Hz. Peygamberin Örnekliği
Allahʼın emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak nitelendirdiği Peygamber Efendimizin örnekliği.
Cenâb-ı Hak, Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi, “emsalsiz bir örnek şahsiyet” olarak, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa armağan etmiştir. Bilhassa günümüzde Efendimizʼin örnek şahsiyet ve karakteriyle birlikte, gönül dokusunu da bütün ihtişâmıyla idrâk etmeye, fazlasıyla muhtacız. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimizʼin, müslim veya gayr-i müslim, canlı veya cansız bütün mahlûkâta şâmil olan merhamet ufkunu, bugün çok daha yakından idrâk etmek mecbûriyetindeyiz.
Kâinâtın iftihar kaynağı Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin, açlıktan karnına taş bağladığı zamanlar olur, evinde günlerce ocak yanmaz, yemek bulunmazdı. Fakat eline bir dünyalık geçtiğinde -bir borcu ödemek için ayırdığı hâriç- ondan kendisine hiçbir şey saklamaz, kendisi de muhtaç olduğu hâlde, îsarda bulunarak, nesi varsa muhtaçlara infâk ederdi. Bu hâl, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz için kâ‘bına varılmaz bir lezzetti. Ashâbının ihtiyacını gidermeden, kendisinin ve âilesinin ihtiyacını düşünmezdi. Her hâlükârda, “önce ümmetim” der, ümmeti huzur bulmadan kendisi huzur bulamazdı.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN ÖRNEKLİĞİ
Şu hâdise, bu nebevî hassâsiyetin ne güzel bir misâlidir:
Sahâbeden Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- bir gün çok acıkmış, yiyecek bir şey bulamadığı için de karnına taş bağlamıştı. Bu vaziyetteyken Hazret-i Ebûbekir’e rastladı ve belki kendisini doyurur ümidiyle ona bir âyet sordu. Hazret-i Ebû Bekir ise suâli cevapladıktan sonra geçip gitti. Daha sonra Hazret-i Ömer çıkageldi. O da aynı şekilde davrandı. Zira o an ikisinin de imkânı bulunmuyordu. Derken Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ebû Hüreyre’yi gördü ve kalbinden geçeni sîmâsından anlayıp onu evine davet etti.
Efendimiz’in evine bir kap içinde biraz süt getirilmişti. Ebû Hüreyre sütü görünce sevindi. Fakat Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Hüreyre’ye, Suffe ehlini çağırmasını emretti. Suffe ehli, kendilerini bütünüyle İslâmʼı öğrenip öğretmeye adadıkları için, dünyalık kazanmakla meşgul olamayan fakir sahâbîlerdi.
Allah Rasûlü’nün Suffe ehlini dâvet etmesi, Ebû Hüreyre’nin pek hoşuna gitmedi. Zira süt, Suffe ehline bile yetmezdi ki artıp kendisine de kalsın. Fakat Allah Rasûlü’nün emrine itaat etmemek olmaz düşüncesiyle, hemen gidip Suffe ehlini dâvet etti.
Peygamber Efendimiz, Ebû Hüreyre’ye, sütü teker teker bütün Suffe ehline ikrâm etmesini emir buyurdu. Kabı alan her sahâbî, kanıncaya kadar içip kabı iâde etti. Bütün Suffe ehli içtikten sonra Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- kabı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e uzattı. Efendimiz eline aldığı kabı Ebû Hüreyre’ye vererek:
“–Otur da iç!” buyurdu. O da oturup kanıncaya kadar içti. Kabı ne zaman Efendimiz’e verecek olsa, Efendimiz tekrar tekrar:
“–Otur, iç!” buyurdu.
Sonunda Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-:
“–Hayır, Sen’i hak peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, artık içecek yerim kalmadı.” dedi.
Nihâyet Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kabı aldı, Allâh’a hamd etti, besmele çekti ve kalan sütü içti.” (Bkz. Buhârî, Rikāk, 17)
İşte Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin gönül dokusundan hisse alan Peygamber âşıkları da, yeryüzünde üşüyen müʼminler bulundukça ısınamayan, komşuları açken tok yatamayan, din kardeşlerinin ıztırâbıyla muzdarip olan, mazlumu, mağduru, garibi, yetimi, kimsesizi kendisine zimmetli gören ve gönüllerini bir rahmet dergâhı hâline getirmiş olan yüksek ruhlardır.
Acaba bizim gönül dünyamız, bu kalbî rikkatten ne kadar izler taşıyor? Bu nebevî hassâsiyetler, ne kadar âşinâ geliyor vicdanlarımıza? Binbir sıkıntı içinde kıvranmasına rağmen; yüksek hayâ, iffet ve haysiyetinden ötürü kimseye ihtiyacını arz edemeyen kırık kalpli din kardeşlerimizi sîmâsından tanıyabilecek bir gönül gözüne sahip miyiz? “Önce nefsim” demek yerine, “önce din kardeşim” diyebilecek bir diğergâmlık seviyesi okunuyor mu ruh grafiğimizde?..
PEYGAMBER EFENDİMİZİN ÜMMETİNE MUHABBETİ VE DÜŞKÜNLÜĞÜ
Cenâb-ı Hak, Sevgili Rasûlʼünü bizlere şöyle takdîm ediyor:
“Andolsun, size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O; size çok düşkün, mü’minlere karşı çok raûftur (şefkatlidir), rahîmʼdir (merhametlidir).” (et-Tevbe, 128)
Yani Yüce Rabbimiz, Rasûlüʼnün ümmetine olan muhabbet ve düşkünlüğünü, kendisine âit iki büyük sıfat olan “raûf” ve “rahîm” tâbirleriyle ifâde buyuruyor. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şefkat dolu bir annenin evlâdına olan muhabbet ve düşkünlüğünden daha ziyâdesini, ümmeti için hissediyor ve bunun sayısız tezâhürlerini, mübârek hayatında defalarca sergiliyordu.
Bir sefere gidilirken ordunun en önünde yürüyüp ümmetine gelebilecek zorluk ve meşakkatleri öncelikle kendisi göğüslemek istiyor, dönüşte ise en arkadan gelerek, yaralı ve kederli müslümanlara yardım ediyor, onların sıkıntılarını paylaşarak huzur ve tesellî kaynağı oluyordu.
Yine O Rahmet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha yakınım. Bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal kendi yakınlarına âittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana âittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” buyuruyordu. (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Cafer-i Sadık (rahmetullâhi aleyh), Erkam Yayınları
YORUMLAR