Hz. Eyüp’ün (a.s.) Hayatı
Hz. Eyüp (a.s) kimdir? Hz. Eyüp’ün (a.s) hastalığı ve hastalığı için yaptığı şifa duası neydi? Allah’a teslimiyet ve sabrın sembolü olan, nice ağır imtihanlara karşı şeytanın oyununa gelmeden şükreden Hz. Eyüp’ün (a.s.) hayatı...
Hazret-i Eyüp, Yakup Aleyhisselâm’ın kardeşi Iys’ın neslindendir. Şam civârında yaşamıştır. Kendisine az sayıda kişi îmân etmiştir.
Dedesi Hazret-i İshâk’ın duâsı bereketiyle Allâh Teâlâ kendisine çok mal, mülk ve evlâd verdi. Hizmetçileri, tarlaları ve hayvanları çok boldu. Fakir, yetim ve dullara çok yardım eder, sofrasında fakir bulundurmadıkça yemek yemez, Allâh’ın kendisine verdiği nimetleri misâfirlere ikrâm etmeyi ziyâdesiyle severdi.
HZ. EYÜP’ÜN (A.S.) SABRI İLE İLGİLİ AYET
Ömrünün başlangıcında zengin, ortasında fakir ve garîbdir; sonunda ise şükrü ve darb-ı mesel hâline gelen sabrının netîcesinde tekrar ihsân-ı ilâhîye gark olmuştur. Cenâb-ı Hak, onun sabırdaki tahammülünü şu şekilde senâ eder:
“...Gerçekten Biz Eyyûb’u sabırlı (rızâ hâlinde bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi kuldu! Dâimâ Allâh’a yönelirdi.” (Sâd, 44)
Eyyûb -aleyhisselâm- Şam civârında yaşayan insanlara peygamber olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de ilâhî vahye mazhar bir peygamber olduğu şöyle bildirilir:
“(Habîbim!) Biz Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrâhîm’e, İsmâîl’e, İshâk’a, Ya’kûb’a, esbâta (torunlara), Îsâ’ya, Eyyûb’a, Yûnus’a, Hârûn’a ve Süleymân’a vahyettik…” (en-Nisâ, 163)
“...Daha önce de Nûh’u ve O’nun soyundan Dâvûd’u, Süleymân’ı, Eyyûb’u, Yûsuf’u, Mûsâ’yı ve Hârûn’u doğru yola (peygamberliğe) iletmiştik. Biz ihsân sâhiplerini işte böyle mükâfâtlandırırız.” (el-En’âm, 84)
HZ. EYÜP (A.S) VE ŞEYTANIN KONUŞMASI
Eyüp -aleyhisselâm-’ın mal-mülk zenginliği, evlâdları ve nâil olduğu bütün nîmetler imtihân-ı ilâhî olarak birer birer elinden alındı. Ardından ağır bir hastalığa dûçâr oldu. Ancak Hakk’a tevekkül ve teslîmiyeti ile, bedenine, malına ve evlâdına gelen musîbetlere karşı büyük bir sabır göstererek ilâhî takdîre râzı oldu.
O’nun dillere destân olan sabır ve teslîmiyeti, bir ibret numûnesi olarak insanlık târihine geçti.
Eyüp -aleyhisselâm-’ın imtihânı peygamberlik devresine âittir. Başına gelen her türlü musîbet imtihânına, mel’ûn şeytan sebep kılınmıştır. O’ndaki fazîleti hazmedemeyen iblîs, insan kılığına girerek halk arasında:
“–Bu kadar nîmet ve bolluk içinde kulluk yapmak kolaydır. Eyüp’ü bir de darlık ve belâ ânında iken görmeli!..” diyor ve devamlı olarak O’nun îtibârını zedelemek istiyordu.
Bunun üzerine Allâh Teâlâ da, Eyüp -aleyhisselâm-’ın kendisine olan tevekkül ve teslîmiyetini izhâr etmek için bu sevgili peygamberine çeşitli musîbetler verdi.
