Hz. Yusuf'un (as) Çilelere Sabrı

HAYATIMIZ

Yaşadığımız dünya hayatında zaman zaman zorluklar ve çilelere dûçar oluyoruz. Akıllı müslüman bunu Rabbimizin bir lûtfu ve ikramı olarak görür ve çilelerin kendisini mânen bir tekâmül vesilesi olacağı şuuruyla hareket eder. Şimdi okuyacağınız haberimizde Hz. Yusuf'un yaşadığı çileli hayat yolculuğundan, gönüllerinize ışık tutacak ve hayatınızı mîzan edecek kesitleri istifadenize sunuyoruz...

(Babaları Ya’kûb):

«–Hayır, hayır! Korkarım yine nefisleriniz size bir işi câzip gösterip (ayağınızı kaydırmıştır). Ne yapayım? Bu hâle (karşı sükûnet ve ümit içinde) güzelce sabretmekten başka yapacak şey yok. Ümid ederim ki Allâh bütün kaybettiklerimi bana lutfedecektir. Çünkü O alîmdir, hakîmdir.” (Yûsuf, 83)

Yûsuf’un kardeşleri daha önce babalarına yalan söyledikleri için, bu sefer de söyledikleri doğru söze babaları inanmak istemedi. Onlara:

“–Hayır, sizi nefisleriniz aldatıp böyle büyük bir işe sürüklemiş, yoksa bizim şerîatimizde hırsızın esîr olarak yakalanacağını azîz ne bilirdi?” dedi.

“Onlardan yüz çevirdi de: «Ah Yûsuf’um ah!» diye sızlandı ve üzüntüden gözlerine ak düştü. Kederini içine gömdü.” (Yûsuf, 84)

Yûsuf’u kaybettiği günden beri Ya’kûb -aleyhisselâm-’ın, gözüne uyku girmedi. O zaman yeryüzünde Allâh indinde Ya’kûb’dan şereflisi yoktu. Nihâyet ağlaya ağlaya Ya’kûb’un gözlerine ak indi. Bunun bir hikmetinin de, diğer oğullarını görüp hüzün ve kederinin daha fazla ziyâdeleşmemesi için olduğu söylenir.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:

“Allâh Teâlâ Hazretleri:

«Ben kimin en kıymetli iki varlığını (gözlerini) almışsam ve o da sevâbını umarak bu hâle sabretmişse, ona cennet dışında bir mükâfat vermeye râzı olmam.» buyurdu.” (Tirmizî, Zühd, 58/2400)

Buhârî’nin rivâyeti ise şöyledir:

“Allâh Teâlâ Hazretleri buyurdu ki:

«Ben kulumu iki sevdiğiyle imtihân edersem, o da bu hâle sabır gösterir (ve sevap umarsa) onlara bunun karşılığında cenneti veririm.»” (Buhârî, Merdâ, 7)

Ya’kûb -aleyhisselâm- kırk sene ağlamıştır. Onun âmâlığı husûsunda bazı büyükler şöyle demişlerdir:

Allâh Teâlâ bu âmâlığı, Ya’kûb’a, Yûsuf’un dış görüntüsünü değil, onda tecellî eden cemâl-i mutlakı dâimî olarak seyretmesi için vermiştir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın cemâl nûrları Yûsuf’ta tecellî etmişti ve Ya’kûb da bu sebeple Yûsuf’u fazla sevmekteydi. Ancak “hüsn-i mutlak” olan Mevlâ’ya karşı gayr-i irâdî bir hatâ sebebiyle Cenâb-ı Hak, Yûsuf’u O’ndan ayırdı. Yûsuf’un zâhirine nazar eden gözlerini aldı.

Burada işâret edilir ki, kul, âlemin zâhirine baktığı zâhirî gözden ve gördüklerinden fânî olmadığı müddetçe, “Hüsn-i Mutlak”ı, yâni Cemâl-i İlâhî’yi müşâhedeye nâil olamaz!

ALLÂH’IN RAHMETİNDEN ÜMİD KESİLMEZ

(Oğulları, Hazret-i Ya’kûb’a) şöyle dediler:

«–Ömrün geçti gitti, hâlâ Yûsuf’u dilinden düşürmüyorsun. Vallâhi “Yûsuf!” diye diye kederden eriyeceksin veya büsbütün ölüp gideceksin.»

