Hz. Mevlâna’yı Mevlâna Yapan Mânevî Dinamikler

İbadet Hayatımız

Hayatını “Hamdım, piştim, yandım” kelimeleriyle hulâsa eden Hz. Mevlâna için ölüm, Sevgili’ye vuslattı. Bu yüzden öldüğü gün, asırlardır “düğün gecesi” mânâsına gelen “Şeb-i Arûs” adıyla anılıyor. Hz. Mevlânâ’yı bu hâle getiren mânevî dinamikler nelerdir? Onun, hem kendini inşâ eden hem de başta Mesnevî olmak üzere eserleri ile diğer insanları kemâlât yolculuğuna çıkaran mânevî eğitiminin ana esasları nelerdir?

İnsanlar vardır; daha yaşarken mâzi olmuşlardır. İnsanlar vardır; asırlar önce yaşamış olmalarına rağmen, gönüllere hayat bahşeden rûhâniyetleri ve eserleriyle bugün bile dipdiridirler. Üzerlerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, onlar aslâ mâzi olmazlar.

Onlar, bütün fânî varlıklarını Bâkī olan Rab’lerine râm ederek, ebedî hayat sırrına ermiş olan  “Hak dostları”dır.

Hazret-i Mevlânâ, Yunus Emre, Emir Sultan, Abdülkâdir Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, Hüdâyî ve emsâli Hak dostlarının kabirleri, mü’minlerin sînelerindedir.

Onlar, fânî bedenleri asırlardır toprak altında olmasına rağmen, feyz, rûhâniyet ve gönül eserleriyle günümüze kadar geldikleri gibi, bundan sonra da irşâd hizmetleri ile diri kalmaya devam edeceklerdir.

Hepimiz, bu cihan mektebinin talebeleriyiz. Tahsilimiz, ecel ile sona erecek, amellerimizle toprağa gömüleceğiz.

Bizler bu dünyaya, Cenâb-ı Hakkʼın bizden istediği kalb-i selîmʼi tahsil etmeye geldik.

Cenâb-ı Hak bizi kalbî hayata yönlendiriyor. Âhirete ancak kalb-i selîm ile gelenlerin kurtulacağını bildiriyor. Bunun için bir kalbî eğitim şart.

 Hak dostlarından Mahmud Sâ­mi Ramazanoğlu Haz­ret­le­ri’nin gençlik yıllarında mânevî tahsile yönelmesine vesîle olan bir hâdise vardır:

Sâmi Efendi Hazretleri, Dâ­ru’l-Fü­nûn’un Hu­kuk Fa­kül­te­si’ni pek yüksek bir dereceyle bitirmiş, artık memleketi Adana’ya dönmeyi düşünürken, bir gün Beyazıt Meydanı’nda bir Allah dostuyla karşılaşır. Bu zât, kısa bir tanışma faslının ardından:

“‒Sizi yeni bir tahsile başlatmama müsâade eder misiniz?” der ve onu Kelâmî Dergâhı’na götürür. Yolda hasbihâl ederken o Allah dostu, Sâmi Efendi’ye der ki:

“‒Evlâdım! Senin bu zâhirî tahsilin kâfî değil! Sana, kişiyi iki cihan saâdetine kavuşturacak esas tahsili tavsiye edeyim:

Bu yeni başlayacağınız irfan mektebinin ilk dersi, kimseyi İNCİTMEMEK’tir; son dersi de kimseden İNCİNMEMEKtir...”

Yani Sâmi Efendi Hazretleriʼne, nefsi tezkiye ederek Hakkʼın râzı olacağı bir gönül kıvâmını, yani kalb-i selîmi tahsil etmenin yolu gösterilir. Bütün Hak dostlarını zirveleştiren de bu tür mânevî tahsillerdir.

 Mevlânâ Hazretleri de Selçuklu Medresesi’nin dersiâmıydı. Yani en salâhiyetli âlimiydi.