Cenâb-ı Hak, Eyüp -aleyhisselâm-’ı imtihân etmeyi murâd edince, ilk olarak mallarını elinden aldı. Bir sel ile koyunlarını, bir rüzgar ile de ekinlerini mahvetti. Şeytan, çoban kılığına girerek hemen Hazret-i Eyüp’a koştu. Eline geçen fırsatı değerlendirecekti. Ağlaya ağlaya olup biteni O’na haber verdi:
“–Ey Eyüp! Büyük bir felâket oldu. Allâh Teâlâ senin bütün mal ve mülkünü telef etti.” dedi.
Hazret-i Eyüp, bu haber karşısında telâşlanmadan, büyük bir tevekkül ve sükûnet içinde Rabbine hamd etti ve insan kılığına girmiş bulunan şeytana:
“–Mal ve mülkü bana Rabbim vermişti. Şimdi de aldı. Yegâne sâhip O’dur! Dilerse verir, dilerse alır!..” dedi.
Bu söz ve tavırlar, şeytanı perişan etmeye yetmişti.
Daha sonra ise Eyüp -aleyhisselâm-’ın ders okumakta olan çocukları bir zelzele ile vefât etti. Şeytan bu sefer de feryâd ü figân ederek Hazret-i Eyüp’ün yanına geldi. O’nu isyân ettirmek için gözlerinden seller gibi yaşlar döküp:
“–Ey Eyyûb! Allâh Teâlâ evini bir zelzele ile yıktı. Bütün çocuklarını elinden aldı. Onların canhıraş feryadları dayanılacak gibi değildi. Sen hâlâ duruyor musun?” dedi ve hâdiseyi o kadar acıklı bir şekilde nakletti ki, Hazret-i Eyüp’ün tevekkül ve teslîmiyet ile yoğrulmuş kalbindeki merhamet hissiyâtı taşarak mübârek gözlerinden yaş geldi. Ancak bu imtihân karşısında da büyük bir sabır göstererek ilâhî tecellîye rızâ gösterdi.
Maksadına yine nâil olamayan şeytan öfkeden kudurdu. Yine birşeyler demek üzere idi ki Hazret-i Eyüp:
“–Ey mel’ûn! Sen iblîs’sin ve beni Rabbime karşı isyâna teşvîk etmek istiyorsun! Bilesin ki evlâdlarım birer emânetti. Sâhibi geri aldı! Veren O, alan O; niçin incineyim? Ben, her ahvâlde Rabbime hamd eden bir kulum!” dedi.
Sâlih kulların Hakk’a teslîmiyetini, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri bir beytinde ne güzel dile getirir:
Alan Sen’sin veren Sen’sin kılan Sen;
Ne verdinse odur; dahî nemiz var!..
İSMİ BİLİNMEYEN BİR HASTALIK İLE HZ. EYÜP’ÜN (A.S.) İMTİHANI
Allâh Teâlâ, Eyüp -aleyhisselâm-’a son olarak Kur’ân-ı Kerîm’de ismi belirtilmeyen bir hastalık[1] verdi. Hastalığı o derece arttı ki, hiç kimse yanına uğramaz oldu. Yalnız, şefkat timsâli hanımı Rahîme Hâtun, eşsiz bir sadâkat ve vefâ örneği sergileyerek O’nun hizmetine devâm etti. El işi yaparak maîşet te’mînine çalıştı. Her türlü hizmeti severek îfâ etti.
Eyüp -aleyhisselâm-, bu hastalığında da hâlinden şikâyetçi olmadı. Rabbine sığınarak sabretti, hamd ü senâsına devâm etti. Nebevî bir edeb göstererek hastalık ve yorgunluğunu şeytana izâfe etti. Bu hâl, âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:
“(Rasûlüm!) Kulumuz Eyyûb’u da an! O, Rabbine: «Doğrusu şeytan, bana bir yorgunluk ve eziyet verdi.» diye seslenmişti.” (Sâd, 41)
Çünkü şeytan, Eyüp -aleyhisselâm-’ın güzel hâline hased edip kendisine musallat olmak iştemişti. Fakat Eyüp -aleyhisselâm- her şeyin Allâh’tan olduğunun idrâki, tevekkülü ve teslîmiyeti içindeydi.
