?
Hudeybiye’de tahakkuk eden bu sulh ortamı, İslâm teblîğinin hızlanması için bir dönüm noktası oldu. Zîrâ Allâh Teâlâ bunu “Feth-i Mübîn” olarak tavsîf etmektedir.[13]
Allâh Resûlü, Hudeybiye’nin büyük bir fetih olduğunu bildirdiğinde ashâbdan biri:
“–Beytullâh’ı tavâftan alıkonulduk, kurbanlarımızın Harem’de kesilmesine mânî olundu. Müslüman olarak bize gelip sığınan iki kişiyi de Resûlullâh geri verdi. Bu nasıl fetihtir?” diyerek söylendi.
Onun bu sözleri Efendimiz’e ulaşınca Resûl-i Ekrem, bu müsâlahanın hangi yönden büyük bir fetih olduğunu şöyle îzah buyurdu:
“−Evet! Bu müsâlaha en büyük fetihtir. Müşrikler sizin, kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuş, gidip gelirken de emniyet ve selâmet içinde bulunmanızı istemiştir. Onlar şimdiye kadar istemedikleri, hoşlanmadıkları İslâm’ı, böylece sizlerden görecek ve öğrenecekler. Allâh sizi muzaffer kılacak, gittiğiniz yerden sâlimen ve kazançlı olarak döneceksiniz. Bu ise fetihlerin en büyüğüdür.” (Halebî, II, 715)
PEYGAMBER EFENDİMİZİN EN BÜYÜK FETHİ
Hazret-i Ebûbekir de Hudeybiye sulhu hakkındaki kanaatini şöyle ifâde etmiştir:
“İslâm’da Hudeybiye fethinden daha büyük bir fetih olmamıştır. Fakat halk, kısa ve dar görüşlü olduklarından bu antlaşmaya îtirâz etmişlerdir. İnsanlar, Allâh ile Peygamberi arasındaki işlerde acelecidirler. Allâh Teâlâ ise onlar gibi acele etmez, dilediği işi kıvamına gelip olgunlaşmadıkça yapmaz.” (Vâkıdî, II, 610; Halebî, II, 721)
Hudeybiye antlaşmasının ilk müsbet netîcesi İslâm’ın hızlı bir yayılma göstermesi oldu. Bu barış döneminde İslâm teblîğine yeni imkânlar ve yayılma sahaları açıldı. Bu sâyede Müslümanlar, müşriklerle bir araya gelmeye, onlara Kur’ân-ı Kerîm okumaya ve İslâm hakkında açıktan açığa konuşmaya başlamışlardır. Müslümanlıklarını gizleyenler de artık inançlarını korkusuzca îlân edebiliyorlardı.[14]
Hâlbuki bundan önce, iki taraf birbiriyle bu kadar rahat görüşemiyordu. Barıştan sonra müşrikler Medîne’ye serbestçe geliyorlar, Müslümanlar da Mekke’ye serbestçe gidiyorlardı. Oradaki âileleri, dostları ve diğer insanlarla görüşüp konuşma imkânı buluyorlardı. Peygamber Efendimiz’in hâl ve hareketleri, mûcizeleri, ahlâkı ve yolunun güzelliği hakkında Müslümanların verdikleri bilgiler ve öğütler artık dinlenir olmuş, böylece müşriklerin kalpleri yumuşayıp İslâm’a meyletmeye başlamışlardı. Zâten çöllerde oturan Araplar da Müslüman olmak için Kureyş müşriklerinin îmân etmelerini bekliyorlardı. Bu müddet içinde, müşriklerin ileri gelenlerinden Amr bin Âs, Hâlid bin Velîd ve Osmân bin Talha gibi kimseler dahî Müslüman olmuşlardı.[15]
İslâm temsilcileri, emniyet içerisinde çeşitli bölgelere gitmişler, her vesîle ile insanlara İslâm’ı anlatma imkânı bulmuşlardı. Bu dönemde Müslüman olanların sayısı kat kat arttı.
İmam Zührî, Hudeybiye Müsâlahası’nın netîcelerini, Allâh Resûlü’nün bu husustaki hadîs-i şerîflerinden faydalanarak şu şekilde hulâsa eder:
“Daha önceleri Müslümanlarla müşrikler, karşılaştıkları her yerde savaşmış ve çarpışmışlardı. Hudeybiye barışı olunca harp ve çarpışma sona erdi. İki taraf arasında güven ortamı teşekkül etti. Birbirleriyle görüşüp kaynaşma imkânı buldular. Hattâ muhtelif konularda yardımlaşmaya başladılar. Bu sırada kime İslâm’dan söz açılsa, biraz düşündükten sonra hakîkati kavrıyor ve hemen Müslüman oluyordu. Öyle ki, Hudeybiye’den Mekke fethine kadarki iki senede zarfında Müslüman olanların sayısı, Hudeybiye’ye kadar geçen on dokuz senelik İslâmî dâvet netîcesinde Müslüman olanların sayısından daha fazla olmuştu.”
İbn-i Hişâm, buna şu sözleri ilâve eder:
“Resûlullâh Hudeybiye’ye giderken bin dört yüz kişiyle yola çıkmıştı. Bundan iki yıl sonra, Mekke’nin fethinde ise yanında on bin, diğer bir rivâyete göre yolda katılan iki bin kişi ile birlikte on iki bin Müslüman bulunmaktaydı. Bu rakamlar, Zührî’nin tespitlerinin ne kadar isâbetli olduğunu göstermektedir.” (Heysemî, VI, 170; İbn-i Hişâm, III, 372)
Dipnotlar:
[1] Vâkıdî, II, 572. [2] İbn-i Sa’d, II, 95. Daha sonra bu sayının, bedevî Araplar’ın yolda gelip katılmalarıyla artarak bin beş yüz, hattâ bin yedi yüze kadar çıktığı rivâyet edilmektedir. [3] İbn-i Sa’d, II, 95. [4] Batılı yazar Thomas Carlyle, bu hakîkati şöyle îtirâf etmek mecbûriyetinde kalmıştır: “Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Hazret-i Muhammed kadar saygı görmemiştir.” [5] Müslim, Cihâd, 132, 133. [6] Vâkıdî, II, 614; Ahmed, IV, 326. [7] Bkz. İbn-i Mâce, İkâme, 195. [8] İbn-i Sa’d, II, 104; Halebî, II, 713. [9] Fetih Sûresi, Mekke-Medîne eski yolunun Mekkeʼden itibaren 70. kilometresinin karşısındaki Kürâ‘uʼl-Gamîm denilen yerde nâzil olmuştur. [10] Bkz. Buhârî, Şurût, 15; Vâkıdî, II, 631-632. [11] Bkz. Buhârî, Şurût, 15; İbn-i Hişâm, III, 372. [12] Bkz. Vâkıdî, II, 629. [13] Bkz. el-Fetih, 1. [14] Bkz. İbn-i Kayyım, III, 309-310. [15] Bkz. Vâkıdî, II, 624.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları
YORUMLAR
Çoookkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkk iyiii
iyi
İyi tabiii