Şems-i Tebrizî ise, kalbi aşk-ı ilâhî ile dolu garip bir dervişti. Yazdığı herhangi bir eseri yoktu. Mevlânâ kadar zâhirî ilme de sahip değildi.

Peki Şems ne verdi Mevlânâ’ya?

Şems, Mevlânâʼnın iç dünyasındaki nefsânî prangaları kırdı. Rûhuna ayak bağı olan o prangaları kırmasıyla, yani nefsânî arzuların ömrünü yitirip dünyevî câzibelerin ehemmiyetini kaybetmesiyle, Mevlânâʼnın gönlünde muazzam ufuklar açıldı.

Mevlânâ Hazretleri, Şemsʼten önceki, onunla beraberliğindeki ve ondan sonraki hâllerini, “hamdım, piştim ve yandım” diyerek hulâsa etti.

Hamdım devresi: Zâhiren ilmin zirvesinde olsa da, kuru bilgilerin zihne depolandığı, zihnin âdeta bir arşiv olduğu devir.

Piştim: Bu arşivdeki bilgilerin kalben hazmedilmeye başlandığı devir.

Yandım: Aklın idrâk edemediği ilâhî sır, hikmet ve hakikatlerin kalben keşfedilmeye başladığı safha…

Şemsʼten önce Mevlânâʼnın rûhunda gizli âdeta bir petrol deryası vardı. Bunu keşfedense Şems-i Tebrizî oldu. Hak âşığı Şems, o deryaya bir kıvılcım çaktı, çıkan aşk-ı ilâhî yangınında kendi de hayretler içinde kaldı.

Ancak bu gönül yangınıyla gerçekleşen mânevî inkişaftan sonra Dîvân-ı Kebîr, Mesnevî-i Şerîf, Fîhi Mâ Fîh gibi şâheserler vücûda geldi.

Şems’ten sonra Celâleddîn gerçek şahsiyetini bularak “Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri” oldu.

Mevlânâ Hazretleri’nin vâkıf olduğu ilâhî sır ve hikmetler, elbette sırf kelâma aksettirdiklerinden ibâret değildir. Kim bilir, o büyük Hak âşığının gönül âleminin derinliklerinde, nazarlardan gizli kalmış daha nice kıymetli mânâ incileri mevcuttur.

Nitekim Hazret-i Mevlânâ şöyle der:

“Dünyadaki cansız zannedilen varlıkların sanki akıllı insanlar gibi, peygamberlere yardım ettiklerini uzun uzadıya anlatsam, Mesnevî o kadar büyür ve o derece hacim peydâ ederdi ki, kırk deve onu taşımaktan âciz kalırdı.”

Mevlânâ âşığı bir mütefekkir olan Nurettin Topçu, ondaki derûnî hâllerin idrâkinde insanların ekserîsinin acziyet içinde olduğunu ifâde sadedinde şöyle der:

“Biz, Mevlânâʼnın vecdinin feryatlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, tâ suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz. Biz Hazret-i Mevlânâ’nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryatlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibâret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât! Onu Mevlânâ zannediyoruz.”[1]

 Yunus Emre Hazretleri de hâkezâ… O da önceleri Anadolu’nun ismi bilinmez sayısız dervişinden biriydi. Herhangi bir eseri de yoktu. Tapduk Emre ile buluşmasından sonra, başı eşikte bekletilip birtakım merhalelerden geçirildi. Neticede onun da nefsânî prangaları kırıldı. Böylece o da sır, hikmet, feyz ve rûhâniyet dolu bir âlemin seyyâhı oldu.

İşte o mânevî tahsili aldıktan sonra, Yunusʼun gönül gözü açıldı; hayat, kâinât ve hâdisâtın hâl lisânına âşinâ olmaya başladı. Sarı çiçeğin, dertli dolabın, kara toprağın, mezar taşlarının tercümanı olduğu ârifâne şiirleri, muazzam bir Dîvân teşkil etti. Nihâyet o da sıradan bir derviş iken, gönlünden hikmetler fışkıran bir ilâhî aşk bülbülü oldu.