Eyüp -aleyhisselâm-’ı şükür, hamd ve rızâ hâlinden uzaklaştırma husûsunda bütün çabaları boşa giden şeytan, bu defa şehir halkına vesvese vermeye başladı:
“–Aman Rahîme ile görüşüp kendisine yardımcı olmayın! Yoksa Eyüp’ün hastalığı size de geçer! Derhal onu şehrinizden kovun!” dedi.
Şehir halkı da bu fesâda meylederek Rahîme’ye:
“–Eyüp’le beraber burayı terk edin! Yoksa sizi taşlayarak öldürürüz!” diye tehdîd ettiler.
Rahîme Hâtun, çâresiz kalarak Hazret-i Eyüp’ü sırtına aldı ve oradan ayrıldı. Şehir dışında bir yer edindi. Eyüp -aleyhisselâm-’ın altına kumlar yayıp başına taştan yastık koydu. Sonra da küçük bir kulübe yaptı ve hizmetine sadâkatle devâm etti.
Allâh’ın sabırlı peygamberi Hazret-i Eyyûb bu durumda bile, oradan gelip geçenlere “emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker”de bulunuyordu.
Zevcesi Rahîme Hâtun, geçimlerini temin için şehirdeki hanımlara iplik bükmekteydi. Bir ara efendisine:
“–Sen bir peygambersin! Allâh Teâlâ’dan sıhhat ve âfiyet istesen de bu dertleri Sen’den alsa!” deyince Eyüp -aleyhisselâm-:
“–Sıhhat ve âfiyetle geçen günlerimiz ne kadardı?” diye sordu.
Rahîme Hâtun:
“–Seksen yıl idi.” dedi.
Bunun üzerine Hazret-i Eyüp:
“–Ey Rahîme! Şiddet ve belâ zamânı sıhhat ve safâ süresi kadar olmadan Cenâb-ı Mevlâ’ya şikâyet etmekten hayâ ederim. Allâh Teâlâ, bizlere nîmetler verirken (râzı oluyoruz da), O’ndan gelen belâlara niçin sabretmeyelim?!” dedi.
Hazret-i Eyüp’ün bu tahammül ötesi sabrı, âyet-i kerîmede medhedildiği gibi, hadîs-i şerîfte de senâ buyrulmuştur:
“Hazret-i Eyüp, insanların en halîmi, en sabırlısı ve en çok gazabını (öfkesini) yeneni idi.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, III, 201)
O’nun Hakk’a karşı rızâsı tam ve kusursuzdu. Sanki şu şiir, O’nun yüksek sabır ve teslîmiyet hâlini yansıtmaktadır:
Hoştur bana Sen’den gelen,
Ya gonca gül, yâhut diken,
Ya hil’at ü yâhut kefen,
Nârın da hoş, nûrun da hoş!..
YOLUNA ÇIKAN İBLİSE DİKKAT ET!
Eyüp -aleyhisselâm-’a vesvese veremeyen şeytan, bu sefer hanımı Rahîme Hâtun’a musallat oldu. İkide bir onun önüne çıkıyor ve aklını çelmeye çalışıyordu. Rahîme Hâtun da, bunları Hazret-i Eyüp’e naklediyordu. Eyüp -aleyhisselâm- ise hanımına:
“−Ey hanım! O senin yoluna çıkan iblîs’tir. Dikkatli ol; seni vesvese ile benden ayırmak istiyor!..” diyerek îkâzda bulunuyordu.
Rahîme Hâtun, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın torunlarından idi. Kendisinde ceddi Yûsuf’un güzelliğinden bir akis vardı. Civârında ondan daha güzeli yoktu. Bunun için şeytan, birgün onun karşısına yakışıklı bir kişi sûretinde çıktı:
“−Senden daha güzel birini görmedim.. Ben şu yakın köydenim. Servetimin de hadd ü hesâbı yoktur...” dedi.
