Hükümdar Bir Peygamber mi Yoksa Kul Bir Peygamber mi?

Tasavvuf

Peygamberimiz (sav.) övmeye, övülmeye karşı mıydı? Hz. peygamber (sav.) “«Melik (hükümdar) bir peygamber» mi yoksa «kul bir peygamber» mi olmak istersin?” sorusuna ne cevap vermiştir?

Bâzı kimselerin, mensup oldukları mânevî yola muhabbette haddi aşarak; “kendi yolunun en günahkârının bile, kırk kişiye şefaat edeceği, âhirette kendi mürşidinin eteğine tutunanların doğrudan cennete gidecekleri” şeklinde, şerʼî esaslarla aslâ teʼlif edilemeyecek tarzda, asılsız, mesnedsiz, hezeyâna dönüşmüş heyecan taşkınlıklarına da rastlanmaktadır.

KİM ŞEFAAT EDEBİLİR?

Evvelâ şunu ifâde edelim ki, şefaat haktır. Rabbimiz dilerse, dilediği kullarına bu salâhiyeti bahşedebilir. Lâkin kimin kime şefaat edeceği, ancak Rabbimizʼin bileceği bir husustur. Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere;

“…İzni olmadan Oʼnun katında kim şefaat edebilir?..” (el-Bakara, 255)

Ayrıca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin sevgili kızı Hazret-i Fâtımaʼya yaptığı şu îkaz da çok ibretlidir:

“Ey Allâh’ın Rasûlü olan Muhammed’in kızı Fâtıma! Allah katında makbul olan sâlih ameller işle! (Aksi hâlde, babanın peygamber olduğuna güvenme!) Çünkü ben, (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)

Dolayısıyla, sâlih kullara duyulan muhabbet, hürmet, âidiyet, mensû­biyet ve hüsn-i zan duygularını, ebedî kurtuluş hususunda şerʼî bir nass katʼiyyetinde görmek, kişiye mânen zarar verir.

EVLİYÂULLÂHʼIN ENDİŞESİ

Evliyâullâhʼın rakik kalplerini titreten en mühim hususlardan biri de, kendilerine yapılan aşırı iltifatlar sebebiyle Hakkʼın huzurunda hesaba çekilme endişesidir. Bunun içindir ki Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- birinin övgüsüne muhâtap olunca, derhâl Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ ederek:

“Allâh’ım, Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi onlardan daha iyi bilirim. Allâh’ım, beni onların zannettiğinden daha hayırlı eyle! Onların bilmediği hatâlarımı mağfiret eyle! Söyledikleri sözler sebebiyle de beni hesaba çekme!” demiştir.[1]

Aynı endişe sebebiyle Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de mezar taşına övgü ve iltifat ifâdeleri yazılmamasını vasiyet etmiştir. İşte gerçek mânâda tasavvuf ehli olanlar, yürekleri bu hassâsiyetlerle titreyen müʼminlerdir.

Şunu hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, Peygamberlerini yüceltmede haddi aşmaları sebebiyle Hristiyanlar, dînin tevhid akîdesini bozmuşlar, Cenâb-ı Hakkʼa ortak koşmuşlardır. Bu bakımdan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetini bu nevî aşırılıklardan sakındırarak;

“Hakkımda, Hristiyanların Meryem oğlu Îsâ’ya yaptıkları aşırı övgülerde bulunmayın. Şurası muhakkak ki ben, Allâh’ın bir kuluyum. Benim için; «Allâh’ın kulu ve Rasûlü» deyin.” (Buhârî, Enbiyâ, 48)

“Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allah Teâlâ, beni Rasûl edinmeden önce kul edinmişti.” îkazlarında bulunmuştur. (Hâkim, III, 197/4825; Heysemî, IX, 21)

KUL PEYGAMBER Mİ MELİK PEYGAMBER Mİ?

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’a kul olma şerefini her şeyin üzerinde tutmuştur. Şu rivâyet de bu hakîkatin bâriz bir misâlidir:

Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cebrâîl -aleyhisselâm- ile sohbet ediyordu. O anda semâdan bir melek indi. Cebrâîl -aleyhisselâm- bu meleğin Dünyaʼya ilk defa indiğini söyledi. Melek:

“–Yâ Muhammed! Beni Sana Rabbin gönderdi. «Melik bir peygamber» mi yoksa «kul bir peygamber» mi olmak istediğini soruyor.” dedi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cebrâîl -aleyhisselâm-’a baktı. O da:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Rabbine karşı mütevâzı ol!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Kul bir peygamber olmayı isterim.” buyurdu. (Ahmed, II, 231; Heysemî, IX, 18, 20)

İşte bu tercihten sonra “kulluk”, insanoğlunun ulaşabileceği en şerefli makam oldu. Nitekim kelime-i tevhîdin Peygamber Efendimizʼle ilgili kısmında, evvelâ Oʼnun bir “kul” olduğu ifâde edilmektedir. Demek ki rızâ-yı ilâhîye nâil olabilmenin yolu, Hakkʼa kulluğu hayatın her safhasında yaşamaya gayret etmekten geçmektedir.

Şunu da unutmamak îcâb eder ki, peygamberler dışında her kul, âciz ve kusurludur. Hattâ peygamberler bile, beşer olmak hasebiyle, “zelle” işlerler. Fakat ilâhî teʼyîde mazhar oldukları için, tashih edilirler. Bunun hikmetlerinden biri de; peygamberlere dahî âciz olduklarını hatırlatmak; ümmetlerine de, peygamberlerine ulûhiyet izâfe edercesine aşırı yüceltmelerde bulunmamalarını telkin etmektir.

Dolayısıyla mâneviyat büyüklerine muhabbet ve hürmet ne kadar gerekliyse de, onları yüceltmede şerʼî hudutlara riâyet etmek de son derece zarûrîdir. Aksi takdirde, bu hususta haddi aşanlar; hem kendi istikâmetlerine zarar vermiş, hem de mensubu oldukları mânevî yolun sâfiyetini lekelemiş olurlar.

Her hususta olduğu gibi tasavvufta da zaman zaman istismarcılar ortaya çıkmıştır. Bugün de gerek benlik, gerek rûhî bir hastalık, gerekse de muhâtaplarının aşırı iltifatlarına aldanmak sûretiyle birileri kalkıp; “Ben zamanın kutbuyum, gavsıyım!..” gibi iddialarla, gerçek tasavvufun rûhundan tamamen uzak bir büyüklük iddiâsı ve şöhret arayışı içinde olabilirler.

Hâlbuki Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-ʼın buyurduğu gibi:

“Müttakî bir kulun alâmetlerinden biri, diğer insanları kurtulmuş, kendisini ise helâk olmuş görmesidir.”

Unutmayalım ki bu imtihan âlemine, birbirimize karşı övünmek için gelmedik. Hepimiz; hiçlik, fânîlik ve acziyetimizi idrâk ederek Rabbimizʼe kulluğumuzu arz etmek üzere bu dünyaya gönderildik. Bu fânî âlemde en büyük pâye, Hakkʼa kul olabilmektir. Hepimiz, hatâsıyla-sevâbıyla, âciz birer kuluz. Âkıbetimiz hakkında da, elimizden gelen bütün gayreti gösterdikten sonra, yalnızca Rabbimizʼin rahmet, mağfiret ve inâyetine sığınırız.

Dipnot:

[1] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 104.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihanında Tasavvuf, Erkam Yayınları