(Hazret-i Ya’kûb): «–Ben, sıkıntımı, keder ve hüznümü sâdece Allâh’a arz ediyorum. Hem sizin bilemediğiniz birçok şeyi Allâh tarafından (vahiy yolu ile) biliyorum.» dedi.” (Yûsuf, 85-86)

Daha sonra Ya’kûb -aleyhisselâm- oğullarına şöyle dedi:

“–Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf ve kardeşini iyice araştırın! Allâh’ın rahmetinden ümid kesmeyin! Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allâh’ın rahmetinden ümid kesmez!” (Yûsuf, 87)

Bu âyet-i kerîmenin bizlere verdiği mesaj çok mühimdir. Buna göre kul, ne hâl üzere olursa olsun aslâ ye’se kapılmamalı ve Allâh’tan dâimâ ümidvâr olmalıdır. Zîrâ âyette buyrulduğu üzere ancak kâfirler Allâh’tan ümid keserler.

Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Cenâb-ı Hak’tan ümid kesmeyen günahkâr, Allâh’tan ümid kesen âbidden Rabbine daha yakındır!” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 68)

Çünkü Allâh’tan ümid kesmek, Cenâb-ı Hakk’ın “Rahmân ve Rahîm” sıfatlarını idrâk etmemektir; merhamet-i ilâhiyeyi tanımamaktır. Hâlbuki Firavun bile, son nefesinde Allâh’ın adını zikretti.

Allâh Teâlâ bir başka âyet-i kerîmede de:

“…Allâh’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz!..” (ez-Zümer, 53) buyurmaktadır.

İşte bu minvâl üzere Ya’kûb -aleyhisselâm- da ümîdini yitirmeyerek Mısır Azîzi’ne, yâni Yûsuf’a oğullarıyla bir mektup gönderdi. Ya’kûb -aleyhisselâm- o zamanlar oğlu Yûsuf’un Mısır Azîz’i olduğunu bilmiyordu. Mektupta şöyle diyordu:

“Bismillâhirrahmânirrahîm!

Halîlullâh İbrâhîm oğlu İshâk’ın oğlu İsrâîl Ya’kûb’dan Mısır Azîzi’ne:

Biz, başına bir çok belâlar gelmiş bir sülâleyiz. Ceddim İbrâhîm, Nemrûd’un ateşiyle mübtelâ kılındı; sabretti. Allâh da onu selâmete ulaştırdı. Babam da başka iptilâlarla imtihân edildi; sabretti. Allâh ona da mükâfât verdi. Bana gelince, ben de oğlum Yûsuf’u kaybettim. O’nun ayrılığından ağlaya ağlaya gözlerim görmez oldu, belim büküldü. Yanında rehin tuttuğun oğlumla kendimi tesellî ediyordum. Onun hırsızlık ettiğini söylemişsin. Bizim neslimizden olan hırsızlık yapmaz. Biz hırsız doğurmayız. Onu bana iâde edersen edersin, eğer etmezsen, sana öyle bir bedduâ ederim ki, yedi batın evlâdına tesir eder!”

Yûsuf -aleyhisselâm- bu mektubu alınca ağladı ve O da şu cevâbı yazdı:

“Bismillâhirrahmânirrahîm!

Mısır Azîzi’nden, İsrâîl Ya’kûb’a;

Ey yaşlı kimse! Mektubun geldi. Okudum ve muhtevâsını anladım. Orada sâlih babalarından bahsedip her birinin belâlara dûçâr olduklarını ve sabrettiklerini yazıyorsun. Onlar nasıl iptilâlara sabrettilerse, sen de öyle sabret! Vesselâm!”

Ya’kûb -aleyhisselâm- bu cevâbı alınca:

“–Allâh’a yemîn ederim ki, bu bir melik mektubu değil, bir peygamber mektubudur. Ve bunu yazan, olsa olsa Yûsuf’tur.” diyerek oğullarını mes’elenin aslını öğrenmeleri için tekrar Mısır’a gönderdi. Oğulları da hemen yola çıktılar:

“Onlar Mısır’a varıp Yûsuf’un huzûruna girdiklerinde dediler ki:

«–Ey Azîz! Bizi de, çoluk çocuğumuzu da kıtlık bastı, biz bu sefer pek az bir meblâğ getirebildik. Lütfen bize tahsîsâtımızı yine tam ölçek ver, ayrıca sadaka da ihsân eyle. Şüphesiz ki Allâh tasadduk edenleri fazlasıyla mükâfatlandırır.»

(Yûsuf) dedi ki:

«–Siz, câhilliğiniz döneminde Yûsuf ile kardeşine yaptığınız muâmeleyi elbette biliyorsunuz, değil mi?” (Yûsuf, 88-89)

Tefsîrlerde ifâde edildiğine göre, Hazret-i Yûsuf’u kuyuya atan kardeşleri, en küçük kardeşleri olan Bünyamin’e de dâimâ hakâret ve eziyet ederlerdi.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 2, Erkam Yayınları