Hümanizm Safsatası
Allah’ın rahmeti nasıldır? Allah’ın rahmeti ile ilgili ayetler nelerdir? Hümanizm (İnsaniyetçilik) safsatası nasıl ortaya çıktı? Batı’nın Hümanizm anlayışı nasıldır? İslam'da rahmet örnekleri ve Batı’da Hümanizm yalanı.
İslâm, rahmet dînidir.
Cenâb-ı Hak; güzel esmâsı içinde, besmele-i şerîfede ve Kur’ân-ı Kerîm’inde insana en çok “Rahmân” ve “Rahîm” isimlerini telkin eder.
Rahmân; “rahmeti bol ve sonsuz olan”, Rahîm ise; “rahmeti ebedî ve dâimî olan” demektir.
ALLAH’IN RAHMETİ İLE İLGİLİ AYETLER
Rahmet, Rabbimiz’in şiârıdır. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“…O, merhamet etmeyi kendi Zât’ına farz kıldı...” (el-En‘âm, 12)
“...Rahmetim, her şeyi kuşatır...” (el-A‘râf, 156)
“...De ki: «Rabbiniz geniş bir rahmet sahibidir...»” (el-En‘âm, 147)
“...O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 64)
Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem de mahzâ rahmettir. Hem de bütün âlemlere rahmettir. Rabbimiz buyurur:
“(Rasûlüm!) Biz Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)
Yine Tevbe sûresinin 61’inci âyet-i kerîmesinde; Fahr-i Kâinât Efendimiz; “mü’minler için rahmet” olarak vasfedilmiştir:
“...O (Hazret-i Peygamber), sizden îman edenler için bir rahmettir...”
Şu âyet-i kerîmede ise Peygamber Efendimiz; birçok sûrede Rabbimiz’in yüce Zât’ını vasfetmek için kullandığı “raûf ve rahîm” sıfatlarıyla tavsif edilmiştir:
“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O; size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)
“Raûf ve rahîm” sıfatları, Kur’ân’da sadece Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem için zikredilmiştir. Başka peygamberler hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de bu sıfatlar kullanılmamıştır. Bu da göstermektedir ki, ümmeti olmakla şereflendiğimiz Fahr-i Kâinat Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, merhamet ve şefkatin zirvesidir.
Rabbimiz, Zât’ını rahmet ile, Fahr-i Kâinat Efendimiz’i de şefkat ve merhamet ile zikrederek; mü’minlere de “rahmet insanı” olmaları tâlimâtını vermektedir.
Rahmet İnsanı Nasıl Olur?
Rahmet insanı;
–Her işini ivazsız ve garazsız, “hasbeten lillâh” yapar. Onun amellerinde ihlâs ve samimiyet olur.
–Çorak insan değil, diğergâm, cömert ve fedakâr insan olur.
–Yağmur gibi, girdiği her yere hayat verir.
–Güneş gibi, en kuytu ve ücrâ köşeleri dahî aydınlatır.
–Müsterşidi, yani irşad bekleyenleri ihyâ eder.
Fetih sûresinin son âyet-i kerîmesinde Cenâb-ı Hak; Allah Rasûlü’nün beraberindeki ashâb-ı kirâmı, mümtaz vasıflarla tarif eder. İkinci vasıf şudur:
“…(Rasûlullâh’ın beraberindeki mü’minler) birbirlerine karşı çok merhametlidirler...” (el-Fetih, 29)
Hümanizm Yalanı
Batı’da 15’inci asır, “Hümanizm”in doğduğu devir olarak görülmektedir. Hümanizm kelimesi, “human/insan” kelimesinden türetilmiştir. Bu sebeple, “insancıllık, insânîlik” gibi karşılıklar verilmeye çalışılmıştır. İlk bakışta, Hümanizm’in insana değer veren, insanı ve insan sevgisini yücelten, ona şefkat, merhamet, hürmet ve muhabbetle yaklaşmayı esas alan bir cereyan olduğu düşünülür.
Hâlbuki Hümanizm’in doğru karşılığı, “insan-merkezcilik”tir. Hayat ve kâinâtı anlamada, kıymet hükümlerini belirlemede, kânun ve kâideleri tâyinde, vahyi değil insan aklını esas almaktır. Yaratıcı’yı değil, yaratılmış olan insanı temel kabul etmek demektir. Dünyanın, hattâ bütün kâinâtın, âdeta “insan”ın etrafında döndüğünü varsaymaktır.
Şüphesiz ki bu akım, Orta Çağ Avrupa’sına hâkim olan, tahrif edilmiş Hristiyanlık kaynaklı baskıcı düşünceye, yani kilise taassubuna karşı îtirâzın bir neticesiydi.
Zira Orta Çağ Avrupa’sında kilise yalnızca bir ibadethane olmaktan ibaret değildi. Feodal sistem, güçlü bir siyasî iktidar tesis edememişti. Merkezî iktidârın boşluğunu ise Hristiyanlığın teşkilâtlı gücü olan Kilise doldurmaktaydı.
Krallara tâcını papalar giydiriyordu. Hükümdarların, hâkimiyetlerini kilise vâsıtasıyla Tanrı’dan aldıklarına inanılıyordu. Dolayısıyla onlar da dînî otoritenin kontrol ve denetimine tâbî idiler.
Böyle bir yapı içinde hak ve hürriyetler, ancak kilisenin belirleyip izin verdiği nisbette kullanılabiliyordu. Kilisenin izin vermediği fikirleri dile getirenler ise engizisyon mahkemelerince asılarak, hattâ yakılarak îdam ediliyor, eserleri de yok ediliyordu. Bu devirde âdeta akıl zincire vurulmuş, fikir köle olmuş, ilim ve fen ise karanlık zindanlara hapsedilmişti.
Feodalitenin yıkılıp yerine güçlü merkezî devletlerin kurulmasıyla evvelâ kilisenin nüfûzu sarsıldı. Kilise baskısına karşı asırlardır biriken tepki, Reform ve Rönesans hareketleri ile birleşerek, yeni gelişen ekonomik sınıfın (burjuvanın) şahsında, insan hak ve hürriyetlerini de geliştirmeye başladı.
Fakat bu gelişim, kiliseye bir aksülamel/tepki hareketi olarak doğduğu için, tabiî bir hak ve hürriyet arayışından ibaret kalmadı. Tıpkı baskıcı ve totaliter Yunan Site Devleti’ne karşı bir tepki olarak doğan ve insanın belirlediği “doğru, gerçek ve iyi”nin dışında herhangi bir bağlayıcı değer tanımayan “sofizm”[1] hareketi gibi, kiliseye karşı birikmiş hınç ve kin sebebiyle, ilâhî menşeli olan her şeyi reddetti. Kilise taassubuna bir infiâl olarak, kitâbî (yahudî, hristiyan) kültürden daha geriye gidip pagan/putperest kültüre yöneldi. Sofist felsefeden beslenerek, hayatın merkezine insanı koydu ve Eski Yunan’ın sanat, şiir ve felsefesini yüceltti. Böylece modern Batı felsefesi ile lâik ve seküler zihniyetin temellerini attı.
Nitekim Orta Çağ Avrupa’sında papalığın desteği ile halka zulmeden kralların ağır baskısından kurtulma arayışları neticesinde, İngiliz John Locke, Thomas Hobbes, İsviçreli bir yahudî olan Rousseau gibi siyaset felsefecileri, kaynağını ilâhî vahiyden alan devletin ve kralların hâkimiyeti telâkkîsini reddettiler. Bunun yerine hâkimiyetin kaynağını insana bırakan, lâik ve seküler devlet anlayışını geliştirdiler. Pozitif bilimlerdeki gelişmelerle de desteklenen bu yeni dönemde, Reform ve Rönesans hareketleri neticesinde “hümanizm” akımı gelişti.
Bu telâkkîye göre; her şeyin mutlak ölçüsü “insan”dır. İnsan neyi doğru ve iyi kabul ederse, doğru ve iyi odur. Başka bir otoritenin koyduğu hükümlere ihtiyaç yoktur. Hakîkat, sadece insanın beş duyusu ile algılayabildiklerinden ibarettir. Bunun dışında, hakîkate referans olabilecek bir kaynak yoktur(!)
Velhâsıl, sahih bir vahiyden mahrum kalan Batı aklı, ifrat ve tefrit çalkantıları içinde savrulmaktan, insanın mâhiyetini ve mevkiini yanlış anlamaktan kurtulamamıştır. Bunun neticesinde insanı ya aşırı baskı altında tutulması gereken âdeta kötülük kaynağı bir canavar gibi görerek ezmiş, ya da bunun aksine onu her değerin yegâne mihengi ve hakîkatin tek ölçüsü kabul ederek aşırı yüceltmiştir.
Bu itibarla hümanizm, Avrupalının kendi egosunu, hevâsını ve aklını putlaştırmasıdır. Hümanizm; varoluşçuluk, individüalizm (ferdiyetçilik), liberalizm gibi her biri insana aşırı serbestlik ve bomboş bir kudsiyet atfeden hastalıklı cereyanlara dönüşerek devam etmiştir.
Hakîkatte ise Avrupa ve Batı, hiçbir zaman insana değer vermemiştir. Nitekim:
–Haçlı seferlerinde büyük katliamlara imza atmışlardır.
–Coğrafî keşif adını verdikleri istilâ ve sömürgecilik hareketleriyle, Amerika ve Afrika kıtalarında yüz milyonlarca insanı katletmiş ve köleleştirmişlerdir.
–Bu dönemin Avrupalısının gözünde, kendileri dışındaki insanlar âdeta bir hayvan türüdür. Hümanizm yaftasıyla övünen Batılılar, zamanında Afrika’dan getirdikleri siyâhîleri ve Avustralya’dan getirdikleri Aborjinleri, kafesler içinde ve perişan hâlde Avrupa şehirlerinde teşhir etmişlerdir. Yani insanlık şeref ve haysiyetini ayaklar altına alarak, o mazlumlara âdeta bir hayvan gibi davranmayı revâ görmüşlerdir.
