Hz. Davut’un (a.s.) Hayatı Dinle

VİDEOLAR

Hz. Davut (a.s.) kimdir? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'nin Kur'an-ı Kerim Işığında Nebiler Silsilesi kitabından Hz. Davut Aleyhisselam’ın hayatını islamveihsan Youtube kanalımızdan sesli kitap olarak dinleyin.

Zikri ile dağları, taşları ve vahşî hayvanları istiğrak hâline getiren Hazret-i Davut Aleyhisselâm’ın hayatı.

HZ. DAVUT’UN (A.S.) HAYATI

Hazret-i Davut -aleyhisselâm- Kudüs’te doğmuş, tahmînen 100 yaşında vefât etmiştir. Nesebi, Yahûda bin Ya’kûb bin İshâk bin İbrâhîm’e dayanır. Kendisine hem peygamberlik hem de hükümdarlık verilmiştir. Târihçilere göre hükümdarlığı tahmînen M.Ö. 1015-975 yılları arasındadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de Davut -aleyhisselâm-’ın 16 yerde ismi geçer. O’na İbrânî lisânıyla Zebûr indirilmiştir.

Tâlût, Câlût ve Tâbût

Mûsâ -aleyhisselâm-’dan sonra gelen Benî İsrâîl peygamberleri, Tevrât ile amel ediyorlardı. Fakat yahûdîler, başlarında peygamber bulunmadığı kısacık bir fırsat yakaladıklarında, hemen kitabı tahrîf ederek kendi hevâ ve heveslerine göre te’vîl ediyorlardı. Böylece îtikâdî ve ahlâkî durumları bozuluyor; yeni bir peygamber gelince düzeliyor, fakat sonra tekrar fesâda meylediyorlardı.

O zamanlar Mısır ile Şam arasında Amâlika kavmi vardı. Câlût isminde çok güçlü bir reisleri bulunmaktaydı. Allâh -celle celâlühû-, Câlût’u İsrâîloğulları’nın başına musallat etti. Câlût, İsrâîloğulları’nı mağlûb ederek çocuklarını ve kadınlarını esir aldı.

Benî İsrâîl’de Mûsâ -aleyhisselâm- zamanından beri muhâfaza edilen ve içinde bir kısım mukaddes emânetlerin bulunduğu kıymetli bir sandık vardı. Sandığı ele geçiren Câlût, hakaret olsun diye onu pisliğe attı. Bu sandığa Kur’ân-ı Kerîm’de “Tâbût” denilmektedir.

Ev, mal, mülk ve yurtlarından ayrı düşen İsrâîloğulları çok huzursuz oldular. Tâbût’un, ellerinden çıkmasına çok üzüldüler. Artık bütün emel ve gâyeleri Tâbût’u tekrar ellerine geçirmek olmuştu.

O sırada içlerinde, rivâyete göre İşmoil isminde bir peygamber vardı. Yahûdîler, ondan kendilerini kurtaracak bir hükümdar istediler. İşmoil -aleyhisselâm- da, duâ ve niyazda bulundu. Hak Teâlâ, “Tâlût” isminde bir kimsenin melik olarak tâyin edilmesini vahyetti. Fakat bir kısım yahûdîler, Tâlût’u hükümdar yapmak istemeyip bu ilâhî emre karşı çıktılar:

“–Tâlût, hükümdar soyundan değildir!” dediler.

Çünkü o zamana kadar İsrâîloğulları’na gelen peygamberler, Lâvî bin Yakup’un; hükümdarlar ise, Yahûda bin Yakup’un soyundan gelmekteydi. Tâlût ise, her iki soydan da değildi.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu husus şöyle anlatılır:

“Mûsâ’dan sonra, Benî İsrâîl’den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir peygambere:

«–Bize bir hükümdar gönder ki (onun kumandasında) Allâh yolunda savaşalım!» demişlerdi. (O Peygamber:)     

«–Ya size savaş farz kılınır da savaşmazsanız!» dedi. (Onlar da:)

«–Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz hâlde Allâh yolunda neden savaşmayalım?!» dediler.

Kendilerine savaş yazılınca da -içlerinden pek azı hâriç- geri dönüp kaçtılar. Allâh, o zâlimleri hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 246)

“Peygamberleri onlara:

«–Bilin ki Allâh, Tâlût’u size hükümdar olarak gönderdi.» dedi. Bunun üzerine:

«–Biz, hükümdarlığa daha lâyık oluduğumuz hâlde, (üstelik) ona servet ve zenginlik cihetinden geniş imkânlar da verilmemişken, bize nasıl hükümdar olabilir?!» dediler. (Peygamber:)

«–Allâh sizin üzerinize onu seçti, ilmen ve bedenen ona üstünlük verdi. Allâh mülkünü dilediğine verir. Allâh her şeyi ihâta eden ve her şeyi bilendir.» dedi.” (el-Bakara, 247)

İsrâîloğulları’nın ileri gelenlerine göre iktidar, büyük servet ve sermâye sâhiplerinin olmalıydı. Hâlbuki bu fikir, cemiyetin menfaatine ve adâlet prensibine aykırıdır. Çünkü iktidâra, zenginlerin değil, ehil olan kimselerin geçmesi gerekir. Bu da, kişinin mânevî gücü, bilgisi ve tecrübesi ile birlikte kuvvet ve cesâretine bağlıdır.