 Aynı şekilde Bursa Kadısı Mahmûdʼu “Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri” yapan sır da budur.

O da belki sıradan bir kadı olarak tarihteki yerini alacaktı. Fakat Üftade Hazretleri’nin mânevî terbiyesine girdiğinde, Bursa sokaklarında sırmalı kaftanıyla ciğer sattırıldı. Nefsinin gurur, kibir ve enâniyetini bertaraf ederek öyle bir inkişâf etti ki Cihan Padişahlarına rehberlik eden bir gönül sultanı oldu.

İşte bu insanları gönül sultanı yapan sır; mânevî tahsildir, kalbî eğitimdir. Seyr u sülûk dediğimiz tezkiye, tasfiye, velhâsıl kalbî tekâmül yolculuğudur.

Bu yolculukla tekâmül eden gönüller, müstesnâ bir ufka ulaşırlar. Meselâ Mevlânâ Hazretleri, hamdım dediği devrede de merhametin ne demek olduğunu gayet iyi biliyordu. Fakat Şems-i Tebrizîʼden sonraki piştim ve yandım devresinde, bambaşka bir merhamet ufkuna ulaştı.

Nitekim Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:

“Şems -kuddise sirruh- bana bir şey öğretti:

«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin!»

Biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”

 Bir gün Mevlânâ dergâhına semâ esnâsında bir sarhoş çıkagelir. O da kendince bu zikre iştirâk eder. Fakat hem semâ usûlünü bilmediğinden hem de aklı yerinde olmadığından, rastgele döner. Hattâ bir iki sefer Hazret-i Mevlânâ’ya çarpar. Bunun üzerine birkaç tez canlı derviş dayanamaz ve:

“–Bu sarhoşun bu mübârek mecliste ne işi var? Atalım şunu dışarı!..” diyerek sarhoşu zorla dışarı çıkarmak isterler.

Hazret-i Mevlânâ derhâl müdâhale eder ve şöyle der:

“–Dokunmayın garibe! Görüyorum ki, şarabı o içmiş, fakat siz sarhoş olmuşsunuz!..”

Çünkü Hazret-i Mevlânâ’nın nazarında o sarhoş, hakîkati aramak için dergâha sığınan kalbi yaralı, kanadı kırık bir kuş gibiydi. Hazret-i Pîr de, yarasını incitmeden onu gönül sarayında tedavi edebilmek derdindeydi.

 Mevlânâ Hazretleri’nin gönlündeki şefkat ve merhamet ufkunu gösteren şu duâsı da çok mânidardır:

“Rabbim! Eğer Sen’in merhametini yalnız sâlih kullarının ümid etmesi gerekiyorsa, mücrimler kime gidip sığınsınlar?

Ey Yüce Allâh’ım! Eğer Sen, yalnız has kullarını kabul ediyorsan, mücrimler kime gidip yalvarsınlar?.. (Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..)”

İşte Mevlânâʼnın gönül âlemi, Şemsʼten sonra böylesine engin bir rahmet deryâsı hâline geldi.

Bu gönül ufkunun şâheser tezâhürlerini, nebevî terbiye ile yetişmiş olan ashâb-ı kirâmda da görüyoruz:

 Sahâbeden Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anhumâ- bir seyahat esnasında, bir hurma bahçesine uğradı. Bahçenin hizmetçisi, siyahî bir köle idi. Köleye üç adet ekmek getirmişlerdi. Bu sırada bir köpek geldi. Köle, ekmeklerden birini ona attı. Köpek, ekmeği yedi. Öbürünü attı. Onu da yedi. Üçüncüyü de attı. Onu da yedi.

Bunun üzerine Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anhumâ- ile köle arasında şöyle bir konuşma geçti:

“‒Senin ücretin nedir?”

“‒İşte gördüğünüz üç ekmek.”

“‒Niçin hepsini köpeğe verdin?”

“‒Buralarda hiç köpek yoktu. Bu köpek uzaklardan gelmiş olmalı. Aç kalmasına gönlüm razı olmadı.”