–Afrika’daki müstemlekelerinde de kabîleleri birbirlerine düşürmüş, onları geri bırakmış, daha sonra yer altı ve yer üstü zenginliklerini, madenlerini, her türlü imkânlarını sömürmüşlerdir. Onları dünyanın gerisinde bırakarak istedikleri gibi istismâr etmişlerdir.
Eski Yunan felsefesinin en mühim özelliklerinden biri de, geliştirdikleri değer ve fikirlerin sadece kendi site devletleri içerisinde geçerli olmasıdır. Bu tuhaflık, Batı felsefesinde de kendini göstermektedir. Buna göre, Batı’nın ürettiği bütün değerler, sadece Batılıları ilgilendirir. Ahlâk, fazîlet, insan hakları, demokrasi, hürriyet, adâlet vesâir değerler; kendi ırklarından, kendi dinlerinden, hattâ kendi mezheplerinden olmayan kimseler için bir mânâ ifade etmez.
Nitekim Fransa’da Saint Barthalmy’de bir gecede on bine yakın protestan katledilmiş, İngiltere’nin ünlü kraliçelerinden 8. Henry’nin kızı Marry, yaptığı protestan katliamları yüzünden Bloody Marry (Kanlı Marry) lakabı ile anılmıştır.
Kendi gibi olmayanı dışlayan bu tavrın ideolojik kökenlerini Darwin’de de görmekteyiz.
Charles Darwin’e göre kâinatta ilâhî bir nizam yoktur. Canlılar, güyâ kendi kendine var olmuş ve zaman içinde geçirdikleri evrimle tekâmül etmişlerdir. Evrim hâlâ devam etmektedir. Evrimini tamamlayamayan veya geri kalan canlıların yok olmaları gâyet normaldir.
Batılı sosyolog ve siyaset bilimciler de bu teoriyi sosyal bilimlere tatbik etmişler, adına da “sosyal Darwinizm” demişlerdir. Bu bâtıl anlayışa göre; geri kalmış toplum ve milletler, evrimini tamamlayamamış demektir. Bu sebeple de yok edilmeyi hak ederler(!)
Yine bu bâtıl anlayışa göre, Avrupalı, en çok tekâmül etmiş insandır. Diğerleri ise, geri kalmış, tekâmülünü tamamlayamamış, yarı vahşî insanlardır. Dolayısıyla Avrupalılar, onları katledip istedikleri gibi köleleştirme hakkına sahiptirler. Bundan dolayı kendilerini suç işlemiş saymazlar(!)
Batılılar; sömürgeciliklerini, diğer medeniyetlere karşı yürüttükleri saldırgan tavrı, bu safsatalarla destekleyerek, kurumuş vicdanlarını rahatlatmaya çalışırlar.
Hakîkaten Batı’nın elinde Hümanizm, hiçbir zaman insana insan olduğu için değer veren, insanlık için müsbet ve faydalı bir görüş olmamıştır.
Son asırlarda teknik kuvveti de eline geçiren Batı, dünyada hâkim güç hâline geldi. Fakat o “Hümanist Batı”, kendi içinde çıkardığı iki dünya savaşında, Bolşevik ihtilâlinde, sömürgecilik faaliyetlerinde 200 milyondan fazla insanın ölümüne sebebiyet verdi.
Meselâ 1945’te Japonya’ya iki atom bombası atıldı. Kadın, çocuk, yaşlı, savaşla hiç alâkası olmayan, hiçbir şeye iştirâk etmemiş mâsum insanlar, hattâ hayvanlar ve ağaçlar katledildi, toz hâline getirildi.
Bu nasıl bir insanlıktır, nasıl bir medeniyettir?!
Yine, petrol kaynaklarını ele geçirmek için, mazlum kanı dökmeyi mubah saydılar. Nitekim 1. Dünya Savaşı devam ederken, Fransa Başbakanı Georges Clemenceau; “Bir damla petrol, bir damla kan değerindedir.” diyor ve bu görüşü savunuyordu.
Hümanist Batı, bîçâre Afrikalıları gemilere doldurup köle olarak Güney Amerika’daki kolonilerinde zorla çalışmaya götürdü. Yolda hastalanan veya problem çıkaran olursa, doğrudan okyanusa atıldı. Kölelerine kendi yediklerinden değil, hayvanlarına verdiklerinden yedirdiler. Onları insan yerine koymadılar. Fransızlar; yer altı yollarında çalıştırdıkları Afrikalı kölelerden itiraz edenleri, yer altındaki betonların içine gömdüler.
Fransız Kongosu’nda yaşanan bir hâdise:
Yapılan zulümlere karşı halk biraz direnince, gelecek nesillerin gözünü korkutmak için bütün hâmile kadınları bir yere topladılar. Sonra içlerinden bir hâmile kadını tutup mancınıkla fırlattılar. Zavallı kadıncağız, düştüğü yerde karnındaki çocuğu ile birlikte paramparça oldu.
Elbette bunu gören diğer hâmile kadınların yürekleri ağzına geldi, ödleri patlayacak gibi oldu. Daha sonra o hâmile kadınlardan doğan bütün çocuklar; beyazlara karşı korkak, ürkek ve sinmiş bir vaziyete dûçâr oldular.
Müstemlekeci (sömürgeci) devletlere baktığımızda, gittikleri ülkelere kendi dinlerini, dillerini ve kültürlerini dayattıklarını ve o ülkelerin mahallî kültürlerini de baskı ve zulümlerle yok ettiklerini görüyoruz.
Felsefenin getirdiği “hümanizm”i esas alan Batı; savaşlarda, köy ve şehirlerin üzerine bombalar, roketler yağdırmakta bir beis görmüyor. Bomba düştüğü yerde; kadın, çocuk, ihtiyar, hasta kim varsa yakıp kavuruyor. Bugün dünya, bilim ve teknolojiyi silah olarak kullanan zâlimlerin modern zulmünü yaşıyor. Güçlü eziyor, mazlum perişan oluyor.
İslâm’ın insana verdiği değer karşısında, hümanizm bir hiç hükmünde...
Batı’nın maskeli medeniyeti; kendi dünyalarında dahî zengini daha zengin, fakiri daha fakir kılan kapitalizmi tervic etti. İnsanları kredi ve fâiz borçlarını ödemek için sonu gelmez bir fâsit daire içinde çalışmaya mahkûm olan birer gönüllü köle hâline getirdi.
Hoyratça bir nefsânî hürriyet ile aileyi çürüttü. Toplumu uyuşturucu bağımlısı, alkolik, kumarbaz, her şeyiyle şiddete meyyâl bir vaziyete getirdi. Maddî menfaati uğruna kadını yuvasındaki ulvî mevkiinden ederek, âdeta bir vitrin malzemesi ve ticarî bir metâ hâlinde, dış dünyanın zebûnu eyledi.
Maskeleri îcâbı; televizyon, sinema, medya ve internet vâsıtasıyla, dünyaya sefâletlerini saâdet olarak takdim etme rezâletini de irtikâb ettiler.
Dün Endülüs’te, Balkanlarda, Kırım’da, Orta Asya’da, Afrika’da bugün de Orta Doğu’da, Suriye’de, Arakan’da, Afganistan’da, Keşmir’de, velhâsıl müslümanların mazlum ve mağdur kaldığı her yerde, en acımasız şekilde saldırdılar; bebek, kadın, ihtiyar demeden kan döktüler; ırza tasallut ettiler, mukaddesâtı çiğnediler.
Kendi emellerine hizmet edecek zâlimleri destekleyip himaye ettiler; mazlumların göz göre göre ezilmesine ses çıkarmadılar.
Dünyada nice savaşları durdurabilecek gücü olduğu hâlde Batı; silâh satıp kesesini daha çok doldurmak ve bunun için fitne-fesat çıkarıp harpleri kızıştırmakla meşgul. Savaştan, açlıktan, yokluktan ve zulümden kaçıp Avrupa devletlerine sığınmaya çalışan zavallı mültecilere, gaddarca muâmeleleri revâ görüyorlar. Hattâ onların boğulup ölmeleri için çalışıyorlar. Akdeniz’i âdeta bir mülteci kabristanı hâline getirdiler.
İşte Batı’nın gerçek yüzü budur! Onların “hümanizm” ve “insan hakları” gibi süslü lâfları ise ancak bir mavaldan ibarettir.
Mehmed Âkif’in hissiyâtıyla:
Tükürün Ehl-i Salîbin o hayâsız yüzüne,
Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne,
Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün
Tükürün maskeli vicdânına asrın tükürün!..
GERÇEK RAHMET İSLÂM’DA
Batı, bu katliamlarla dolu karnesine rağmen, bir de tutup İslâm’ı terör ve şiddet dîni olarak göstermeye kalkışmaktadır. Bunun sebebi, insanlığın tek çaresi olan İslâm ile insanların arasına girmeye çalışmaktır. Kendi îcatları olan “İslamofobi” projesi dâhilinde estirdikleri yalan ve iftira rüzgârlarıyla, insanları İslâm’ı inceleyip araştırmaktan uzak tutmaya uğraşmaktadırlar.
Bu iftiralara rağmen İslâm, hâlen en çok teveccüh gören dindir. İslâm’da insan, mükerrem bir varlıktır. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“Andolsun Biz, insanoğlunu şerefli kıldık...” (el-İsrâ, 70) buyurmaktadır.
Aslında İslâm’da, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara, yani bitkilere, hayvanlara, hattâ cemâdâtı da içine alacak şekilde her şeye şefkat ve merhamet ile yaklaşmak esastır. Eşref-i mahlûkat olan insana ise çok daha müstesnâ bir hürmet ve merhametle bakmak şarttır.
İslâm’daki insâniyet prensibi, âlem-şümûllük bahsinde de ifade ettiğimiz üzere, İslâm’ın hükümlerinin; kavimler, coğrafyalar ve kültürler üstü bir mantıkla vaz edilmiş olmasını da ihtivâ eder. İslâm; dar, ırkî, mahallî veya kültürel muhtevâların çerçevesini aşarak, bütün insanlığı “Benî Âdem” vasfıyla, tek bir âilenin fertleri gibi telâkkî eder. Îman edenleri “dinde kardeşi” bilmeyi, hidâyet bekleyenleri ise “insanlıktaki eşi” olarak görmeyi telkin eder.