Fahr-i Râzî’nin beyânına göre İşmoil -aleyhisselâm-, İsrâîloğulları’nın teklîfini şu dört sebepten dolayı reddetti:

  1. Tâlût’u hükümdar olarak seçen, Allâh -celle celâlühû-’dur.
  2. Hükümdarlarda iki vasıf aranır:
  3. Siyâset ilmini (idâreciliği) bilmesi,
  4. Bedenî ve rûhî bakımdan kuvvetli olması.
  5. Mülk Allâh’ındır; onu dilediğine verir.
  6. Allâh, ihsânı ile fakiri zengin yapar. Saltanata kimin lâyık olduğunu da hakkıyla bilir. (Fahreddîn Râzî, Tefsir, VI, 147)

Tâlût’un hükümdarlığına îtiraz eden İsrâîloğulları bu sefer de:

“–Eğer o, sâhiden hükümdarsa, bize bir delil getirsin!” dediler. Bunun üzerine:

 “Peygamberleri onlara şöyle dedi:

«–Şüphesiz onun hükümdarlığının alâmeti, (vaktiyle sizden alınan) Tâbût’un size gelmesidir ki, onun içinde Rabbinizden bir sekîne (ruhlara emniyet veren bir huzur), Mûsâ ve Hârûn ehlinin bıraktıklarından geriye kalan bir takım şeyler vardır; onu melekler taşıyacaktır. Eğer mü’min kimseler iseniz şüphesiz bunda sizin için gerçekten bir delil vardır!»” (el-Bakara, 248)

Tâbût hakkında çeşitli rivâyetler bulunmaktadır. Bu rivâyetlere göre Tâbût önce Âdem -aleyhisselâm-’a indi, O’ndan Şit -aleyhisselâm-’a geçti, sonra sırasıyla İbrâhîm, Ya’kûb ve Mûsâ -aleyhimüsselâm-’a geçti. Mûsâ -aleyhisselâm-, Tevrât levhalarını ve bazı mühim şeyleri Tâbût denilen bu sandığın içine koydu. Tâbût’u seferde askerlerin önünde götürürlerdi. Böylece askerin morali yükselir, güçleri ve mâneviyâtı takviye olurdu.

Nihâyet Allâh Teâlâ, Tâbût’u melekler vasıtasıyla Tâlût’un evinin önüne koydurdu. Bunu gören İsrâîloğulları, Tâlût’un hükümdarlığını kabûl edip sükûna erdiler.

Böylece Cenâb-ı Hak, Tâlût’un hükümdarlığına dâir İsrâîloğullarının istediği alâmeti lutfetmişti. Ancak Allâh Teâlâ, onların da îman seviyelerini ortaya çıkaracak bir imtihan murâd eyledi.

İmtihan

Tâlût, hükümdar olduktan sonra ordusunu düzene koydu ve Kral Câlût’un üzerine yürüdü.

Mevsimin çok sıcak olması sebebiyle askerin suya ihtiyacı da fazlaydı. Fakat İşmoil -aleyhisselâm-’a Cenâb-ı Hak’tan bir tâlimât geldi. Bu ilâhî emri öğrenen Tâlût:

“–Allâh sizi su ile imtihan edecek. Kim kanıncaya kadar ondan içerse benim askerim değildir!..” dedi. Önlerindeki nehirden, ancak bir avuç içmeye izin verilmişti.

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’ya göre bu nehir, Şerîa diye isimlendirilen Ürdün Nehri’dir. (İbn-i Kesîr, Kısasu’l-Enbiyâ, s. 511)

Tâlût ve askerleri, bahsedilen ırmağın kenarına geldiler. Ordu 80.000 kişi idi. Bunun 76.000 kişisi tâlimât dışında kana kana su içtiler. Sadece 4.000 kişi emre itaat etti. Daha sonra bunların pekçoğu da firâr etti. Geriye 313 kişi kaldı. Bu sayı, Bedir Harbi’ne iştirâk eden mü’min askerlerin sayısıyla aynıdır. Nitekim Berâ -radıyallâhu anh-’tan şöyle nakledilmektedir:

“Biz, Hazret-i Muhammed’in ashâbı olarak şöyle derdik: Bedir’de bulunanların sayısı, Tâlût’un (Filistin) Nehri(ni) beraber geçtiği mü’min askerlerinin sayısı olan 313’tür.” (Buhârî, Megâzî, 6)

Nehirden, bir avuçtan fazla su içenlerin susuzlukları daha da arttı; dudakları kurudu ve hâlsiz kalıp bîtap düştüler, nihâyetinde perişan oldular. Emri dinleyenlere ise, aldıkları bir avuç su kâfî geldi. Ayrıca îmanları kuvvetlenip, cesâret ve güçleri ziyâdeleşti. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Böylece Tâlût, askerleri ile (Kudüs’ten) ayrılınca onlara şöyle dedi:

«–Muhakkak ki Allâh, sizi bir nehirle imtihân edecektir. Buna rağmen kim ondan içerse artık benden değildir. Eliyle bir avuç içtiği müstesnâ, kim de ondan (izin verilenden fazlasını) tatmazsa, işte şüphesiz o bendendir!»

Fakat içlerinden pek azı müstesnâ, hepsi ırmaktan (kana kana) içtiler. Tâlût ve îmân edenler, beraberce ırmağı geçince:

«–Bugün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur!» dediler.

Allâh’ın huzûruna varacaklarına inananlar (ise):

«–Nice az sayıda bir birlik, Allâh’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allâh sabredenlerle beraberdir.» dediler.” (el-Bakara, 249)

Âyet-i kerîmede askerî disipline dikkat çekilmektedir. Bir ordunun muzafferiyeti, her şeyden önce kumandanın emirlerine harfiyen riâyet etmekle mümkündür. Savaşta gâlip gelmek, sayıya değil, haklı olmaya, doğruluğa, îman ve mâneviyâta bağlıdır. Zafer tâcı, kemmiyetten ziyâde keyfiyet sâhibi orduların başına konur. Asr-ı saâdetteki muhârebeler, bu hâlin en bâriz şâhididir. Yine yakın tarihimizdeki Çanakkale Muhârebeleri de, bu hakîkatin en mükemmel misâllerinden biridir.

Hazret-i Davut ve Zafer

Tâlût’un ordusunda 18 yaşında bir genç vardı. İsmi “Davut” idi. Beydâvî’ye göre Davut -aleyhisselâm-, babası ve on üç kardeşi ile beraber Tâlût’un ordusuna katılmıştı.

Davut -aleyhisselâm- koyun güderdi. Çok cesur olup ayrıca sapan ile taş atmada mâhir idi. Birgün babasına:

“–Bütün dağlar-taşlar benimle tesbîh ediyor!” dedi. Bunun üzerine babası da:

“–Ey Davut, sana müjdeler olsun!” dedi.