Rahîme Hâtun Rabbine sığınarak:
“−Ben hasta olan Eyüp Peygamber’in hanımıyım. O’na hizmet etmekteyim. Ve ben, o şerefli peygamberden başkasına aslâ meyletmem...” dedi ve yürüyüp gitti.
Rahîme Hâtun, Hazret-i Eyüp’ün yanına döndüğünde, olup biteni anlattı. Hazret-i Eyüp bu sözlerden sıkıldı. Hiddetle:
“–Ey Rahîme! Ben sana ondan sakınmanı söylemiştim. Eğer sıhhate kavuşursam, sana yüz sopa vuracağım!” diye yemîn etti.
HZ. EYÜP’ÜN (A.S.) ŞİFA DUASI
Eyüp -aleyhisselâm-’ın hastalığı gün geçtikçe şiddetlendi. Bu durum O’nun peygamberlik vazîfesini yapmasına mânî olmaya başladı. O da yüce dergâha ellerini açtı ve:
“…Bana gerçekten hastalık isâbet etti. Sen merhametlilerin en merhametlisisin!” (el-Enbiyâ, 83) diyerek, ilâhî merhametin kendisi üzerine tecellî edip şifâ bulması için kalben Cenâb-ı Hakk’a yöneldi.
Eyüp -aleyhisselâm-’ın bu şekilde duâ etmesinin sebebi husûsunda tefsîrlerde değişik rivâyetler bulunmaktadır:
İmâm Câfer es-Sâdık buyurdu ki: “Musîbet müddeti uzayınca şeytan: «Ey Eyüp! Hastalıktan kurtulmak istersen, bana secde et!» dedi. Hazret-i Eyüp’ün kalbi gâyet mahzûn oldu ve: «Hastalıktan değil, düşmanın harîs olmasından rahatsızım.» deyip Rabbine: «Bana bu hastalık isâbet etti.» dedi.”
Diğer bir rivâyet: Kendisine îmân etmiş bulunan birkaç kişi: «Eğer bunda hayır olsaydı, bu belâya dûçâr olmazdı!» demişti. Nâdânların bu sözleri de, Hazret-i Eyüp’ü son derece rencide etmişti.
Diğer bir rivâyet: Rahîme Hâtun çâresizlik içinde kalarak yiyecek almak için elbisesini satmıştı. Eyüp -aleyhisselâm- bunu öğrenince büyük bir üzüntüyle Rabbine ilticâ etti.
Diğer bir rivâyet: Cebrâîl -aleyhisselâm-, Hazret-i Eyüp’e gelerek: «Hak Teâlâ’nın hazînesinde musîbet imtihânı çoktur. Onlara tâkat getiremezsin. Sen Allâh’tan âfiyet talebinde bulun!» demiş ve şifâyâb olması için Cenâb-ı Hakk’a duâ etmesini söylemişti.