Âyet-i kerîmedeki tâlimat çok mühimdir:
“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır...” (el-Hucurât, 13)
Hakîkaten İslâm nazarında insan, mahlûkâtın en şereflisidir. Bunun sebebi, Cenâb-ı Hakk’ın kâinâtı yaratma gâyesine muvâfık olarak en mücehhez sûrette yarattığı varlığın “insan” olmasıdır.
Bir başka ifadeyle, her mahlûkatta Cenâb-ı Hakk’ın esmâsından bir kısmı, o varlığın fıtratı ve istîdâdı nisbetinde tecellî eder. İnsan ise kendisinde tecellî eden esmâ-i ilâhiyye itibârıyla, mevcudat silsilesinin zirvesini temsil eder.
Fakat bi’l-kuvve / potansiyel olarak mevcut olan bu yücelik; ancak îman, kulluk ve takvâ ile kuvveden fiile çıkarak, gerçek mânâda bir kıymet ve mükerremlik ifade edebilir. Îman, kulluk ve takvâ yoksa, insan Hak katındaki kıymetini “esfel-i sâfilîn”e, yani “aşağıların aşağısı”na düşürmüş olur.
Gayrimüslimlere de Rahmet
İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın nefhasından bir nasip taşıdığı için, ayrı bir mükerremlik sahibidir. Gayr-i müslim de olsa, son nefese kadar mü’min olma imkân ve ihtimâli dâimâ mevcuttur.
Gayr-i müslimlere; “nasıl olsa müslüman değiller” denilerek adâletsizlik ve haksızlık yapılması câiz değildir. Hattâ Kur’ân-ı Kerîm, kendilerinden olmayanlara haksızlık yapmayı mubah gören yahudî ve hristiyanları, bu davranışları sebebiyle kınamıştır.[2]
Hicret edeceği zaman Peygamber Efendimiz’de birçok gayr-i müslimin emânetleri vardı. Fahr-i Kâinat Efendimiz onları sahiplerine ulaştırmak için Hazret-i Ali’yi vazifelendirmişti.
Peygamber Efendimiz sefer esnâsında, çölde bir cesetle karşılaşsalar, hangi dinden olursa olsun, onun defnedilmesini emrederdi.
Dînimizde gayr-i müslimleri dost ve sırdaş edinmek, onlara kalben muhabbet duymak ve hayran olmak yasaktır. Din düşmanlarına îtibar kazandıracak en ufak bir övgüde bulunmak dahî, îmâna zarar verir.
Nitekim hadîs-i şerîflerdeki şu îkazlar son derecede mânidardır:
“Fâsık bir kimse methedildiğinde Cenâb-ı Hak gazaplanır ve bu davranış sebebiyle Arz sarsılır.” (Beyhakî, Şuab, IV, 230)
“Münâfığa «efendi» demeyin. Eğer onu efendi sayacak olursanız, Aziz ve Celil olan Rabbiniz’in gazabını üzerinize çekmiş olursunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 83; Ahmed, V, 346)
Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şöyle bir duâsı nakledilmektedir:
“Allâh’ım! Bana ne bir fâcirin ne de bir fâsıkın, ne bir yardımını ne de bir nîmetini nasîb etme (ki kalbim onlara meyletmesin)!..” (İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Mücâdele, 22)
Ancak; müslümanlara düşmanlık etmeyen gayr-i müslimlere iyilik yapmak, yasak değildir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adâletli davranmaktan men etmez. Çünkü Allah, âdil davrananları sever.” (el-Mümtehine, 8)
Nitekim hicretin yedinci senesinde Mekke’de kuraklık ve kıtlık baş göstermişti. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kendisine yirmi senedir amansız bir şekilde düşmanlık eden Mekkelilere yardım elini uzattı. Onlara altın, arpa ve hurma gönderdi. Ebû Süfyân, bunları fakir Kureyşlilere dağıttı.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke fukarâsına yaptığı bu infâkı dolayısıyla Ebû Süfyân bile, kalbindeki katılık ve düşmanlık azaldığı için;
“–Allah, kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın! Çünkü O, akrabalık hakkını gözetti!” diyerek minnet ve şükran hislerini dile getirmiştir.[3]
Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz’in, düşmanını dahî kuşatan insânî yardımları, bundan ibaret değildir.
Bedir Harbi’nde müslümanlar erken gelip Bedir Kuyuları’nın bulunduğu mevkie yerleşmiş, kuyu sularından istifâde için bir havuz teşkil etmişlerdi.
Kureyş ordusu gelince Hakîm bin Hizâm’ın da aralarında bulunduğu bir grup müşrik, müslümanların havuzundan su içmeye geldi. Müslümanlar onlara mânî olmak istedikleri zaman Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Bırakınız içsinler!” buyurdu. Gelip içtiler. Saatler sonra kılıç kılıca harbe tutuşacakları insanlara ikramda bulunmak, İslâm şahsiyetinin ve îman asâletinin ne müthiş bir tezâhürüydü. Nitekim o gün o sudan içen Hakîm sonradan müslüman oldu. Hakîm, sözünü yeminle kuvvetlendirmek istediğinde;
“–Beni Bedir’de öldürülmekten kurtararak îman nîmetine kavuşturan Allâh’a yemin ederim ki!” diye kasem ederdi.[4]
O gün, Bedir’de cihânın en müthiş zaferi gerçekleşti. 14 senedir Hazret-i Peygamber’e ve müslümanlara; alay, hakaret, iftira, zulüm, şiddet ve işkencenin her türlüsünü revâ gören Mekkeli müşriklerin birçok azılı elebaşı Cehennem’i boyladı. Yetmiş kişi de esir alındı.
Esirlere gösterilen muâmele ise İslâm’ın insanlığa bakıştaki nezâket ve zarâfetinin ayrı bir tescili oldu. Bedir’den dönüşte Medîne’ye 150 kilometre mesafe vardı. Binek yetersizdi. Ashâb-ı kirâm; zaman zaman develerinden indi, esirleri bindirdi, kendileri yürüdü. Ashâbı bu fedakârlığa sevk eden âmiller şunlardı:
- Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış...
- Onlara İslâm karakter ve şahsiyetini sergilemek...
- Onların hidâyete ve ebedî kurtuluşa erişmeleri ümidi...
Musab bin Umeyr -radıyallâhu anh-’ın kardeşi Ebû Azîz de henüz müşriklerden olup, Bedir Savaşı’nda esir düşenler arasındaydı. Esâretten kurtuluş fidyesi olarak çocuklara, okuma-yazma öğretecekti. Ensârdan fakir bir eve verildi. O ev halkı; temini zor olan yiyecekleri, çocuklarına okuma-yazma öğreten esire ikram eder, kendileri ise hurma ve su ile idare ederlerdi. Ebû Azîz şöyle anlatıyor:
“O aile sadece hurma yiyip su içerken, buldukları en iyi yiyecekleri bana vermelerinden dolayı utanırdım:
«‒Böyle yapmayın. Ben de sizin gibi hurma yiyip su içeyim, bu getirdiğiniz lezzetli yiyecekleri çocuklarınıza verin.» desem de:
«‒Olmaz, Allah Rasûlü bize böyle emretti.» derlerdi.”[5]
Bu eşsiz insaniyet, merhamet ve mes’ûliyet manzaraları karşısında, Ebû Azîz gibi niceleri çok geçmeden İslâmiyet’le müşerref oldu. Yarı vahşî ve kaba-saba câhiliye insanından; Allah için gözyaşı döken, rakîk, vicdanlı, yıldız şahsiyetlerden müteşekkil bir asr-ı saâdet toplumu vücuda geldi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz; Mekke’nin Fethi’nde de aynı insanlığı, aynı cömertliği gösterdi. Fetihten önce kıtlık yaşayan Mekke’ye yardımlar gönderdiği gibi, fethe giden hâdiselerin akışında da, silâhlı bir çarpışma olmaması için her türlü tedbiri aldı.
Nitekim fethe giderken sancağını Sa‘d bin Ubâde -radıyallâhu anh-’a vermişlerdi. O, ordunun önündeydi. Sa‘d -radıyallâhu anh-, Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sancağıyla Ebû Süfyan’ın yanından geçerken;
“–Ey Ebû Süfyan! Bugün «Yevmü’l-Melhame» yani «ölülerin yere serileceği bir gün»dür! Harem’in haramlığının helâl olacağı bir gündür! Bugün Allah Kureyş’i zelil kıldı!” diye nidâ etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bundan haberdar olunca;
“–Bugün «Yevmü’l-Merhame» yani «merhamet günü»dür! Bugün Allah Teâlâ’nın Kureyş’i aziz kıldığı gündür!” buyurdu ve Sa‘d bin Ubâde’ye bir elçi göndererek onu kumandanlıktan azledip sancağı oğlu Kays bin Sa‘d’a verdi. (Vâkıdî, Meğâzî, II, 821-822)
Fetih gerçekleşmiş; 20 senelik zulüm, fitne, fesat ve katliamların kısas imkânı doğmuştu. Mübârek kızının şehâdetine sebep olanlar, sevgili amcasının naaşını dahî vahşîce parçalayanlar; muzaffer İslâm ordusunun kumandanı Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in karşısında, O’nun iki dudağı arasından çıkacak fermanı bekliyorlardı. Fakat O Merhamet Ummânı, onlara şöyle sordu:
“–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” Kureyşliler;
“–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Çünkü Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun!..” dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Ben de Hazret-i Yusuf’un, kardeşlerine dediği gibi;
«...Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yûsuf, 92) diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” buyurdu.[6]
Bu güzel davranış ve âlîcenaplık karşısında, kısa sürede bütün Mekke müslüman oldu. Yine Efendimiz’in gönlü affedicilikte muazzam bir derya misâliydi. Kızı Zeyneb’i hicret esnâsında deveden düşürerek şehid eden Hebbar bin Esved; “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedü’r-Rasûlullah!” diyerek gelince, onu da affetti.