Davut -aleyhisselâm-’ın sesi, çok gür ve güzel olduğu için Tâlût’un huzûruna çıkarıldı. Tâlût da, O’nu kendisine nedîm yaptı. Davut -aleyhisselâm-, bu sırada Tâlût’un Amâlika kavmine karşı hazırladığı orduya katıldı.

Allâh o peygambere (İşmoil -aleyhisselâm-’a), Câlût’u Davut’un öldüreceğini bildirmiş, o da Davut’u beraberinde götürmüştü. Yolda üç taş dile gelip Davut’a:

“–Bizi al, Câlût’u bizimle öldüreceksin!” demişlerdi. O da onları almış, sonra da bunların hepsi tek bir taş hâline gelmişlerdi. Diğer taraftan Tâlût:

“–Kim Câlût’u öldürürse, ona kızımı vereceğim!” diye de vaadde bulunmuştu.

Nihâyet Tâlût’un 313 kişi kalan îmanlı askerleri düşmanla karşı karşıya geldi. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

 “(Tâlût’un ordusu) Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında:

«–Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır! Ayaklarımıza sebat ver ve kâfir kavme karşı bize yardım eyle!» dediler.” (el-Bakara, 250)

Bu âyet-i kerîmede işâret edildiğine göre düşman üzerine giden askerin üç vasfa sâhip olması gerekmektedir:

  1. Zorluklara sabır,
  2. Cesâret ve sebat,
  3. İlâhî yardımın, yâni te’yîd-i ilâhînin geleceğine inanıp Cenâb-ı Hakk’a tazarrû hâlinde bulunmak.

İki ordu karşılaştığında, Câlût, kendisiyle mübârezeye çıkacak, yâni ordusunu temsîlen kendisiyle vuruşacak bir er diledi. Karşısına Davut -aleyhisselâm- çıktı. Herkes şaşırdı. Çünkü Câlût, iri yüzlü ve çok güçlü biriydi. Nitekim Câlût, gücüne güvenerek Davut’u küçümsedi:

“–Ey hakîr, karşıma sen mi geldin? Söyle, niçin geldin?” diye sordu. Davut:

“–Seninle cenk etmeye geldim!” deyince, Câlût O’nunla alay etti. Davut -aleyhisselâm-, sapanını çıkardı ve meşhur taşı yerleştirerek Câlût’a fırlattı. Taş, Câlût’un tam alnına isâbet etti ve Câlût, atından düşerek öldü.

Kuvvetiyle mağrur, iri yarı bir hükümdar olan Câlût, apaçık görülen zâhirî üstünlüğüne rağmen mağlup oldu. Allâh Teâlâ bununla, işlerin yalnız zâhirî şartlara bağlı olmayıp, hakîkatte kendi irâdesiyle vukû bulduğunu göstermişti. Yine bu hâdise ile, insanların nazarında kuvvetli görünenin, hakîkatte zayıf, zayıf görünenin de Allâh’ın yardımıyla kuvvetli olabileceğini öğretmişti. Allâh’ı inkâr eden zâlimler ne kadar kuvvetli görünürlerse görünsünler Allâh’ın irâdesi tahakkuk edeceği zaman küçücük bir çocuktan bile daha zayıf bir hâle düşerler. Ebrehe misâlinde olduğu gibi…

Burada Allâh Teâlâ’nın gerçekleşmesini mûrâd ettiği başka hikmetler de mevcuttur: Hak Teâlâ, Tâlût’dan sonra mülkü, yâni hükümdarlığı Hazret-i Davut’un almasını ve yerine de oğlu Süleymân -aleyhisselâm-’ı vâris kılmasını murâd etmişti. Nitekim Hazret-i Davut’un Câlût’u öldürmesiyle halkın nazarında da gücü ve cesâreti ispatlanmış ve böylece Davut -aleyhisselâm- hükümdarlığa hazırlanmış oluyordu.

Allâh Teâlâ âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

 “Nihâyet Allâh’ın izniyle onları hezîmete uğrattılar ve Davut, Câlût’u öldürdü. Allâh O’na (Davut’a) hükümdarlık ve hikmet (peygamberlik) verdi; dilediği ilimlerden O’na öğretti. Eğer Allâh, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmeseydi, yeryüzü elbette fesâda uğrardı. Fakat Allâh, bütün âlemlere karşı lutuf ve kerem sâhibidir.” (el-Bakara, 251)

Bu âyet-i kerîmede, dünyâ hayâtında cârî olan ilâhî nizâmın bir ölçüde îzâhı vardır. Hakîkaten, şâyet Allâh Teâlâ insanlar arasında adâletle hükmedecek sultanlar var etmeseydi, insanların güçlüleri, zayıfları ezip mahvederdi. Bu bakımdan bir rivâyette:

“Sultan Allâh’ın yeryüzündeki gölgesidir.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, V, 196, Deylemî, Müsned, II, 343) buyrulmuştur. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- da şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz ki Allâh, Kur’ân ile engellemediği şeyi sultan ile engeller.” (İbn-i Kesîr, Kısasu’l-Enbiyâ, s. 516)

Diğer taraftan, Allâh Teâlâ insanlar arasında ictimâî dengenin kurulmasını birtakım sebeplere bağlamıştır. Bu itibarla insanların bir kısmı zengin, bir kısmı fakir, bir kısmı güçlü, bir kısmı zayıf, bir kısmı sıhhatli, bir kısmı hasta, bir kısmı mü’min, bir kısmı münkir olacak ki, bunlar arasında kurulacak alâkalar, insanların cemiyet hâlinde yaşayabilmelerini temin edebilsin. Tıpkı elektrik yüklü artı ve eksi kutuplar arasında kıvılcım (şerâre) ve enerji meydana gelmesi gibi, müsbet ve menfî insanlar arasında vukû bulan mücâdele ve muhârebelerde de, pek çok hikmetler bulunmaktadır. İşte yukarıdaki âyet-i kerîmeler ile ilâhî nizâmın bazı prensipleri anlatılmıştır. Nitekim bu âyet-i kerîmelerin devâmında da şöyle buyrulur:

