Huzurun İlacı Burada!
Yaşadığımız bu fânî hayat, ilâhî imtihan hikmetine binâen, bâzen kahır bâzen de lûtuf tecellîlerinin tezâhürüne sahne olmaktadır. Asıl mârifet, irâdemizi Cenâb-ı Hakkʼın rızâsı istikâmetinde kullanarak, bütün bu kahır ve lûtuf tecellîlerinden kazançlı çıkabilmektir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu hakîkati şöyle îzah buyurmuştur:
“Mü’minin durumu gerçekten gıpta edilmeye ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir. Böylesi bir haslet, sâdece mü’minde vardır: Mü’min, sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)
Dolayısıyla Yaratıcımızʼın takdîri karşısında sergilememiz gereken “rızâ” hâli, beşerî huzur ve saâdetin birinci şartıdır.
İkincisi ise, hayatı kuşatan şartların ağırlığına rağmen, düzelebilecek olan menfîlikleri düzeltme gayreti peşinde koşmaktır.
Bu da hayat ve hâdiseler içerisinde beşerî irâde ve gayrete mevzu teşkil eden bâzı hususların (yani kader-i muallakʼın) da bulunduğunu gösterir. İnsanın böyle bir gayret içinde bulunması, aynı zamanda “irâde sahibi” olmasının bir îcâbıdır. Yoksa hayatta hiçbir menfîliğin düzeltilemeyeceği şeklinde bir fikre kapılmak, insanlığı ümitsizlik ve karamsarlığa, bunun neticesinde de atâlete/tembelliğe sevk eder. Yani; “Ne yapalım, kaderim böyleymiş!” diyerek irâdeyi izhâr etmemek gibi bir atâlet doğurur.
BATILILAR KADERİ YANLIŞ ANLIYOR
Bununsa, insanoğlunun yaratılıştan donatıldığı üstün meziyetler göz önünde tutulduğunda, abesle iştigalden başka bir şey olmadığı, açıkça anlaşılır. Nitekim Batılıların “fatalizm” dedikleri de, kaderin böyle yanlış anlaşılmasından başka bir şey değildir.
Çünkü İslâmʼda kaderin bir “muallak” kısmı vardır ki, o da beşerî irâdenin tezâhürlerine göre şekillenir. Yani bâzı fiiller, kulun dilemesi neticesinde halk edilir. Yoksa “Âmentü” esasla-rından biri olan; “Hayır ve şer Allah Teâlâʼdandır.” ifâdesi, her şeyi hiç değişmeyecek şekilde Allâhʼın tâyin ettiği mânâsında değildir. Bu, her oluşta Allâhʼın irâdesinin mevcut olduğunu, Oʼnun bilgisi ve irâdesi bulunmaksızın hiçbir şeyin gerçekleşemeyeceğini ifâde eder.
Şâyet bir fiilde, Allâhʼın irâdesi/dilemesi evvel, kulun faâliyeti sonra ve ona ilâveten gerçekleşirse bu, “kader-i mutlak”tır. Doğum, ölüm, ırk, ömrün uzunluğu veya kısalığı gibi… Bu keyfiyetler aslâ değiştirilemez. Lâkin bundan dolayı da kula âhirette bir mükâfat veya mücâzat söz konusu olmaz. Bu gibi vâkıalar, ancak kulun âhiretteki mesʼûliyet miktarının belirlenmesinde bir esas teşkil eder.
Bununla birlikte Cenâb-ı Hak, cüzʼî bir irâdeyle teçhiz buyurduğu insanlara ve cinlere, bâzı hususlarda belli bir hareket serbestliği tanımıştır. Bu durum, kulun tercihinin Allâhʼın izni ile gerçekleşmesini ifâde eder ve buna “kader-i muallak” denir. Böyle bir mesʼûliyet sahası mevcut olduğu içindir ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v), hayattaki menfîliklerin ıslâhı yolunda sa‘y ü gayret tâlimâtını beşeriyete ferman buyurmuştur.
BU ALEM BİR OYUNCAK DÜKKANI GİBİ
Bu durumu şu misalle îzah edebiliriz:
Bir baba, çocuğunu bir oyuncak dükkânına götürse ve ona;
“–Bu dükkândan beğendiğin oyuncağı al, istediğini almakta serbestsin.” dese, fakat babalık şefkatiyle de bu oyuncakların faydalı ve zararlı olanlarını peşinen beyân edip sonra onu serbest bıraksa; çocuk kendisi için zararlı bir oyuncak seçtiği takdirde dilerse parayı ödemeyerek onun irâdesini neticesiz bırakır. Dilerse başlangıçtaki vaadi îcâbı olarak;
“–Al o oyuncağı da, seni îkaz ettiğim zararla karşılaş!” da diyebilir.
Bu âlem, zikrettiğimiz misaldeki oyuncak dükkânı gibidir. Biz de o çocuğa benzeriz. Allah Teâlâʼnın peygamberler ve kitaplar göndermek sûretiyle bize yaptığı yardım da -lâ teşbih velâ temsil- o merhametli babanın îkâzı gibidir.
Küllî irâde kendinde olduğundan, Cenâb-ı Hakkʼın, kulun fiiline “Hâlık” sıfatıyla dâhil olup onu yaratması, babanın parayı vererek çocuğun arzusunun gerçekleşmesini sağlamasına benzer. Bâzen arzu edip sebeplerine de riâyet ettiğimiz hâlde gerçekleştiremediğimiz hâdiseler karşısındaki durumumuz da böyledir.
Bütün bu keyfiyetler, daha önce de îzah etmiş olduğumuz üzere, insanlar ve cinlerin, imtihan edilmek üzere yaratılmış olmasının bir neticesidir.
Bu bakımdan kula düşen; kendi irâdesini Cenâb-ı Hakkʼın irâdesine teslîm ederek, kendi arzu ve niyetlerini rızâ-yı ilâhî ile teʼlif etmenin gayreti içinde bulunmaktır. Çünkü âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:
“…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216)
KAYNAK: Osman Nûri TOPBAŞ, İslâm Nazarında Akıl ve Felsefe, Erkam Yayınları, 2013, İstanbul
YORUMLAR