“‒Peki bugün sen ne yiyeceksin?”

“‒Sabredeceğim, günlük hakkımı Rabbimin bu aç mahlûkuna devrettim.”

Bu güzel ahlâka hayran kalan Abdullah -radıyallâhu anh-;

“‒Sübhânallah! Bir de benim çok cömert olduğumu söylerler! Bu köle benden daha cömertmiş!” buyurdu. Ardından, o köleyi ve hurma bahçesini satın aldı ve köleyi âzâd edip bahçeyi de ona hediye etti.[2]

 Gönlü Allah sevgisi ve korkusuyla dolu, ihsan şuuruyla yaşayan bir çobanın hâli de, çok ibretlidir:

Abdullah ibn-i Ömer -radıyallâhu anhumâ-, arkadaşlarıyla birlikte Medîne civârında bir yere çıkmıştı. Onun için bir sofra kurdular. Bu sırada yanlarına bir koyun çobanı uğradı ve selâm verdi. İbn-i Ömer:

“–Gel ey çoban, sofraya buyur.” dedi. Çoban:

“–Ben oruçluyum.” cevâbını verdi. İbn-i Ömer:

“–Bu şiddetli sıcakta oruç mu tutuyorsun, bir de bu hâlde koyun güdüyorsun?” dedi. Sonra da çobanın kalbî seviyesini anlamak için:

“–Şu sürüden bize bir koyun satsan, parasını sana ödesek, etinden de iftar edeceğin kadarını sana versek olmaz mı?” teklifinde bulundu. Çoban:

“–Sürü benim değil, bu koyunlar efendimindir.” cevabını verdi. İbn-i Ömer -radıyallâhu anh- yine çobanı denemek için:

“–Kayboldu dersin, efendin nereden bilecek ki?” deyince, çoban ondan yüzünü çevirdi ve parmağını semâya kaldırarak:

“–Allah nerede?!” dedi.

İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-, çobanın bu ihsan ve murâkabe şuurundan çok duygulandı. Bu düşünceler içinde, bir müddet kendi kendine; “Çoban dedi ki: Allah nerede? Çoban dedi ki: Allah nerede?” deyip durdu.

Medîne’ye vardığında da, ilk iş olarak çobanın efendisine bir elçi gönderip sürüyü ve çobanı satın aldı. Çobanı âzâd ettikten sonra sürüyü de ona bağışladı.[3]

 Sütçü kadının kızı…

 Yermükʼte üç şehidin îsârı…

İşte mâzîleri câhiliye insanı olan bu sahâbîler, hangi eğitimi aldılar, nerede tahsil gördüler, hangi üniversitede okudular, nerede mastır-doktora yaptılar, hangi akademik kariyerler sayesinde bu ilim, irfan, ahlâka ulaştılar, fazîletler medeniyetinin temsilcisi oldular?!..

Elbette bunlar, hakîkî îman ve takvânın kalbe ilhâm ettiği hassâsiyetler...

Âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi:

“…Siz takvâ sahibi olursanız, Allah size öğretir (doğruları ilham eder)…” (el-Bakara, 282)

 Bana bazen soruyorlar:

“‒Hocam hangi dalda akademik kariyer yapalım?” diye.

“‒Önce takvâda kariyer yapın.” diyorum…

 İşte Mevlânâ’yı hamlıktan kurtarıp pişiren, olgunlaştıran, Hak dostlarının sözcüsü yapan ilim…

Bu ilim; kitaptan, defterden, medreseden alınamayan, kalpten kalbe, sadırdan sadıra verilen bir ilim...

Şemsʼin, Mevlânâ’nın zihnine değil gönlüne nakşettiği ilim...

Dipnotlar:

[1] Nurettin Topçu, Mevlânâ ve Tasavvuf, s. 139.

[2] Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, trc. A. Faruk MEYAN, İstanbul 1977, s. 467.

[3] İbn-i Esîr, Üsdüʼl-Gâbe, III, 341.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş Hocaefendi