 “İşte bunlar, Allâh’ın âyetleridir. Biz onları Sana hakkıyla okuyoruz. Şüphesiz Sen, Allâh tarafından gönderilmiş peygamberlerdensin!” (el-Bakara, 252)

Tâlût, zaferden sonra elde ettiği bütün ganîmetleri yaktırdı. Çünkü Mûsâ -aleyhisselâm-’ın şerîatine göre ganîmet malı helâl olmadığı için yakılırdı. Tâlût, Kudüs’e döndüğünde İşmoil -aleyhisselâm- ona:

“–Cenâb-ı Hak sana müjdelediği zaferi nasîb etti. Haydi sen de verdiğin sözü yerine getir!” dedi. Böylece Tâlût, kızını Davut -aleyhisselâm-’a verdi.

Tâlût’un vefâtından sonra Davut -aleyhisselâm- hükümdar oldu. Bir müddet sonra da kendisine peygamberlik verildi. Böylece kendisine hem saltanat, hem de nübüvvet bahşedilen ilk peygamber oldu. Rûhî fazîlet ve mânevî kâbiliyet bakımından üstün kılındı. Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere, O’na dört büyük kitaptan biri olan Zebûr indirildi:

“Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Gerçekten Biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık; Davut’a da Zebûr’u verdik.” (el-İsrâ, 55)

Davut -aleyhisselâm- hayâtı boyunca adâletle hükmetti. Tebdîl-i kıyâfet ederek halkın arasına karışır, yaptığı icraatlerden ve gidişâtından memnun olup olmadıklarını ve hakkında neler düşündüklerini soruştururdu. İdâresi hakkındaki suâllere menfî cevap veren ve şikâyetçi olan kimse bulunmazdı. (Kurtubî, Tefsîr, XIV, 266) Bütün halk, kendisine itâat etmişti. Âyet-i kerîmede buyrulur:

 “(Rasûlüm!) Onların söylemekte olduklarına sabret ve kuvvet sâhibi kulumuz Davut’u hatırla! Doğrusu O, dâimâ Allâh’a yönelen bir kimseydi.” (Sâd, 17)

Rivâyete göre Davut -aleyhisselâm-, ibâdete karşı büyük bir şevk ve tahammül sâhibiydi. Bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı. Daha sonra bu şekilde tutulan oruca “Savm-ı Davut” yâni Davut orucu denilmiştir.

Davut -aleyhisselâm- Allâh Teâlâ’ya ibâdet etmek için en fazîletli vakitleri araştırırdı. Nitekim birgün Cebrâîl -aleyhisselâm-’a:

“−Ey Cebrâîl! Hangi vakit efdaldir?” diye sordu. Cebrâîl -aleyhisselâm- da:

“−Ey Davut! Seher vaktinde arşın titreyişinden başkasını bilmiyorum.” diyerek cevap verdi. (Ahmed bin Hanbel, Zühd, s. 70; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, XIII, 240)

Davut -aleyhisselâm- da gecenin ancak üçte birinde uyur, geri kalan saatlerini hep ibâdetle geçirirdi. Allâh Teâlâ âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur:

“Gerçekten Biz, dağları (O’na) boyun eğdirdik, akşam-sabah O’nunla beraber tesbîh ederlerdi. Kuşları da toplanmış olarak (O’na itaat) ettirdik. Hepsi O’nun (zikrine katılmak) için dönüp gelirlerdi.” (Sâd, 18-19)

 “...Kuşları ve tesbîh eden dağları Davut’a boyun eğdirdik. (Bunları) Biz yapmaktayız.” (el-Enbiyâ, 79)

Cenâb-ı Hak, Davut -aleyhisselâm-’a gür ve güzel bir ses ihsân etmişti. O, Zebûr’u okurken, bütün vahşî hayvanlar, etrafında toplanır ve O’nu dinlerlerdi. Ayrıca Allâh Teâlâ, Davut -aleyhisselâm-’a zırh yapma sanatını da bildirmiş, bu hususta O’nu müstesnâ bir kudretle techîz etmiştir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

 “And olsun, Davut’a tarafımızdan bir üstünlük verdik.

«–Ey dağlar ve kuşlar! O’nunla beraber tesbîh edin!» dedik.

O’na demiri yumuşattık. (O’na):

«–Geniş zırhlar îmâl et, dokumasında da ölçüyü gözet (güzel ve yeteri kadar yap) ve (ehlinle birlikte) sâlih amel işleyin! Çünkü Ben, ne yaparsanız hakkıyla görenim.» (diye vahyettik).” (Sebe’, 10-11)

 “O’na, savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh yapmayı öğrettik. Artık şükredecek misiniz?” (el-Enbiyâ, 80)

Davut -aleyhisselâm- zırh yaparak hem ordularını düşmanlarından muhâfaza etmiş hem de rızkını elinin emeğiyle kazanmıştır. Mülk ve siyâsî otorite sâhibi, iktisâdî imkânları bol bir peygamber olmasına rağmen, elinin emeğiyle geçinme yolunu tercih etmiştir. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Hiçbir kimse, asla kendi kazancından daha hayırlı bir rızık yememiştir. Allâh’ın Peygamberi Davut -aleyhisselâm- da kendi elinin emeğini yerdi.” (Buhârî, Büyû’ 15; Enbiyâ 37)

Hazret-i Davut -aleyhisselâm-, ilâhî yardıma nâil olmak, kendisine birçok muhâfız verilerek büyük ordulara kumanda etmek ve heybet sâhibi olmak gibi yüksek pâyelerle güçlendirilmişti. Ayrıca peygamberlik, isâbetli görüş, kitap, şerîat, ilim, amel, güzel konuşma ve hikmete sâhip olmuştu. Allâh Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“O’nun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, O’na hikmet ve fasl-ı hitâb (hakkı batıldan ayırt etme kâbiliyeti) vermiştik.” (Sâd, 20)

Fasl-ı hitâb, Müfessir Süddî’ye göre, hâdiseyi tam olarak anlamak ve verdiği hükümde isâbet etmektir. Mücâhid’e göre ise, söz ve hükümde gerçekçi ve iş bitirici olmaktır.