“Niçin kızımı deveden düşürüp şehid ettin.” dahî demedi, bu çirkin hareketini yüzüne vurmadı. Hattâ ona hakaret edilmesini ve târizde bulunulmasını bile yasakladı.[7]
Fahr-i Kâinat Efendimiz kimseyi incitmedi, kimseden şahsı için incinmedi. Canına kasteden Hayberlileri; kovup uzaklaştırmak yerine, kendi topraklarında işletmeci ortak olarak bıraktı.
Huneyn’de elde edilen muazzam ganimetleri, koca koca sürüleri, İslâm’a kalbini ısındırmak istediği insanlara cömertçe dağıttı. Yine Huneyn Gazvesi neticesinde bir savaş ganimeti olarak kendilerine verilen köleleri âzâd edince, sahâbîler de aynı fazîletten nasîb alabilmek için gönül hoşnutluğu içinde;
“–Bizler de esirlerimizi Allâh’ın Peygamberi’ne hibe ettik!” diyerek esirleri âzâd ettiler.[8]
O gün 6.000 esir, karşılıksız serbest bırakıldı. Ayrıca ganimet olarak alınan mallardan 24.000 deve, 40.000 koyun ve 4.000 ûkıyye (yaklaşık 500 kg.) gümüş iâde edildi.[9]
Cihad bahsinde de ifade edileceği üzere, Peygamber Efendimiz’in gazveleri umûmiyetle müdâfaa harbidir. Bedir, Uhud ve Hendek’te olduğu gibi...
Mûte ve Tebük, muhtemel bir saldırıyı bertaraf etmek için yapılan bir müdâfaadır. Mekke’nin fethi ise, müslümanların gasp edilmiş haklarının geri alınması düşüncesiyle ve Mekkelilerin müslümanlarla yaptıkları antlaşma şartlarını ihlâl etmeleri üzerine vukû bulmuştur.
Yani “Rahmet Peygamberi” olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bütün harplerinin temelinde, engin bir merhamet ve adâlet düşüncesi yer almış ve insanlık için birer rahmet olmuştur. İslâm’da haksız yere bir cana kıymak, bütün insanlığa kıymak gibidir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“...Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur.
Her kim de bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur...” (el-Mâide, 32)
Bu sebeple sulhü muhafazayı esas alan İslâmiyet, harbin zaruret olduğu hâller için de, hassas bir harp hukuku vaz etmiştir.
Rahmet Dolu Harp Hukuku
Daha evvel de zikrettiğimiz üzere, îtidâl dîni olan İslâm, aynı zamanda düalisttir / iki veçhelidir. Sulhü esas almakla birlikte, gerektiğinde yine insanlığın hayrı için harbe de izin verir. Çünkü kangren olan bir uzvu kesmemek, vücudun geri kalanına zulümdür. Bir kötülüğü bertaraf etmenin, savaştan başka yolu kalmamışsa, harbe izin vermemek, hakkın ziyân olmasına sebebiyet verir.
Harp, acı bir ilâç gibidir. Eğer şifâ için o acı ilâçtan başka çare kalmamışsa, o acılığa katlanmak zarûrî olur. Her zaman sulhü ve selâmeti, barış ve âfiyeti muhafaza etmeyi hedefleyen İslâm, zaruret hâlini aldığında, bu acı ilâcı kullanmakta da tereddüt etmez. Fakat ona mükemmel bir hukuk getirir:
Sulh ve anlaşma ile bertaraf edilemeyen ve mücbir sebeplerle gerçekleşen bir savaş durumunda Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; kadınlara, çocuklara, yaşlılara, nebâtâta, kilise, manastır, havra gibi mâbedlere çekilerek ibadetle meşgul olanlara aslâ dokunulmaması, mâbedlerin yıkılmayıp ağaçların köklerinden kesilmemesi gerektiğini bildirmiştir.[10] Harp edilecek olanlar, sadece İslâm askerlerine karşı savaşanlardır.
İslâm tarihi boyunca da müslümanlar bu kâidelere riâyet ettiler.
Sultan Alparslan, Bizans ordusunu Malazgirt Ovası’nda mağlûp ettikten sonra; hezimete uğrayıp esir düşmüş olan İmparator Diyojen’e insaniyetle muâmelede bulunmuş ve onu serbest bırakmıştı.
Yıldırım Bâyezid Hân’ın, karşısında özürler dileyerek; “Bir daha gelmeyeceğiz!” diye yemin eden Fransız şövalyelerine muâmelesi de böyleydi.
Fatih Sultan Mehmed Hân’ın, mağlûp Bizans’ın hakir vaziyetteki patriğine muâmelesi de böyleydi.
İstanbul fethini müteâkip yaşanan şu hâdise, asıl fethin gönül fethi olduğu hakîkatinin ne güzel bir şâhididir:
Fetihten sonra büyük bir resmigeçit tertip edilmişti. Sultan Fatih, orada askerlerine bizzat hizmette bulundu. Onlara pek çok hediye ve ihsanlar dağıttı. O gün Akşemseddin Hazretleri ayağa kalkarak şöyle hitâb etti:
“−Ey kahraman İslâm askerleri!.. Elde ettiğiniz ganimetleri israf etmeyiniz, hayra ve iyi yerlere sarf ediniz! Allah Rasûlü sizi senâ ettiği için, bunun şükrânesi olarak siz de İstanbul fukarâsına infâk edin! Bu memleketin halkına infâk edin!”[11]
Osmanlı fetihlerinde kılıç; sadece zulüm zindanlarının kilitlerini kırıyor, mazlumları kurtarıyor, haksızlıkları bertaraf ediyor ve insanlar ile uhrevî saâdetin tek yolu olan İslâmiyet arasında bir mânia kalmamasına hizmet ediyordu.
Fethedilen coğrafyalara Anadolu’dan İslâm’ın nezâket ve zarâfetini tabiat-i asliye hâline getirmiş müslüman halk yerleştirildi. Onların İslâm’ı güzelce temsil etmeleri en tesirli tebliğ yerine geçti ve nasipli Makedonya, Kosova ve Arnavutluk halkı İslâm ile müşerref oldu.
Fatih Sultan Mehmed Hân’ın Bosna fethi de aynı gâye, vasıta ve neticelerle tahakkuk etti. Boşnaklar da tekkeler, camiler ve imâretlerin etrafında gördükleri; zarif, rakîk ve sâlih müslümanlara hayranlık duyarak, akın akın İslâm’a dâhil oldular.
Fatihlerin kılıçları, o mazlum milletleri; Kazıklı Voyvodalardan, zâlim ve zorba derebeyilerinden muhafaza etti.
Osmanlı’nın adâlet tevzî eden orduları, çoğu kez mazlumların davetleriyle beldeler fethetti. Osmanlı -gücü yettiği ölçüde- dâimâ mazlumların imdâdına koştu, zâlimlerin zulmüne mânî oldu.
O kadar ki tâ İspanya’da katolik hristiyanların zulmüne uğrayan ve sürgün edilen yahudîleri, Barbaros Hayreddin Paşa gemilerle kurtardı ve İstanbul’a getirdi. Müslüman halk; “Bunlar mazlumdur.” diyerek onlara merhamet ve alâka gösterdi.
Düşmanın Dahî Îtiraf Ettiği Fazîletler
Bir şahsın fazîletinin en bâriz göstergesi, düşmanlarının mecbur kaldığı îtiraflardır. Osmanlı’nın engin adâletine şahitlik eden birkaç îtirafnâme:
Çığırından çıkmış olan Hristiyanlık’ta akıl ve mantık dışı zulüm ve yanlışlıklara isyân ederek protestan mezhebini kurmuş olan Alman reformist Martin Luther;
“Yâ Rabbi! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, Sen’in ilâhî adâletinden onlar sâyesinde nasiplenelim!..” demiştir. Ayrıca Martin Luther, halkını acımasızca sömüren kendi idarecilerini de şu sözlerle îkaz etmiştir:
“–Sizin gibi gözü doymaz prenslerin, toprak ağalarının ve burjuvaların idaresinde yaşamaktansa, Osmanlılar’ın idaresini tercih ederiz. Çünkü onlar, fakirlere sizden daha şefkatlidirler.”
16. asırda Osmanlı ile bir hayli mücâdele edip “Hristiyan Şövalye” ünvânını alan, ancak Osmanlı’nın eşsiz adâletinin de farkında olan Boğdan beyi Stefan da, ölüm döşeğinde iken oğullarına şu vasiyette bulunmuştur:
“–Belki de yakında himâyeye muhtaç kalacaksınız! Böyle bir durumda aslâ Rus’a yanaşmayın; hâindir, sizi yok eder! Fakat kendinizi Osmanlılar’a emânet edin; âdil ve merhametlidirler!..”
Şüphesiz ki bu ifadeler, Osmanlı’nın hristiyan âleminde dahî tesis ettiği îtimad, emniyet, doğruluk, hakkâniyet ve adâletin sayısız delillerindendir. Yine bu durumun bir neticesidir ki, haçlı ordularına karşı yapılan pek çok harp esnâsında Osmanlı tebaası olan hristiyanların, haçlılara herhangi bir sûrette yardımcı olduklarına dâir, tarihimizde en küçük bir kayıt yoktur.
Fakat Osmanlı’nın güçten düşerek sahneden çekilmesiyle, İslâm dünyası, mâtem ülkelerine döndü. Çünkü aslan ölünce, sırtlanlar sahipsiz buldukları müslüman memleketleri târumâr ettiler. Savaş ve işgallerle -petrol başta olmak üzere- yer altı ve yer üstü zenginliklerini gasp ettiler.
Osmanlı üç kıt’ada hâkimiyet sahibi olmuş, nüfuz sahası 24 milyon kilometrekareyi aşmıştı. Fakat Osmanlı, hiçbir zaman müstemlekeci / sömürgeci olmadı. Osmanlı’nın fârik vasfı; tebaası olan her milletin kendi din, dil, örf ve kültürü içinde yaşamasına müsaade etmesiydi…
Osmanlı’nın son devrine âit bazı Batılı gazeteci ve sefirlerin intibâları da; son demlerine kadar İslâm şahsiyet ve asâletinin, bu millette ne kadar diri olduğunun şahitleridir.