Rivâyete göre, bir kimse Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mescidine girdi ve Eyüp -aleyhisselâm- ile alâkalı bazı suâller sordu. Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ağladılar ve şöyle buyurdular:
“Allâh Teâlâ’ya yemîn ederim ki, Eyüp belâdan inlemedi, sızlanmadı. Lâkin yedi sene, yedi ay, yedi gün, yedi gece o belâda kaldı. Ayakta namaz kılmak istedi; duramadı, düştü. Hak yolundaki hizmetinde kusur görünce: «Bana gerçekten hastalık isâbet etti» dedi.”[2]
Hazret-i Eyüp’ün ifâdeleri görünüşte sızlanma gibi ise de, gerçekte bir duâ idi. Çünkü sızlanma, insanlara yapılan şikâyete denir. Allâh Teâlâ’ya yöneliş, bir sızlanma değildir. Nitekim Yakup -aleyhisselâm- da, oğlu Yûsuf -aleyhisselâm-’ın ayrılık ıztırâbı ve hasreti ile büyük bir elem içindeydi ve âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi:
“Dedi ki: Ben bütün kederimi ve hüznümü ancak Allâh’a arz ediyorum. Ve ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri de Allâh tarafından (vahiy ile) biliyorum.” (Yûsuf, 86)
HZ. EYÜP’ÜN (A.S.) DUALARI
HASTALIKTAN KURTULUŞ
Rahîme Hâtun, yiyecek aramaya çıkmıştı. Bu arada Cebrâîl -aleyhisselâm- gelerek Cenâb-ı Hak’tan:
“–Ey Eyüp! Belâ verdim, sabrettin.. Şimdi de tekrar sıhhat ve nîmet vereceğim!” haberi ile şu emri getirdi:
“Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su!” (Sâd, 42)
Eyüp -aleyhisselâm-, ilâhî emir mûcibince ayağını yere vurdu. Hemen bir pınar fışkırdı. O da bu su ile yıkandı ve böylece mûcize olarak iç ve dış hastalıklarının hepsinden kurtuldu.
Bir başka rivâyete göre, Eyyûb -aleyhisselâm- ayağını yere vurduğunda biri sıcak, diğeri soğuk iki kaynak çıkmış, O da, sıcak olan suyla yıkanmış, soğuk olandan da içmiştir.
Âyet-i kerîmede “Ayağını yere vur!” diye emredilerek, mûcizede bile kulun gayret, emek ve teşebbüsünün bulunmasının taleb edilmesi dikkat çekicidir. Demek ki kulun, sebeplere sarılmakta kusur etmemesi, oturup sâdece duâ ile yetinmemesi gerekir. Ayrıca duânın îcâb ve şartlarını da yerine getirmek lâzımdır. Bu emir, Meryem kıssasındaki “Hurmanın dalını kendine doğru silkele!..” (Meryem, 25) emrine benzer. Ayrıca:
“…O’na ancak güzel sözler yükselir. Onu da (Allâh’a) sâlih amel yükseltir!..” (Fâtır, 10) ifâdesini hatırlatır.
Nitekim Eyüp -aleyhisselâm-’ın büyük bir edeb ve tâzîm içinde Cenâb-ı Hakk’a yönelişi netîcesinde duâsı kabûl olmuş ve kendisine şifâ, rahmet ve lutuf kapıları açılmıştı. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Bunun üzerine Biz, tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için bir hâtırâ olmak üzere O’nun duâsını kabûl ettik. Kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik ve O’na âile efrâdını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik.” (el-Enbiyâ, 84)
Hazret-i Cebrâîl, sıhhati iâde edilen Eyyûb -aleyhisselâm-’ın başına Allâh’ın emri ile bir tâc koydu. Güzel elbiseler giydirdi. Lutuf bulutu geldi ve üstüne altın parçacıkları serpildi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
“Eyüp, mûcizeli suda yıkandığı sırada, önüne bir sürü altın çekirge düşmüştü. Eyyûb, bunları hemen toplayıp elbisesine doldurmaya başladı. Bunun üzerine Allâh Teâlâ:
«–Ey Eyüp! Görüyorsun, Ben malını sana iâde etmek sûretiyle seni zengin kılmadım mı?» buyurdu. Hazret-i Eyyûb:
«–Evet yâ Rabbî! Beni o sûretle zengin kıldın. Fakat Sen’in hayır ve bereket hazînelerinden müstağnî kalamam. Bu sebeple ind-i ilâhîden her ne buyrulursa kabûlümdür. Çünkü veren Sen’sin, Sen’in verdiğin şeyi nasıl reddederim?!» dedi.” (Buhârî, Gusl, 20; Enbiyâ, 20; Nesâî, Gusl, 7)
Bu sırada Rahîme Hâtun şehirden döndü. Hazret-i Eyyûb’u tanıyamadı. O’nun kaybolduğunu zannederek sahrâya koştu. Feryâd edip ağladı. Eyyûb -aleyhisselâm- seslendi:
“–Ey hanım! Kimi arıyorsun?”