Cenâb-ı Hak O’na şöyle hitâb etmiştir:

 “Ey Davut! Biz Sen’i yeryüzünde halîfe yaptık. O hâlde insanlar arasında adâletle hükmet! Hevâ ve hevese uyma, sonra bu Sen’i Allâh’ın yolundan saptırır. Doğrusu Allâh’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.” (Sâd, 26)

Peygamber ve aynı zamanda hükümdar olan Davut -aleyhisselâm-, vaktini dörde ayırırdı:

Birinci vakitte; ibâdetle meşgûl olurdu.

İkinci vakitte; hukûkî ihtilâfları karara bağlardı.

Üçüncü vakitte; halka vaaz ve nasihatte bulunurdu.

Dördüncü vakitte de; şahsî işlerini yapardı.

Hz. Davut Aleyhisselâm’ın İmtihân Edilmesi

Davut -aleyhisselâm-, bazı imtihanlara mâruz kalmış, netîcede kendisine beşerî zaafları ve muhtemel hatâları bildirilmiştir. O da hemen tevbeye yönelmiş ve böylece Cenâb-ı Hak, O’nu bağışlayarak, ebediyete uzanan yoldaki tehlikeleri O’na öğretmiştir.

Birgün Davut -aleyhisselâm- ibâdetle meşgûl olduğu esnâda iki kişi geldi. Hâlbuki ibâdet ve zikir için mâbedde halvet hâlinde iken O’nun yanına hiç kimse girmezdi. Hazret-i Davut -aleyhisselâm-, ansızın cereyân eden bu durum karşısında telaşlandı. Çünkü kapısı kapalı olan mâbede, hiç kimse bu şekilde giremezdi. Her ne kadar ibâdet vakti içinde bulunduğunu söylediyse de onlar dinlemeyerek:

“–İbâdetin günü olmaz!” dediler ve arzularını şöyle dile getirdiler:

“–Korkma! Biz birbirinin hakkına tecâvüz etmiş iki dâvâcıyız. Huzûruna muhâkeme olmak için geldik. Aramızda adâletle hükmet!”

Davut -aleyhisselâm-:

“–O zaman buyurun!” dedi. İki dâvâcıdan biri dedi ki:

“–Kardeşimin 99 koyunu, benimse bir koyunum var. Buna rağmen o, bendeki bu bir tek koyunu da almak istedi ve beni tartışmada yendi.”

Davut -aleyhisselâm-, hâdisede bir haksızlık görerek galeyâna geldi ve diğer tarafa hiçbir şey sormadan şöyle dedi:

“–O bir tek koyunu da almak istiyorsa, kardeşin sana zulmediyor. Allâh Teâlâ’ya îmânı olmayan kimseler, böyle zulmeder. İyi insan da zâten pek az bulunur.” dedi. Onlar da güldüler ve gittiler.

Davut -aleyhisselâm-, hüküm vermede aceleci davranmış ve karşı tarafı hiç dinlemeden kararını vermişti. Hâlbuki meselenin bütün vechesi veya bir kısmı, karşı taraf dinlenildiği takdirde değişebilir; haklı zannedilen haksız, haksız görülen de haklı çıkabilirdi. Bunun için Davut -aleyhisselâm-, dâvâcıların ayrılmasının hemen ardından hatâ yaptığını anladı ve bunun ilâhî bir imtihan olduğunu fark ederek derhal secdeye kapandı; tevbe ve istiğfarda bulundu. Allâh Teâlâ da kendisini affetti.

Bunlar, peygamberlere bile Allâh Teâlâ karşısındaki acziyetlerini idrâk ettirmek ve onlara tâbî olanların tâkip edeceği usûl ve hikmetlerin teşekkülünü sağlamak hikmetine binâen vukû bulan hâdiselerdir. Bu durum, onların peygamberliğine ve ismet sıfatlarına aslâ halel getirmez. Müfessirler nazarında bu tür imtihanlar; “hasenâtü’l-ebrâr, seyyiâtü’l-mukarrabîn.”[1] hükmü dâhilindedir. Yâni peygamberlerin yaptıkları hatâ şeklinde görünen hâdiseler, bizler de aynı hatâya düştüğümüzde nasıl hareket etmemiz gerektiğini göstermek için vukû bulmuştur.

Hâdise, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:

(Ey Muhammed!) Sana dâvâcıların haberi ulaştı mı? Mâbedin duvarına tırmanıp, Davut’un yanına girmişlerdi de, Davut onlardan korkmuştu.

«–Korkma! Biz birbirine hasım iki dâvâcıyız, aramızda adâletle hükmet, haksızlık etme; bize doğru yolu göster!» dediler.” (Sâd, 21-22)

 “(Onlardan biri şöyle dedi:)

«–Bu kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken: “–Onu da bana ver!” dedi ve tartışmada beni yendi.»” (Sâd, 23)

 “Davut: «–And olsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakların çoğu, birbirlerinin haklarına tecâvüz ederler. Yalnız îmân edip sâlih ameller işleyen kimseler müstesnâ! Fakat bunlar ne kadar da az!» dedi.

Davut, kendisini denediğimizi anladı ve Rabbinden mağfiret dileyerek, eğilip secdeye kapandı; tevbe edip Allâh’a yöneldi.” (Sâd, 24)

“Sonra bu tutumundan dolayı O’nu bağışladık. Şüphesiz katımızda O’nun için bir yakınlık ve güzel bir âkıbet vardır.” (Sâd, 25)

Davut -aleyhisselâm- kıyâmet günü Allâh’a yakın bir kul olacaktır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:

“Adâletle hükmedenler, kıyâmet gününde Rahmân’ın sağında nûrdan minberler üzerinde olacaklardır… Bunlar hükümlerinde, âileleri ve sorumlu oldukları kimseler hakkında adâletle davranmışlardır.” (İbn-i Hanbel, II, 160) buyrulur. Yine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Kıyâmet gününde insanların Allâh Teâlâ’ya en sevgili olanı ve O’na en yakın yerde bulunanı adâletli idârecidir. Kıyâmet gününde insanların Allâh Teâlâ’ya en sevimsiz olanı ve O’na en uzak mesâfede bulunanı da zâlim idârecidir.” (Tirmizî, Ahkâm, 4; Nesâî, Zekât, 77) buyurmuşlardır.