Nitekim, İsveç’in İstanbul sefirliğini yapan ve bu esnâdaki tedkikleri ile Osmanlı müesseseleri ve teşkilâtı hakkında yedi ciltlik bir eser kaleme alan Mouradgea d’Ohsson anlatır:
“Osmanlı Türkleri; diğer fazîletleri kadar namuskârlık, dürüstlük ve doğruluk gibi Kur’ân’ın en kıymetli ahkâmına dayanan meziyetleri itibârıyla da şâyân-ı takdirdirler. Onların medh ü senâ edilecek meziyetlerinden biri de, verdikleri söze sâdık olmalarıdır.
Onlar, başkalarını aldatmaktan ve emniyeti sû-i istîmâl ile bir kısım insanların saflığından istifâdeye kalkışmak ve istismâr etmekten büyük bir vicdan azâbı duyarlar.
Kendi aralarındaki bütün muâmelelerine yerleşmiş bulunan bu kemâli; hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun, bütün yabancılara karşı da aynı şekilde gösterirler. Bu noktada müslimle gayr-i müslim arasında hiçbir fark gözetmezler.
Çünkü onlar, her türlü gayr-i meşrû kazançları İslâmiyet bakımından haram sayarlar ve meşrû olarak kazanılmamış bir servetin ne bu dünyada, ne de âhirette hiçbir hayrı olmayacağına kat’î sûrette îmân ederler.”
Charles Mac-Farlane, bir Türk düşmanıdır. Buna rağmen şu itirafı yapmaktan kendini alamaz:
“Dostum M. W.’nin yemiş mevsiminde Çeşme ile İzmir arasında ekseriyetle ulak olarak kullandığı Bucalı Mustafa isminde fakir bir köylü vardı.
Bu adamcağız altın torbalarını yüklenerek İzmir’den umûmiyetle akşamları hareket eder, bütün gece yol yürür ve sarp dağlar aşmak sûretiyle otuz fersah gittikten sonra, ertesi sabah kıymetli yüküyle Çeşme’ye varırdı. (...)
İşin asıl şaşılacak tarafı, yol boyunca herkesin onu tanıması ve taşıdığı yüklerin ne olduğunu bilmeyen kalmamasıydı. Buna rağmen İzmir tâcirleri içinde, parasını o kadar tehlikeli bir yoldan göndermekte tereddüt eden yoktu...”
Yine esirlere gösterilen insanî muâmelenin şahidi bir Anzak askerinin beyânı:
“Sahip olduğumuz bütün teknolojik imkânlara ve sayı üstünlüğüne rağmen Türklerin cesaret ve gayretleri karşısında durmadan geri püskürtülüyor, tekrar taarruz ediyorduk. Bu taarruzlardan birinde, başımdan yediğim şiddetli bir dipçikle yaralanıp bayılmışım.
Kendime geldiğimde Türklerin arasında olduğumu anladım. Önce çok korktum. Çünkü İngilizler, bize Türkleri çok vahşî ve barbar insanlar olarak tanıtmıştı. Fakat iyice kendime gelince gördüm ki, yaralarımı sarmış, beni tedavi etmişler. Hiçbirinin yüzünde bana karşı öfke yoktu. Üstelik bana çantalarındaki yiyeceklerden ikram ettiler. İyi biliyordum ki, yiyecekleri yok denecek kadar azdı. Şok derecesinde bir şaşkınlık yaşadım. Burada âdeta bir misafir gibiydim. Artık içimden;
«Yazıklar olsun bana! Yazıklar olsun yalancı İngilizlere!» diyordum.”
Azınlık Hakları
İslâm hâkimiyeti altına giren topraklarda, gayr-i müslimler, burunları dahî kanamadan asırlarca hür bir şekilde yaşamışlardır.
Bunun sebebi, İslâm’ın koyduğu kâideler ve İslâm ahlâkıyla yaşayan müslüman idarecilerin merhametidir. İslâm, bilhassa ehl-i kitâbın, fethedilen topraklarda “cizye” adı verilen vergiyi ödeyerek yaşamalarına izin verir.[12]
Cizyenin alınması, tebaanın can, mal ve namus emniyetinin müslüman idare tarafından tekeffül edilmesi mânâsına gelir. Hattâ bu kişilerin emniyeti Müslümanlara zimmetli olduğu için, cizye ödeyerek, müslüman coğrafyasında yaşayan gayrimüslimlere “zimmî” denilmiştir.
Bu kişilere zorla İslâm’a girme baskısı yapılamaz. Kendi dinlerini yaşamalarına da mânî olunmaz. Hattâ onların içki içmeleri ve hınzır eti yemelerine de müdâhale edilmez. Muharref dinlerini ve kötülüğü yaymalarına ise mânî olunur.
Sadece târihî seyrin tefekkürüyle dahî, İslâm’ın, hâkimiyeti altındaki gayr-i müslimlere gösterdiği hürriyeti takdir ve teslim etmek lâzım gelir. Çünkü on dört asırdır müslümanların hâkimiyeti altında bulunan Şam, Mısır ve benzeri bölgelerde, hâlâ geniş hristiyan, yahudî, ezîdî vb. gruplar, varlıklarını sürdürmektedirler.
Eğer zaman zaman bazı nâdan müfterilerin ileri sürdüğü gibi, İslâm kılıç zoruyla yayılmış olsa idi, buralarda hiçbir gayr-i müslim nüfus bulunmaması îcâb ederdi.
Osmanlı’nın hâkimiyet dönemi için de aynı hakîkat geçerlidir. Asırlarca kudretinin zirvesindeki Osmanlı hâkimiyeti altında kalan Balkanlarda, Ortodoks ve Katolikler, mevcudiyetlerini muhafaza etmişlerdir.
Asırlar sonra bile, Macaristan Cumhurbaşkanı Pal Schmitt, Osmanlı kontrolünde kaldıkları 150 seneyi, milletlerinin bekāsının yegâne sebebi olarak minnetle yâd etmiştir. Şu hâdise de Osmanlı’nın adâlet ve hakkâniyetinin müstesnâ bir misâlidir:
Plevne, Rus muhâsarası altında kalınca, Gâzi Osman Paşa, üç ay mukâvemet etti. Fakat beklenen yardımlar gelmeyince, huruç harekâtıyla muhâsarayı yarma kararı alındı. Bunun üzerine Osman Paşa hristiyan halkın temsilcilerini çağırdı. Çünkü onları korumak maksadıyla kendilerinden cizye almaktaydı. Kaleden çıkılması meselesini açarak:
“–Ben, sizi muhafaza etmek için sizlerden cizye (vergi) aldım. Fakat sizi bugün muhafaza etme gücüm kalmadı. Bu cizyeleri size iade ediyorum.” dedi. Bu hakkâniyet ve âlîcenaplık karşısında hristiyan halkın temsilcileri duygulanarak:
“–Bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz? Biz de sizinle geleceğiz.” demiş, hakîkaten huruç harekâtına binlerce Bulgar katılmıştır. Bu adâlet ve âlîcenaplığın aynısı, asırlar önce Suriye bölgesinde de yaşanmıştı.
Müslümanlar, Bizans ordusunun üzerlerine gelmekte olduğunu haber alınca, himâye ve idareleri altında bulunan Humus ahâlisinden almış oldukları vergileri iâde ettiler ve:
“–Biz şu anda büyük bir saldırıya mâruz kaldığımız için sizi muhafaza etme imkânından mahrumuz. (Bu vergileri ise sizi muhafaza etme karşılığında almıştık.) Artık serbestsiniz, dilediğiniz gibi hareket edebilirsiniz.” dediler. Humus ahâlisi:
“–Vallâhi sizin idareniz ve adâletiniz, bizim için daha önce içinde bulunduğumuz zulüm ve zorbalıktan çok daha iyidir. Sizin vâlinizle birlikte şehri Bizans’a karşı müdâfaa edeceğiz.” dediler.
Kendileriyle sulh yapılmış olan diğer şehirlerin hristiyan ve yahudî ahâlisi de aynı şekilde hareket etti. Neticede İslâm ordusu gâlip gelince de, şehirlerini tekrar müslümanlara açtılar, huzur içinde yaşayıp vergilerini ödemeye devam ettiler.[13]
KÖLELİK VE CÂRİYE MESELESİ
İnsan hakları mevzubahis olduğunda “kölelik” müessesesi de hemen akla gelmektedir. Şurası aslâ unutulmamalıdır ki; köleliği îcâd eden, İslâm değildir. Kölelik İslâm’dan önce de vardı.
Tarihte kölelik, savaşlar neticesinde ele geçirilen esirlerin, tekrar düşmanlık edecekleri düşüncesiyle, serbest bırakılmamasından kaynaklanıyordu. Fidye karşılığı serbest bırakma mevcut ise de, her zaman her esire karşılık para verecek bir hâmî bulunamıyordu. Bilâ-bedel serbest bırakmak mümkünse de bu düşmana destek olarak telâkkî ediliyordu.
Hizmet almadan, esirleri sürekli hapiste tutmak da mantığa uymayacak bir davranıştı. Ancak mühim bir husûsiyeti olan; kumandan, prens vb. esirlere köleleştirmek yerine hapis cezası tatbik ediliyordu.
Esirlerin köle olarak istihdâmı, aslında esirlerin canını bağışlamak mânâsına da geliyordu. Çünkü savaş esirlerini ölüm cezasına çarptırmak da, harp hukukunda tercih edilebilecek maddelerden biriydi.
Harplerde insan unsurundan çok, teknik ve silâhların öne çıkmaya başladığı son asırlarda ise devletler, savaşlarda ele geçirdikleri esirleri mübâdele vb. usullerle harbin sonunda karşı tarafa iade etmeye başladılar. Böylece kölelik ortadan kalktı.
Köleliği, dünya efkâr-ı umûmiyesinde menfur hâle getiren asıl gerçek ise, Batılıların harp hukuku dışında da gasp ve insan kaçakçılığı sûretiyle köle edinmeleri, ayrıca köleliği ağır zulüm, hakâret, eziyet ve hattâ işkencelerle tatbik etmeleriydi. Köle olarak Amerika kıtasına götürülen Afrika asıllı siyâhîlere karşı, hâlâ ırkçı bakış devam etmektedir.