“–Bir hastam vardı, hayat arkadaşım idi. Bu kadar sıkıntı çekmiş iken, şimdi o hazîneyi yitirdim...”
“–O nasıl bir kimse idi.”
“–O sabırlı Eyüp’tü. Sağlıklı iken sana benzerdi.”
“–Ey Rahîme! İşte o benim. Allâh Teâlâ, bana sıhhat verdi.”
Her ikisi de sevinçle ağlaşarak Cenâb-ı Hakk’a şükürde bulundular.
Eyüp -aleyhisselâm-, artık eski gençlik ve dinçliğine kavuşmuştu. Buna ilâveten Allâh Teâlâ, O’na evvelkinden daha fazla mal ve evlâd ihsân etti:
“Biz’den bir rahmet ve akl-ı selîm sâhipleri için de bir ibret olmak üzere, O’na hem âilesini, hem de onlarla beraber bir mislini bağışladık.” (Sâd, 43)
Nihâyet Eyüp -aleyhisselâm- ve âilesi, darmadağın bir hâlde iken tekrar bir araya toplandı. Eskisinden daha büyük lutuflara nâil kılındı.
Hazret-i Eyüp -aleyhisselâm-, hastalıktan âfiyete kavuşmuş olarak geçirdiği ilk gecenin sabahında derinden bir «ââh!» çekti. Sebebini sordular. Dedi ki:
“–Her gece seher vaktinde: «Ey bizim hastamız, nasılsın?» diye bir ses duyardım. Şimdi yine o vakit geldi, fakat: «Ey bizim sıhhatli kulumuz, nasılsın?» sesini duymadım. Bunun için ağlıyorum.”
RAHİME HATUN’UN HİZMETİNİN MÜKAFATI
Rivâyete göre Eyüp -aleyhisselâm-, hanımının bir hatâsından dolayı sıhhate kavuştuğunda ona yüz değnek vurmaya yemîn etmişti. Ancak zevcesinin O’na karşı hizmet ve fedâkârlığı büyüktü. Bu sebeple Allâh Teâlâ, yüz tâne ekin sapından oluşan bir demetle bir kere vurulmasını kâfî görerek onlara merhamet buyurdu ve şöyle emretti:
“Eline bir demet sap al da onunla vur; yemînini böyle yerine getir. Gerçekten biz Eyyûb’u sabırlı (bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi bir kuldu! Dâimâ Allâh’a yönelirdi.” (Sâd, 44)
Âyet-i kerîmedeki ruhsat, şer’î cezâ ve yeminlerde “Eyyûb ruhsatı” adıyla bâkî kalmıştır. Âyette bu demetin, ne demeti olduğu açıkça belirtilmediği için daha başka mânâlara da hamledilmiştir. Yâni bu emir, yalnız o ruhsatı göstermekle kalmamış, aynı zamanda eli altında bir cemâat kurulması gerektiğine de işâret etmiştir.
ALLAH’A TESLİMİYET İLE İLGİLİ AYETLER
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Erkek ve kadın bütün mü’minler, birbirlerinin dostları ve velîleridirler. Ma’rûfu emrederler, münkerden nehyederler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederler. İşte bunlara Allâh rahmetiyle muâmele edecektir. Şüphesiz Allâh Azîz’dir, Hakîm’dir.” (et-Tevbe, 71)
“Allâh, mü’min erkek ve kadınlara, zemîninden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinde hoş meskenler va’detti. Allâh’ın rızâsı ise hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.” (et-Tevbe, 72)
Bütün bu sayılan nîmetler en ileri derecedeki îman ve hizmet ehline va’dolunmuştur. Allâh’ın rızâsından olan küçücük bir şey bile, sayılan bu cennet nîmetlerinin hepsinden daha büyüktür. Çünkü her hayrın, her mutluluğun, her şerefin ve her yüceliğin mesnedi odur.