Hazret-i Davut -aleyhisselâm- hakkında yukarıda zikredilen âyet-i kerîmelerin mâhiyetine tamâmen ters bir şekilde, muharref Tevrât ve İncîl’lerde birtakım hakîkat dışı beyanlar ve çirkin iftirâlar yer almaktadır. Bu hususta Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“–Her kim Davut hâdisesini hikâyecilerin rivâyet ettiği gibi (yanlış ve çirkin bir şekilde) anlatırsa, ona yüz altmış değnek vururum!” demiştir.

Hiç şüphesiz ki Hazret-i Davut’a, Allâh’ın yüce huzûrunda güzel bir yakınlık, varacağı güzel bir mercî ve cennette güzel bir makam vardır.

Ashâb-ı Sebt (Cumartesi Ashâbı) Hâdisesi

Ashâb-ı Sebt, Mısır ile Medîne-i Münevvere arasında Kızıldeniz kenarında Medyen şehrinde yaşardı. Sayıları yetmiş bin kadardı. Bunlar, cumartesi günleri ibâdetten başka bir şey yapmazlardı. Çünkü cumartesi günü ibâdetin dışındaki işler haram kılınmıştı. Ayrıca o günde avlanmamak üzere Davut -aleyhisselâm-’a söz vermişlerdi. Daha sonra şeytan, kendilerine vesvese vererek:

“Siz avlamaktan değil, yemekten menedildiniz!” dedi.

Hikmet-i ilâhî olarak cumartesi günleri balıklar çoğalır, diğer günler azalırdı. Bu sebeple şeytanın fısıltısı bazılarına çok câzip geldi. Bu hususta Medyen halkı üç kısma ayrıldı:

  1. Kısım; Allâh’ın emrine muhâlefet ederek balık tuttular. Hem yiyip, hem de sattılar. Bunlar cumartesi günü ağ atarlar, pazar günü de çekerlerdi.
  2. Kısım; balık avlama günâhına girmediler, fakat emr-i ilâhîye uymayanlara da karşı çıkmadılar. Yâni ilâhî emrin çiğnenmesi karşısında sessiz kalıp herhangi bir îkaz ve nasihatte bulunmadılar.
  3. Kısım ise; hem ilâhî nehye riâyet ettiler, hem de cumartesi günü yasağını çiğneyenlere îkaz ve nasihatte bulundular. Sükût edenlere de susmakla doğru yapmadıklarını söylediler. Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker vazîfesini yerine getirdiler.

Sükût edenler, kendilerini îkaz edenlere:

“Helâk olacak kavme niçin vaaz edip kendinizi yoruyorsunuz? Emeğinize yazık!” derlerdi.

Emr-i bi’l-ma’rûfta bulunanlar da:

“Biz, Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda mes’ûl olmamak, mâzûr olmak için böyle yapıyoruz!” diye cevap verirlerdi.

Daha sonra bunlar, diğerlerine gelecek olan musîbet kendilerine de gelmesin diye onlarla aralarına bir duvar çektiler. Duvarın arkasındaki sesler kesilince, bir de baktılar ki, bir gecede hepsi birden maymuna dönmüşler!.. İlâhî hükmü dikkate almadıkları için böyle bir cezâya dûçâr olan bedbahtlar, Allâh’ın emrine itaat ettikleri için bu azaptan kurtulan akrabalarının yanında bir müddet mahzun mahzun gezdiler. Üç gün sonra da, maymun şekline girmiş olan âsîlerin hepsi öldü.

İmâm Begavî’nin Meâlimü’t-Tenzîl adlı eserinde:

“Avlanmayan, lâkin avlayanlara da herhangi bir îkaz ve nehiyde bulunmayıp susanlar da, onlarla birlikte maymunlar hâline geldiler.” denilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu husus şöyle ifâde buyrulur:

 “Onlara, deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu sor! Hani onlar, cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. Çünkü cumartesi günü, balıklar meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi; cumartesi tatili yapmadıkları gün de gelmezlerdi. İşte böylece Biz, yoldan çıkmalarından dolayı onları imtihân ediyorduk.” (el-A’râf, 163)

 “İçlerinden bir topluluk:

«–Allâh’ın helâk edeceği, yâhut şiddetli bir şekilde azâb edeceği bir kavme ne diye nasihat ediyorsunuz?» dedi.

(Nasihat edenler) dediler ki:

«–Rabbimize beyân edecek mâzeretimiz olsun diye, bir de (belki) sakınırlar ümîdiyle (nasihatte bulunuyoruz)».” (el-A’râf, 164)

 “Onlar, kendilerine yapılan îkazları unutunca, Biz de kötülükten menedenleri kurtardık; zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerinden dolayı şiddetli bir azâb ile yakaladık. Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince, onlara: «Aşağılık maymunlar olun!» dedik.” (el-A’râf, 165-166)

Cenâb-ı Hak, daha sonraki nesillere, bu hâdiseyi hatırlatarak şu şekilde îkaz buyurmaktadır:

 “(Ey İsrâîloğulları!) İçinizden cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine, «Aşağılık maymunlar olun!» dediklerimizi elbette bilmektesiniz.” (el-Bakara, 65)

“İşte bu kıssayı, o zaman hazır olanlara ve sonradan gelenlere ibret verici bir cezâ, muttakîler için de bir nasihat kıldık.” (el-Bakara, 66)

Eyle ahâlîsi cumartesi günü Allâh’ın emirlerinden çıkıp nefislerine zulmettikleri zaman Davut -aleyhisselâm- onlara lânet etmiş, onlar da maymunlara dönmüşlerdir. (Elmalılı H. Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, III, 1786)

Bu hâdisenin, Davut -aleyhisselâm- zamanında meydana geldiğine şu âyet-i kerîme de işâret etmektedir:

 “İsrâîloğulları’ndan inkâr edenler, hem Davut’un, hem de Meryem oğlu Îsâ’nın diliyle lânetlendiler!..” (el-Mâide, 78)

Müslümanlar, bütün peygamberlere inandığı, onların aralarında bir ayırım yapmadığı ve Hazret-i Îsâ’yı da peygamber olarak kabûl ettiği için Yahûdîler:

“−Biz, sizin dîninizden daha kötü bir din bilmiyoruz!” demişlerdi.