Hâlbuki kölelik kaldırıldığında, İslâm toplumlarında, zaten neredeyse kaldırılmış gibiydi.
İslâm Köleliği Niçin Doğrudan Kaldırmadı?
İslâm, idealizm ile realizm arasında bir denge tesis eder. İslâm’ın geldiği dönemde köleliğin kaldırılması bir ütopya, yani hayal olurdu. İçtimâî gerçeklere muvâfık düşmezdi.
Nitekim efendileri tarafından âzâd edilen birçok köle, gidecek yer dahî bulamaz, yine mevlâsının (kendisini âzâd eden eski efendisinin) hizmetinde kalmaya devam ederdi. Onların destekleriyle hayatlarını sürdürürlerdi.
Ayrıca kölelik, beynelmilel (milletler arası) bir müessesedir. Onu tek taraflı olarak kaldırmak mümkün değildir. Şayet İslâm, köleliği doğrudan kaldırsaydı, harplerde esir düşen müslümanlar köleleştirilir, fakat İslâm orduları, aldıkları esirleri serbest bırakmak zorunda kalırlardı. Bu ise müslümanların aleyhine bir durum olurdu. Hâlbuki milletler arası meseleler, mütekābiliyet kâidesine, yani muhâtabına onun yaptığı muâmelenin dengiyle karşılık verme esâsına dayanır.
İslam’ın Köleliğe Bakışı
İslâm, kendi îcâd etmediği kölelik müessesesini, en âdil ve merhametli şartlarla yeniden tesis etmiştir. Şöyle ki:
- İslâm, köleleri âzâd etmeyi kuvvetle teşvik etmiştir:
Köle âzâdı çok büyük bir sevap kaynağıdır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Fakat o (insan), sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle âzâd etmek veya açlık gününde yakını olan bir yetimi yahut aç-açık bir yoksulu doyurmaktır.” (el-Beled, 11-16)
Hatâen öldürme, yemin ve zıhâr keffâreti için gerekli vecîbelerden biri, köle âzâd etmektir.[14]
Mükâtebe, yani kölenin efendisiyle anlaşarak, çalışması ve para karşılığında âzâd olması, âyet-i kerîme ile teşvik edilmiştir.[15]
- Köleler hizmette tutulacak ise, insanca davranılacaktır:
Câhiliye devrinde kölelere insan gibi davranılmazdı. Hattâ Ebû Süfyan’ın karısı Hind’in, İslâm’ın tebliğâtını duyunca;
“‒Böyle din mi olur? Ben bir köleyle bir mi olacağım?!” dediği rivâyet edilir.
Dînimizde kölelere iyi davranmak, onlara eziyet etmemek, yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek, yapamayacağı kadar ağır bir işi vermemek şeklinde yüksek ölçüler getirilmiştir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“...Sahip olduğunuz kölelere iyilikte bulunun!..” (en-Nisâ, 36)
Bilâl -radıyallâhu anh- azılı müşriklerden Ümeyye bin Halef’in kölesiydi. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- onu âzâd ederek, Ümeyye’nin zulmünden kurtardı. Müteâkip yıllarda, güzel sesi dolayısıyla Hazret-i Bilâl, Peygamberimiz’in müezzini oldu.
Dolayısıyla İslâm, toplumda efendi ve köle şeklindeki sınıf farkını, bir nevi “kast sistemi”ni sona erdirdi.
Buna rağmen câhiliyenin izleri hemen silinemedi. Hazret-i Bilâl, Habeş asıllıydı ve siyâhî idi. Bir gün Ebû Zer -radıyallâhu anh- ona bir kızgınlık ânında;
“–Ey kara kadının oğlu!” diye hitâb etmişti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, onu ağır bir şekilde îkaz etti.
Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın daha sonraki bir hâlini Ma’rûr bin Süveyd şöyle anlatır:
“Bir gün Ebû Zer -radıyallâhu anh- ile karşılaştım. Üzerinde değerli bir elbise vardı. Aynı elbiseden kölesinin üzerinde de olduğunu görünce, kendisine bunun sebebini sordum. Ebû Zer -radıyallâhu anh- Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında bir kişiye hakaret ettiğini ve onu annesinden dolayı ayıpladığını anlattı. Bunun üzerine Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona şöyle buyurmuş:
«Sen, kendisinde câhiliye huyu bulunan bir kimsesin!
Onlar sizin hizmetkârlarınız ve aynı zamanda kardeşlerinizdir. Allah onları sizin himâyenize vermiştir.
Kimin himâyesinde bir kardeşi varsa, kendi yediğinden ona yedirsin, giydiğinden de giydirsin. Onlara üstesinden gelemeyecekleri şeyleri yüklemeyin. Şayet yükleyecek olursanız kendilerine yardım edin.»” (Buhârî, Îmân 22, Itk 15; Müslim, Eymân, 40)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, efendisi tarafından yüzüne bir tokat vurulan kölenin derhâl âzâd edilmesini emretmiştir. (Müslim, Eymân, 32-33)
Ebû Mesut el-Bedrî -radıyallâhu anh- şöyle anlatmıştır:
“Kölemi kamçı ile döverken arkamdan;
«–Ey Ebû Mes’ûd, bilesin ki...» diye bir ses duydum. Ancak kızgınlığımdan sesin sahibini çıkaramadım, sözün gerisini de anlamadım. Yaklaşınca bir de ne göreyim; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- değil mi! Ve bana;
«–Ey Ebû Mes’ûd! Bilesin ki Allâh’ın gücü sana, senin bu köleye gücünün yettiğinden çok daha fazla yeter!» diyordu. O’nun heybetinden elimdeki kırbaç yere düşüverdi. Bunun üzerine ben;
«–Bundan böyle bir daha aslâ köle dövmeyeceğim!» (Diğer bir rivâyette);
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah rızâsı için bu köleyi âzâd ettim!» dedim. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurdu:
«–Bak! Eğer böyle yapmasaydın, seni mutlaka Cehennem ateşi sarardı.»” (Müslim, Eymân, 34-35) Yine bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelen bir adam:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Benim kölelerim var. Durmadan bana yalan söylüyor, ihânet ediyor ve başkaldırıyorlar. Ben de onları azarlıyor ve dövüyorum. Onlar yüzünden benim durumum ne olacak?” diye sordu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Onların sana karşı yaptıkları hıyânet, isyan ve yalanlar ile senin onlara verdiğin cezâ hesaplanacak, eğer senin verdiğin cezâ onların suçuna eşit olursa senin lehine veya aleyhine bir şey yoktur. Eğer senin verdiğin cezâ, onların suçundan az ise, bu senin lehine bir fazîlet olacaktır. Eğer verdiğin cezâ, onların suçunu aşarsa, o fazlalığı ödemek zorunda kalacaksın ki, bu senden kısas yoluyla alınacaktır.”
Adam bir kenara çekilerek hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
“–Allah Teâlâ’nın; «Biz, kıyâmet günü için adâlet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahî olsa, onu (adâlet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak Biz (herkese) yeteriz.»[16] âyet-i kerîmesini okumuyor musun?”
Adam bunun üzerine şöyle dedi:
“–Vallâhi yâ Rasûlâllah, hem kendim hem de onlar için birbirimizden ayrılmaktan daha hayırlı bir yol kalmadı. Şâhid olunuz, onların hepsi de hürdür.” (Tirmizî, Tefsîr, 21/3165)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtı esnâsındaki şu son sözleri de çok mânidardır:
“Namaza, özellikle namaza dikkat ediniz. Elinizin altında bulunanlar hakkında da Allah’tan korkunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124/5156; İbn-i Mâce, Vasâyâ, 1)
İslâm’ın kölelere dâir getirdiği bu hak ve hukuka riâyet edildiğinde, neredeyse köle edinmemek, köle almaktan daha hayırlı hâle gelmiş, köle sahibi olmak da bir bakıma köle olmak mânâsı taşımıştır. Takvâ sahibi birçok müslüman, bu ağır şartlardan korkarak ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini umarak kölelerini âzâd etmişlerdir. Şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Hak dostlarından Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. O, ibrikten su döküyor, Hazret de leğende ellerini yıkıyordu. Birden su elbisesine sıçradı. Câfer-i Sâdık Hazretleri köleye biraz kızarak baktı. Bunun üzerine köle:
“–Efendim, Kur’ân-ı Kerîm’de «وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ : Öfkelerini yutanlar»[17] Allâh’ın mağfireti ve Cennet’le müjdeleniyor.” dedi. O zaman Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“–Öfkemi yuttum!” dedi. Köle, âyetin devamını okudu:
“–وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِ : İnsanları affedenler.” Câfer Hazretleri:
“–Haydi seni affettim.” dedi. Köle yine âyetin devamını okudu:
“–وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ : Allah ihsanda bulunan, iyilik eden kimseleri sever!” Bunun üzerine Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“–Haydi git; bundan böyle sen, Allah rızâsı için hürsün! Şu bin dinar para da senin!” buyurdu.[18]
Diğer taraftan, İslâm tarihinde kölelik müessesesi, rahmet dergâhı gönüller tarafından, mühim bir tahsil ve terbiye vasıtası olarak da kullanılmıştır.
Abdullah ibn-i Ömer -radıyallâhu anhumâ- Hazretleri, namaza başlayan kölelerini âzâd ederdi. Dostlarından biri onu uyarma gereği duydu. Kölelerinden bir kısmının sırf âzâd edilmek için camiye gittiğini söyleyince ona şu cevâbı verdi:
“–Bizi Allah ile aldatmak isteyenlere aldanmaya (yani tecâhül gösterip, aldanıyormuş gibi yapmaya) râzıyız!”
Abdullah ibn-i Ömer Hazretleri, çeşitli vesîlelerle 1000’den fazla köle âzâd etmiştir.[19]
Sahâbîlerin âzatlıları, onların en meşhur talebeleridir. Bu tarz yetiştirilen âlimlere, “Mevâlî: Âzatlılar” denilirdi.