Allâh Teâlâ kendi rızâsını arayarak infakta bulunan sâlih kullarını da şöyle medheder:
“Allâh’ın rızâsını aramak ve kalblerinde olan îmânı kökleştirip takviye etmek için karşılığının verileceğine kat’î bir şekilde inanarak mallarını hayra sarf edenlerin hâli, tepenin üzerinde bulunan güzel bir bahçenin hâline benzer ki ona bolca yağmur isâbet etmiş de ürünlerini iki kat vermiştir. Böyle bir bahçeye yağmur yağmasa bile az bir çisinti dahî kâfî gelir. Allâh yapmakta olduklarınızı hakkıyla görendir.” (el-Bakara, 265)
“O mü’minler ki, Rablerinin rızâsını arzu ederek sabrederler, namazı hakkıyla kılarlar, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden gizlice ve açıkça (Allâh yolunda ) sarf ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlara dünyâ yurdunun güzel âkıbeti vardır.” (er-Ra’d, 22)
Hak yolunda insanın varabileceği en yüce makam, Allâh Teâlâ’nın kulundan râzı olmasıdır ki, bu da kulun Allâh’tan râzılığı ve O’na teslîmiyetinin bir mükâfâtıdır.
Ömer bin Abdülazîz, kendisine:
“−Neyi seversin?” diye soranlara:
“−Benim sevincim, yalnız mukadderâttadır. Ben Allâh Teâlâ’nın hükmünü severim...” derdi.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“(Kıyâmet günü) Allâh Teâlâ şöyle buyurur: Bu, sâdıklara sadâkatlerinin fayda verdiği gündür. Onlar için zemininden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır. Allâh onlardan râzı olmuş, onlar da Allâh’tan râzı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş budur.” (el-Mâide, 119)
Rivâyete göre Allâh Teâlâ cennet ehline:
“–Râzı oldunuz mu? Hoşnut musunuz?” buyuracak, onlar da:
“–Ey Rabbimiz, nasıl hoşnut olmayız ki! Bize başka kullarından hiç birine vermediğin nîmeti verdin.” diyecekler. Bunun üzerine Allâh Teâlâ buyuracak ki:
“–Size bundan da büyüğünü vereceğim.”
“–Bundan daha üstün ne olabilir ya Rabbî?” diyecekler. İşte o zaman Allâh Teâlâ:
“–Sizden râzı olacağım ve artık size ebediyyen gazap etmeyeceğim.” buyuracak. (Buhârî, Rikâk, 51; Müslim, Cennet, 9)
ALLAH’IN RIZASINA NAİL OLABİLMEK
İlâhî ünsiyetin yolu muhabbettir. Sevilenleri takliddir. Sevenler, sevdiklerinden geleni hoş karşılamak mecbûriyetindedirler. Sevenler, sevdiklerini dillerinden ve gönüllerinden düşürmezler. Îman hayâtının zevk u safâsını yaşamak isteyen gönüller de, Allâh’ın zikrini kalblerinde devâm ettirirler. Ayaktayken, otururken, yatarken her hâlükârda zikredip semâvât ve arzın yaratılmasındaki ince ve nâzenîn hikmetlere dalarlar da:
“…Yâ Rabbî! Bunları boşuna ve abes yaratmadın! Sen’i tesbîh ederiz! Bizleri cehennem azâbından koru!” (Âl-i İmrân, 191) derler.
Allâh Teâlâ da, kendisinden bu şekilde râzı olan her kuluna:
“Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön! (Seçkin ve sâlih) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 28-30) buyurur.
Onları ebedî nîmetleriyle taltîf eder ve cemâliyle müşerref kılar.
Dipnotlar:
[1] Kur’ân-ı Kerîm’de hastalığın ismi belirtilmemiştir. Çünkü burada esas anlatılmak istenen hastalık değil, Eyyüb -aleyhisselâm-’ın sabrı ve her hâlükârda Allâh’tan râzı olmasıdır.
[2] Bkz. Kurtubî, Tefsîr, XI, 323, 327.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi-3, Erkam Yayınları