Bunun üzerine, şu âyet-i celîle nâzil oldu:

 “De ki: «–Allâh katında cezâya çarptırılma bakımından bundan daha kötüsünü haber vereyim mi? Allâh, kimlere lânet etmiş ve gazabına uğratmışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve tâğuta tapanlar yapmışsa, işte bunların makâmı daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır.” (el-Mâide, 60) (Vâhidî, Esbâbü’n-Nüzûl, s. 203)

Âyet-i kerîmede de ifâde edildiği gibi Allâh Teâlâ, Benî İsrâîl’den kötülükte inatla ısrar eden o bedbahtları önce maymun kılığına sokmuş, sonra da helâk etmiştir. Bunun, insanların aslının maymun olduğu şeklindeki asılsız iddiâlarla da hiçbir alâkası yoktur.

Hazret-i Davut’dan Kalan Hâtırâ: Savm-ı Davut

Bir gün oruç tutup bir gün tutmamak demek olan “savm-ı Davut”, Hazret-i Davut’dan ümmet-i Muhammed’e hâtıra kalan bir ibâdettir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- en fazîletli orucun “savm-ı Davut” olduğunu beyân buyurmuşlardır.

Amr bin el-Âs -radıyallâhu anh-’ın oğlu Ebû Muhammed Abdullâh -radıyallâhu anh-’ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

“Vallâhi ömrüm boyunca gündüz oruç tutacağım; gece namaz kılacağım.” diye yemin ettiğimi Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirmişlerdi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana:

“–Böyle söyleyen sen misin?” diye sordu. Ben de:

“–Anam-babam sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Evet, ben söyledim.” dedim. Bana:

“–Senin buna gücün yetmez! Bâzen oruç tut, bâzen ye; bâzen uyu, bâzen (teheccüd) için kalk! Her aydan üç gün oruç tut! Bir iyiliğin karşılığı on mislidir. Bu, bütün seneyi oruçlu geçirmek gibidir.” buyurdu. Ben:

“–Bundan daha fazlasına muktedirim!” dedim.

“–O hâlde bir gün oruç tut; iki gün iftar et!” buyurdu.

“–Bundan daha fazlasını yapabilirim!” dedim.

“–Öyleyse bir gün oruç tut, bir gün tutma! Bu, Davut -aleyhisselâm-’ın orucudur ve oruçların en mûtedili, en üstünüdür!” buyurdu. Ben:

“–Bundan fazlasına da güç yetirebilirim!” deyince Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bundan daha fazlası olmaz!..” buyurdu. (Buhârî, Savm 55-57, Teheccüt 7; Müslim, Sıyâm 181-193)

Hz. Davut Aleyhisselâm’ın Fazîleti

*Davut -aleyhisselâm-, bütün işlerinde Allâh’a yönelirdi.

*Allâh Teâlâ, O’nun için “Kulumuz Davut” buyurdu.

*Kendisine dört büyük ilâhî kitaptan biri olan Zebûr indirildi.

*Dağlar ve kuşlar O’nunla birlikte zikrederdi.

*Kuşların dilini bilirdi.

*Çok güzel bir sadâya sâhipti. Zebûr’u okuduğu zaman, dağlar ve kuşlar O’nu dinlerdi.

*Demiri elinde bal mumu gibi yoğururdu. Böylece kendi el emeği ile geçinirdi. Nitekim Peygamber Efendimiz de, O’nun bu hâlini medhetmiştir.[2]

*Davut -aleyhisselâm-’a fasl-ı hitâb (hakkı batıldan ayırt etme kâbiliyeti) ve hikmet verilmişti.

*Devleti, o zamanın en heybetli ve güçlü devletiydi.

*Dâvud -aleyhisselâm-, Rabbine çok şükrederdi. O, bir keresinde şöyle demiştir:

“–Yâ Rabbi! Ben Sana nasıl şükredeyim. Zîrâ Sen’in şükrüne ancak Sen’in nîmetinle erişebiliyorum.”

O’na şöyle vahyedildi:

“–Sana olan nîmetlerimin hepsinin Ben’den olduğunu biliyor musun?”

Hazret-i Davut:

“–Evet.” dedi.

Bunun üzerine Allâh Teâlâ:

“Bu şekilde düşünmen, Ben’im Sen’den râzı olmama kâfîdir.” dedi. (İbn-i Kesîr, Kısasü’l-Enbiyâ, s. 524)

*Hâsılı Davut -aleyhisselâm-, üstün kılınmış bir peygamberdi. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“And olsun, Davut’a tarafımızdan bir üstünlük verdik!..” (Sebe’, 10)

Hz. Davut Aleyhisselâm’ın Vefâtı

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Davut -aleyhisselâm-, gayret-i dîniyyesi pek şiddetli ve namusuna çok düşkün biriydi. Evden çıktığı zaman kapıyı iyice kapatır, dönünceye kadar kimse oraya girmezdi.

Birgün yine evden çıktı, kapıyı kapattı… Davut -aleyhisselâm- geri döndüğünde evin ortasında duran bir adam gördü. Ona:

«–Sen kimsin?» diye sordu. O da:

«–Ben, o kimseyim ki, krallardan korkmam ve perdeler (engeller) bana mânî olamaz.» dedi. Bunun üzerine Davut -aleyhisselâm-

«–Vallâhi o zaman sen ölüm meleğisin. Allâh’ın emriyle hoş geldin.» dedi.