Ayrıca Osmanlı’da da devşirme metodu, gayr-i müslim unsurlardan alınan kâbiliyetli evlâtların kıymetli bir eğitimden geçirilerek, asker ve devlet adamı olmalarına vesîle olmuştur. Târihî kaynaklara baktığımızda görmekteyiz ki bu evlâtlar, yüksek kaliteli bir tahsile seçildikleri için, aileleri de bundan memnun oluyordu.
Câriye Meselesi:
Câriye, kadın köle demektir. İslâm’dan önce de var olan, câriyelerin odalık olarak istihdâmını da İslâm, mümkün olan en iyi şartlarla düzenleyerek sürdürmüştür.
Bu, câriyelerin hepsinden, evlilik gibi istifade edildiği mânâsına gelmez. Bu, bütün câriyelerin ancak bir kısmı için ve gerekli şer’î kayıt ile vukû bulmuştur.
Aslında, câriyelerin eş olarak istihdâmı, köleliğin son bulmasına da katkı sağlamıştır. Zira efendisinden çocuk doğuran bir câriye, “ümmü’l-veled” yani “çocuğun annesi” statüsü kazanır ki, neredeyse hürdür. Artık efendisi tarafından elden çıkarılamaz, mirasla intikal etmez. Daha evvel âzâd edilmemişse, efendisinin ölümüyle birlikte tamamen hürriyetine kavuşur.
Dolayısıyla yüce dînimiz İslâm, kendi îcat etmediği kölelik müessesesi sebebiyle aslâ tenkit edilemez. İslâm, şartlarını şer’î ve ahlâkî esaslara bağlayarak ve dâimâ âzâd etmeyi teşvik ederek, zaten kölelik müessesesinin menfî taraflarını büyük ölçüde izâle etmişti. Kölelerin efendisi katındaki mevkiini, günümüzdeki bir patron nezdindeki işçi mevkiine yaklaştırmıştı.
Şu gerçeği de göz ardı etmemek lâzım gelir ki:
Köleliğin kaldırılmasının üzerinden bir asırdan fazla zaman geçtiği hâlde, hâlen dünya üzerinde;
- Ağır şartlar altında çalıştırılan işçiler,
- Hiçbir yere kabul edilmeyen, perişan kamplarda hayatta kalma mücâdelesi veren vatan-cüdâ mülteciler,
- Temiz su ve yeterli gıda bulamayan yüz binlerce insan,
- Fuhşa zorlanan çocuk ve kadınlar bulunmaktadır.
Evet, bugün kölelik kaldırılmıştır. Fakat günümüzün modern câhiliyesinde, insanlık haysiyetine yaraşır şekilde hakkâniyetli bir paylaşım gerçekleştirilmediği için, adı konulmamış bir kölelik düzeni devam etmektedir. Zira kapitalist ve materyalist dünya âdeta;
“Mazlumlar, açlar ve bîçâreler, tâlihine küssün!” demektedir.
Hattâ bir ömür bankaya fâiz borcu ödemeye mahkûm insanların hâline de -mecâzen- “modern kölelik” denilmektedir. Üstelik bu köleler, kendilerini ne kadar hür hissetseler de, ağır fakat gizli boyunduruklar altında yaşamaktadırlar.
Velhâsıl dünya, zâlimâne tatbik ettiği kendi kölelik sistemini kaldırmış, İslâm diyarları da tabiî olarak buna uymuştur. Zira başta da söylediğimiz üzere, kölelik hususu, milletler arası bir meseledir. Tek taraflı kaldırılması mümkün olmayan bir müessesedir.
Fakat insanın şeref ve haysiyetini yücelten İslâmiyet, getirdiği ulvî prensiplerle, köleliğin giriş kapılarını mümkün olduğunca kapatmış, çıkış kapılarını da sonuna kadar açmış ve bu durumdaki insanların hürriyete kavuşturulmalarını her fırsatta teşvik ve tervic etmiştir. Köleliğe son vermek için bundan daha güzel bir metot olabilir mi?..
HAYVANÂTA MERHAMET
Batı hümanizmi; insanı, kulluk ve takvâ ile yahut ahlâk ve fazîlet ile değil, âdeta putlaştırarak yüceltir. Bunu da sadece kendi ırkı ve kendi bölgesi için hak görür.
Bu azgınlık neticesinde, Batı bilim ve tekniği, binlerce mahlûkâtın soyunun tükenmesine, karada, denizde ve hattâ atmosferde fesâdın, kirlenme ve bozulmaların zuhûr etmesine sebep olmuştur. Denizler kirlenmiş, ozon tabakası delinmiş, kutupların hiç erimeyen buzları dahî erimeye başlamıştır.
Çünkü Batılı, karşılaştığı insan, hayvan, bitki ve eşya, her şeyi talan edilecek, sömürülecek, satılacak bir metâ olarak görmüştür.
Hâlbuki İslâm’daki insanîlik prensibi, insana vazifeler ve mes’ûliyetler yükler. Zira bütün mahlûkat, insan için yaratılmıştır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“O; göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtfu olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir topluluk için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13)
Bilhassa can taşıyan mahlûkat, yani hayvanların hakkına âzamî derecede riâyet etmek gerekir.
Bu mahlûkat içinde;
- Tavuk, koyun, sığır ve benzerleri; gıdâ ihtiyacımızı karşılar.
- Tavuslar, bülbüller ve ceylânlar gibi zarif mahlûklar; Cenâb-ı Hakk’ın sanatını temâşâ ettirir.
- Yılanlar, çıyanlar ve akrepler gibi ürpertici mahlûkat ise; azâb-ı ilâhîyi hatırlatacak ibret levhalarıdır.
- Mikro-organizmalardan devâsâ balinalara kadar her biri, kudret-i ilâhiyye için muhteşem birer delil ve şahittir.
Ancak hepsi, insana emânet ve insana zimmetlidir. Onları da, bizi de Allah yaratmıştır. Mü’mine düşen, bütün mahlûkâta merhametle davranmaktır. Onlara aslâ zarar vermemektir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insana saldıran zehirli bir hayvanın bile eziyet verilmeden, bir vuruşta öldürülmesini emretmektedir.[20]
Hayvan hakkı çok dikkat etmemiz gereken bir meseledir. Meselâ günümüzde; hasat sonrasında zahmet çekmeden anızı yok etmek için, tarlalar ateşe verilmektedir.
Unutmamak gerekir ki, kimseye bir zararı olmadığı hâlde, o tarlalarda yanarak ölen kaplumbağalar, karıncalar ve böcekler, yarın diriltilecek ve hakkını isteyecektir.
Avcılık ise dînimizde, ancak gıda için mubah kılınmıştır. Onun muayyen mevsimleri vardır. Yavrular annesiz, anneler yavrusuz bırakılmamalıdır.
Eğer gıda ihtiyacı yoksa; insan, keyif için avcılık yapmamalı, işi sadizm ve tiryâkiliğe dönüştürmemelidir. Zira hadîs-i şerîflerde, hayvanların ok hedefi olarak kullanılması men edilmiştir.[21] Zevk için avlanmanın da bundan farkı yoktur.
Mahşer yerinde hayvanlar da, aralarındaki haksızlıkların adâlete kavuşturulması için haşredilecektir.[22] Daha sonra; zulme uğrayanlar, kendilerine zulmedenlerden hakkını alacak ve akabinde hepsi toprak olacaktır. İşte kâfirler bu manzarayı görünce, ilâhî azaptan kurtulmak için o hayvanlar gibi olmayı arzu ederek şöyle diyecekler:
“...Keşke toprak olsaydım.” (en-Nebe, 40)[23]
Âhirette bu nevi pişmanlıklara dûçâr olmamak için, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına riâyet edip Oʼnun bütün mahlûkâtının hak ve hukukuna da son derece riâyet etmeliyiz.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mahlûkâtın üzerimizdeki haklarını ashâbına sık sık hatırlatırdı:
Bir defasında Fahr-i Kâinât Efendimiz, ateşe verilmiş bir karınca yuvası gördü. Bütün âlemler için şefkat ve merhametle çarpan rakîk yüreği mahzun oldu, bu hâli kabullenemedi. Büyük bir teessürle şöyle buyurdu:
“Kim yaktı bunu?! Ateşle azap vermek sadece ateşin Rabbine mahsustur.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd 112/2675, Edeb 163-164/5268)
Bir defasında da açlıktan âdeta karnı sırtına yapışmış bir deve gördüğünde şöyle buyurmuştu:
“Bu dilsiz (derdini söyleyemeyen) hayvanlar hakkında Allah’tan korkun!” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44)
Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ensâr’dan birinin bahçesine girmişti. Baktı ki orada bir deve var. Deve, Peygamber Efendimiz’i görünce inledi ve gözleri yaşardı. Peygamber Efendimiz; devenin yanına gitti, hörgücünü ve kulaklarının arkasını şefkatle okşadı. Deve inlemesini kesti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Bu deve kimindir?” diyerek devenin sahibini aradı. Medînelilerden bir delikanlı çıkageldi ve;
“–Bu deve benimdir, ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurdu:
“–Allâh’ın seni sahip kıldığı şu hayvan hakkında Allah’tan korkmuyor musun?! O senin kendisini aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet ediyor.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44)
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, on bin kişilik ordusuyla Mekke Fethi’ne giderken, yolda yavrularının üzerine gerilmiş ve onları emzirmekte olan bir köpek gördü. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbından Cuayl bin Sürâka -radıyallâhu anh-’ı yanına çağırarak onu bu köpek ve yavrularının başına nöbetçi dikti. Onların İslâm ordusu tarafından ürkütülmemesi hususunda tembihte bulundu. (Vâkıdî, II, 804)
Sevâde bin Rebî -radıyallâhu anh- şu muhteşem incelik ve merhamet misâlini nakleder:
“Peygamber Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine çıkıp kendisinden bir şeyler istedim. Bana birkaç tane (3 ile 10 arasında) deve verilmesini söyledi. Sonra da bana şu tavsiyede bulundu:
«–Evine döndüğün zaman hâne halkına söyle, hayvanlara iyi baksınlar, yemlerini güzelce versinler! Yine onlara tırnaklarını kesmelerini emret ki hayvanları sağarken memelerini incitip yaralamasınlar!»” (Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)
Yine hadîs-i şerîflerde -hulâsaten- şöyle buyruluyor:
“Bir kadın, bir kediyi hapsedip açlıktan ölmesine sebep olması yüzünden Cehennemlik oldu.