Bir müddet sonra da rûhu kabzolundu…” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 419)

Hazret-i Davut’un kırk sene devâm eden idâresi, İsrâîloğulları’nın en parlak dönemidir. Davut -aleyhisselâm- Kudüs’ü fethederek, devletine başkent yapmıştı. O, hem hükümdar hem de bir peygamberdi. Bu iki özellik Hak tarafından O’na lutfedilmişti. Kendisinden sonra yerine oğlu Hazret-i Süleyman geçti ve O’na da peygamberlik verildi.

Zebûr ve Muhtevâsı

Kur’ân-ı Kerîm’de “Zebûr” kelimesiyle birlikte onun çoğulu olan “zübur” kelimesi de geçmektedir. Zebûr, kitap; zübur ise kitaplar mânâsına gelmektedir.

Zebûr kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de üç yerde geçer ve bunların hepsi de Hazret-i Davut ile alâkalıdır.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

 “…Davut’a da Zebûr’u verdik.” (en-Nisâ, 163)

Zübur kelimesi ise, sırf Hazret-i Davut’la alâkalı değil, umûmen bütün peygamberlere verilen kitaplarla ilgili olarak geçmektedir.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

 “Şüphesiz o, evvelkilerin (eskilerin) kitaplarındadır!” (eş-Şuarâ, 196)

Bu âyet-i kerîme aynı zamanda, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in daha önceki ilâhî kitaplarda da müjdelendiğine telmihte bulunmaktadır.

Hazret-i Davut’a verilen Zebûr hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bir mâlumat vardır:

“And olsun Zikir’den (Tevrât’tan) sonra Zebûr’da da: «Yeryüzüne sâlih kullarım vâris olacaktır!» diye yazmıştık.” (el-Enbiyâ, 105)

Kur’ân-ı Kerîm’de Zebûr ile alâkalı olarak daha fazla bir bilgi bulunmamaktadır. İslâmî kaynaklar, Hazret-i Davut’a Zebûr’un verilmesini, O’nun üstün husûsiyetlerinden biri olarak nakletmektedirler.

İslâm âlimleri, Zebûr’da ahkâmla ilgili meselelerin olmadığını, onun sâdece Cenâb-ı Hakk’a yönelik ilticâ ve münâcâtlardan ibâret olduğunu ifâde ederler.

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’dan sonra gelmiş olan Hazret-i Davut -aleyhisselâm-, ahkâm husûsunda Tevrât ile amel etmekteydi. Zebûr ise, insanlarda Allâh aşkını ve muhabbetini, Cenâb-ı Hakk’a tazarrû ve ilticâyı daha kâmil bir sûrette gerçekleştirmeyi hedefleyen ilâhîlerin mecmûuydu.

Zebûr, tamâmen manzum bir kitaptır. Nitekim Kitâb-ı Mukaddes’te “Mezmûrlar” ismiyle bir bölüm bulunmaktadır ki bu, mûsikî eşliğinde söylenen manzum parçalar mânâsındadır. Sayıları 150 adettir. Bunların 70 kadarı Hazret-i Davut’a nisbet edilmekte, diğerlerinin ise başkalarına âit olduğu ifâde edilmektedir.

Dolayısıyla bugünkü Zebûr, Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i Davut’a verildiği bildirilen Zebûr değildir. Zîrâ Kitâb-ı Mukaddes bütün bölümleri ile ilk geldiği şekilde muhâfaza edilip kaydedilememiş, günümüze kadar pekçok beşerî müdâhalelere uğramıştır. Bu tarihî hakîkat, Zebûr’un da aslî ve orjinal şekliyle mevcut olabileceği ihtimâlini ortadan kaldırmaktadır.

Nitekim bugünkü Zebûr, Hazret-i Davut’un vefâtından beş yüz yıl sonra yazılmaya başlanmıştır. Ayrıca Zebûr’a Davut -aleyhisselâm-’ın hayâtı ve teblîğâtına ilâveten, kaynağı bilinmeyen yaklaşık 100 meçhul şâirin şiirlerinin de ilâve edildiği rivâyet olunmaktadır.

Günümüzdeki Zebûr’un, tam olarak kimin tarafından kaleme alındığı ve vahiy ile mi yoksa ilhâmen mi yazıldığı bugüne kadar tespit edilememiştir. Müsteşrik Horn:

“Zebûr’un Davut Peygamber tarafından yazıldığını ileri sürenler, aslı olmayan çok zayıf bir kanaattedirler; bu düşüncenin yanlışlığı açıktır.” der.

Zebûr’daki Tanrı telâkkîsi de, Tevrât’taki gibi antropomorfik, yâni Cenâb-ı Hakk’a sûret izâfe edici şekildedir. Kitâb-ı Mukaddes’in diğer bölümlerinde olduğu gibi Allâh’a oğul isnâd etmek sûretiyle tevhîde aykırı bir mâhiyet arz eder. Bugünkü Zebûr’da Davut -aleyhisselâm-’ın bir münâcâtında şöyle dediği rivâyet edilir:

“Rab bana dedi: «Sen benim oğlumsun! Ben seni bugün çocuk edindim!»” (Mezmurlar, 2/7)

Netîce olarak bugünkü Zebûr, sadece bir şiir kitabıdır. İçinde Davut -aleyhisselâm-’a ve başkalarına atfedilen birtakım münâcâtlardan başka bir şey bulunmamaktadır. Ne kadarının hakîkî Zebûr’a âit olduğu da meçhuldür.

Dipnotlar:

[1] Ebrâr (hayr u hasenât ve takvâ sâhipleri) için hasene (sevap) olan bazı hâl ve ameller, onlardan daha üst mertebede bulunan mukarrebler (Allâh’a çok yakın kullar) için seyyie (günah) addedilir.

[2] Bkz. Buhârî, Büyû’ 15; Enbiyâ 37.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 3, Erkam Yayınları