Bir günahkâr ise, susuz bir köpek gördü. Ona su vermek için, zor şartlarda kuyuya indi, (başka kap bulamadığı için) ayakkabısıyla su çıkarıp ona içirdi. O da ilâhî affa nâil oldu.” (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Selâm, 151-152)
Rabbimiz’in rızâsı da gazabı da; bazen büyük, bazen orta, bazense küçük gibi görünen amellerde gizlidir. Bu sebeple hiçbir hayrı da hiçbir günahı da önemsiz görmemek gerekir.
Efendimiz’in tâlim buyurduğu bu şuurla;
Bir “vakıf medeniyeti” diyebileceğimiz Osmanlı’da hayvan haklarına son derece riâyet edilmiştir. Binalara zarif kuş evleri eklenmiş, çeşmelere kedi ve köpeklerin su içebileceği yalaklar yapılmıştır. Hastalanan göçmen kuşları tedavi eden vakıflar kurulmuştur.
Kanunî Sultan Süleyman, Süleymâniye’nin inşâsında çalıştırılan at, merkep ve katırların dinlenme ve çayırda otlama saatlerine dahî dikkat etmiş, böylece hiçbir mahlûkâtın hakkının yenmemesine âzamî gayret göstermiştir.
Bu şefkat ve merhametin bir tezâhürüdür ki, o devirlerde ülkemizi ziyaret eden yabancı seyyahlar, hâtıralarında, müslüman mahallelerinde bulunan kedi ve köpeklerin insanların etrafında döndüklerini, gayr-i müslim mahallelerinde ise insan görünce hızla kaçtıklarını anlatırlar.
Allah rızâsına endeksli bir hayatın yaşandığı İslâm’da hayvanat hakkına bu derece ehemmiyet verilip onlara Yaratan’ından ötürü şefkat ve merhametle muâmele edilirken, “hümanist Batı”nın hayvan severliği ise, yine bencilce duygulardan kaynaklanmaktır. Zira vahiyden kopuk oldukları için, her şeyin merkezine kendi “ene”sini / “ego”sunu koyarak “ben” merkezli bir âlem tasavvuru geliştirmişlerdir.
Bunun içindir ki Batılı insanın güyâ “hayvan sevgisi” de aslında kendi egosunu sevmesinden ileri gelir. Hoşuna giden hayvanı sahiplenir, sahiplendiği hayvanı sever. Fakat bu hayvan ile arasında bir hak-hukuk münâsebeti bulunduğunu düşünmez. Canı çeker bir hayvanı sahiplenir, hevesini alınca da sokağa bırakıverir.
Yalnızlık duygusundan kurtulmak, tahakküm arzusunu tatmin etmek, eğlenmek veya başkalarına gösteriş yapmak gibi nefsânî menfaatler için edindiği evcil hayvanı kuaföre götürerek, elbise giydirerek, âdeta bir aksesuar malzemesi gibi “ilgi çekme” aracı olarak kullanır. Kendi hayvanına israf derecesinde ihtimam gösterirken, sahiplenmediği ve “benim” demediği hayvanlara ise bir kap su bile vermez.
Bu sebeple pek çok evcil hayvan dükkânı, hattâ kuaförü olan Avrupa şehirlerinde, sokakta serbestçe gezen hiçbir kedi-köpek görülmez. Zira böyle sahipsiz kalan hayvanlar, barınaklara toplanıp itlâf edilirler. Nitekim Avustralya kıtasında da yakın zaman önce, çok su tüketmeleri sebebiyle develerin itlâf edilmesi, aynı acımasızlığın tipik örneklerinden biri olmuştur.
NEBÂTAT VE CEMÂDÂTA DAHÎ RAHMET
Bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayvanlarına yedirmek için elindeki sopayla bir ağacın dallarına vurarak yapraklarını dökmeye çalışan bir bedevîyi görmüştü. Yanındakilere;
«–O bedevîyi bana getirin, fakat ona yumuşak davranın, onu korkutmayın!» buyurdu. Bedevî yanına geldiğinde nâzik bir üslûpla;
«–Ey bedevî! Yumuşak bir şekilde ve tatlılıkla sallayarak yaprakları dök, vurup kırarak değil!» buyurdu. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, Beyrut 1417, VI, 378)
Yaş bir dalın bile gereksiz yere kırılmasına gönlü râzı olmayan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmetini her fırsatta ve her şeye karşı nezâket, zarâfet, letâfet ve merhamete dâvet ediyordu. Nebâtâta karşı bile hassas davranmamız gerektiğini ifade sadedinde şöyle buyuruyordu:
“Yerde bitmiş olan hiçbir bitki yoktur ki, onu nezâretçi bir melek, kanatlarıyla korumuş olmasın. Bu durum bitkinin hasat edilmesine kadar devam eder. Kim bu bitkiye basıp ezerse, melek ona lânet eder.” (Ali el-Müttakî, Kenz, III, 905/9122)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, amcası Hazret-i Hamza’nın ve pek çok güzîde sahâbîsinin şehid düştüğü mekân olan Uhud Dağı’na dahî muhabbet nazarıyla bakmış;
“–Uhud öyle bir dağdır ki, o bizi çok sever, biz de onu severiz.” buyurmuştur. (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Hacc, 504)
Hutbe verirken dayandığı hurma kütüğünün, yeni bir minber yapılınca ayrılık acısıyla inlemesi ve Efendimiz’in onu okşayarak teskin etmesi de Fahr-i Kâinat Efendimiz’in cemâdâta dahî gösterdiği merhametin en güzel tezâhürlerindendir.[24]
İslâm’da israfın men edilmiş olması, çevrenin bilhassa temiz suların muhafazasına büyük ihtimam gösterilmesini temin etmiştir:
“Akarsudan abdest alırken dahî suyu israf etme!” düsturu, kâ‘bına varılmaz bir çevrecilik esâsıdır.[25]
İslâm, dâimâ zarâfet ve inceliği telkin etmektedir. Hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere, yoldaki bir taşı başkalarına eziyet vermesin diye kaldırıvermek dahî bir sadakadır.[26]
Velhâsıl, İslâm rahmet dînidir. Rahmet insanını inşâ eder. İslâm tarihi, bu merhametin en canlı şâhididir.
Zâhiren insancıl, müsâmahakâr/hoşgörülü, vicdanlı, merhametli görünen “Hümanizm” ve emsâli hiçbir beşerî sistem, hakikî mânâda rahmet tevzî edememiştir. Vahye istinâd etmeyen sözde acıyışlar, mutlaka bir başkası için zulüm ve gaddarlık ifade etmiştir. Birtakım filozofların fildişi kulelerindeki barış, insanlık ve benzeri ifadeleri de, içi boş temennîlerden öteye gitmemiştir.
Dipnotlar:
[1] “Sofizm” tâbirini, tasavvufî hayatı yani mutasavvıflığı ifade için kullanılan “sufizm” ile karıştırmamak gerekir. Sofizm, tasavvufla tamamen ayrı, hattâ birbirine muhâlif denilebilecek mefhumlardır. Zira sofistler; hakîkat, değer, ahlâk, din ve mukaddesat gibi kavramların insan ürünü olduğunu, bu sebeple mutlak ve tek bir gerçekliğin olmadığını, gerçeğin insana, topluma ve zamana göre değişebileceğini savunmuşlardır. Yine sofistler, özellikle münâzara tekniklerinde ustalaşmış, herhangi bir fikri doğru olup olmadığına bakmadan sırf diyalektik/mantık oyunlarıyla savunup karşı tarafı bastırabilmeyi meziyet saymışlardır. Hattâ bu hususta Yunan site devletlerindeki gençlere ve soylulara, para karşılığı dersler vermişlerdir. Eflâtun, sofistleri; “Rûhun beslenmesi için gerekli olan gıdayı para ile satan tüccarlardır.” diyerek tenkit etmiştir. [2] Bkz. Âl-i İmrân, 75. [3] Yâkûbî, Târîh, II, 56. [4] İbn-i Hişâm, II, 261. [5] Heysemî, VI, 86; İbn-i Hişâm, II, 288. [6] Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143. [7] Bkz. Vâkıdî, II, 857-858. [8] Buhârî, Meğâzî, 54; İbn-i Hişâm, IV, 134-135. [9] İbn-i Hişâm, IV, 135; Vâkıdî, III, 943, 950-954. [10] Bkz. Ahmed, I, 300; Taberânî, Kebîr, XI, 224/11562; Buhârî, Cihâd, 148; Müslim, Cihâd, 24, 25; Taberânî, Evsat, I, 48/135; İbn-i Mâce, Cihâd, 30; Vâkıdî, III, 912; Abdürrezzak, Musannef, V, 220. [11] Mustafa RUNYUN - Osman KESKİOĞLU, Fatih Devrinde İlim ve O Devirde Yetişen İlim Adamları, s. 18-19. [12] Bkz. et-Tevbe, 29. [13] Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, Beyrut 1987, s. 187. [14] Bkz. en-Nisâ, 92; el-Mâide, 89; el-Mücâdele, 3-4. [15] Bkz. en-Nûr, 33. [16] el-Enbiyâ, 47. [17] Âl-i İmrân, 134. [18] İbnü’l-Cevzî, Bahru’d-Dümû’, s. 142. [19] Riyâzu’s-Sâlihîn Tercüme ve Şerhi, c. 1, sf. 139, Erkam Yay. İstanbul 2001. [20] Bkz. Müslim, Selâm, 147. [21] Bkz. Müslim, Sayd, 59. [22] Bkz. el-En’âm, 38; Müslim, Birr, 15, 60; Tirmizî, Kıyâmet, 2. [23] Bkz. Taberî, Tefsîr, Nebe 40. [24] Bkz. Buhârî, Cuma, 26; Tirmizî, Menâkıb, 6/3627. [25] Bkz. İbn-i Mâce, Tahâret, 48. [26] Bkz. Tirmizî, Birr, 36/1956.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları