İbadetleri Huşu ile Eda Etmenin Fazileti

İbadet Hayatımız

İbadetlerde huşû nasıl sağlanır? Kulun Allah’a en yakın olduğu anlar hangileridir? Hakiki namaz, oruç, zekat ve hac gibi ibadet nasıl yapılır? İbadetleri huşû ile eda etmek ve bereketli vakit için tavsiyeler.

“Allâh’a, O’nu görüyormuşçasına ibâdet et! Her ne kadar sen O’nu göremezsen de, O seni görmektedir.” (Buhârî, Îmân, 37)

KULUN ALLAH’A EN YAKIN OLDUĞU ANLAR

İbâdetler, kulun Rabbiyle ezelde yaptığı ahde, vefâ üzere bulunduğunu gösteren bir sadâkat ispâtıdır. İbâdet anları, kulluk şartları içinde Cenâb-ı Hakk’a en çok yaklaşılan vuslat demleridir. İnsanın dünyevî meşgalelerine âit tüm dertlerini gönlünün dışına iterek, yalnız sâhibinin rızâsı için birşeyler yapabilmenin huzûruyla rûhunu dinlendirip güçlendirdiği husûsî bir âlemdir. Çünkü namazda eller kulaklara götürülerek alınan tekbîr, herşeyin arkaya atılıp doğrudan doğruya Allâh’a teveccüh etmenin ifâdesidir.

İbâdetler, insanoğlunu ölüm ötesinin kaygı ve endîşelerinden âzâd edebilecek en müessir şifâ ve tesellî kaynağıdır. Ebedî âlem için yapılacak yatırımların yegâne yolunun kendisinden geçtiği bir rûh iklîmidir. Bu vasıflarıyla ibâdetler, kalbî muvâzene ve selâmetin temini yolunda aslâ ihmâl edilmemesi gereken bir feyz kaynağıdır.

İbâdetlerin arzu edilen netîceyi hâsıl etmesi için huşû ile edâsı şarttır. Huşû ise, kalbî huzûr ve sükûn ile, sevgi ve korku duygularının berâberliğinde ilâhî huzûrda durabilmektir. Huzûrunda bulunduğu yüce Sultân’ın haşyetiyle, ağyâr ile ihtilâttan kesilmek, yalnız O’nunla olmak ve yalnız O’na ibâdet için yaratıldığının şuuruna ermektir.

ALLAH’IN KULLARINA HEDİYESİ

İbâdetler içinde en ihtişâmlı ve şümûllü olanı ise “namaz”dır. Namaz, Allâh’ın kullarına en büyük hediyelerinden biridir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Şâyet bir mümin önce güzelce abdest alır, sonra da kalkıp baştan sona kalbiyle ve yüzüyle (yâni bütün varlığıyla) namaza yönelip tam bir huzur ve huşû içinde iki rekat kılarsa cennet ona vâcip olur.” (Müslim, Tahâret, 17)

İnsana kazandırdığı rûhî meziyetler itibâriyle gerçek bir namazın yerini tutabilecek hiçbir ibâdet yoktur. Böyle bir namaz için, Hak’tan gayrı her şeyin hattâ insanın kendi nefsinin dahî gözden ve gönülden düşmesi gerekir.

Süleyman Dârânî -kuddise sirruh-:

“İki rekat namaz kılmak veya Firdevs Cenneti’ne girmek arasında muhayyer bırakılsam, iki rekat namazı tercih ederdim. Çünkü Firdevs Cenneti’ne girmek nefsin hoşlanacağı bir istektir. Fakat iki rekat namaz kılarsam Rabbimle berâber bulunmuş olurum.” buyurmuştur.

Namaza duran bir kimse, namazdan başka hiçbir şeyle meşgûl olamaz. Namaz onu, her türlü mâsivâdan alıkoyar. Gerçek bir namazda, kalblerdeki perdeler kalkar ve hakîkat nûrları tecellî eder. Hak Teâlâ ile berâber târifsiz bir vuslat yaşanır. Diğer ibâdetlerdeyse hâl böyle değildir. Meselâ oruçlu biri, pazarda müşteri de olur, satıcı da... Hacceden de kezâ böyledir. Ama musallî, ne satıcı olur, ne de alıcı... O, sâdece musallîdir. Yâni maddesi de mânâsı da, huzûr-i ilâhîde bulunmaya mecburdur.

NAMAZI DOSDOĞRU KILIN

Dosdoğru kılınan bir namaz, verdiği feyiz ve rûh ile mü’mini, nefsânî temâyüllerin girdabına düşmekten kurtarıp, dâimâ ilâhî huzurda ve murâkabe altında bulunduğu şuuruna taşıyan fazîletli bir ibâdettir.

Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hadîs-i şerîflerinde:

“Allâh’a, O’nu görüyormuşçasına ibâdet et! Her ne kadar sen O’nu göremezsen de, O seni görmektedir.” (Buhârî, İmân, 37)

“Namazında ölümü hatırla. Çünkü bir kişi ölümü hatırlayarak namaz kılarsa, o namaz kâmil ve güzel olur. Namazını, son namazını kıldığını düşünen kimse gibi kıl. Sonunda özür dilemeni gerektirecek her şeyden de uzak dur.” (Deylemî, Müsned, I, 431) buyurmuşlardır.

Âyet-i kerîmede de hakkıyla edâ edilen bir namaz için:

“...Namazı da dosdoğru kıl! Gerçekten kâmil mânâda kılınan namaz, fahşâdan (çirkinlik, edepsizlik, fuhşiyâttan) ve münkerden (dînin ve akl-ı selîmin tasvib etmediği herşeyden insanı) men eder.” (el-Ankebut, 45) buyrulur.

Namazın kötülüklerden koruması, namazdaki huşû ve huzur hâlinin, namazdan sonra da devam etmesine bağlıdır. Eğer namaz kılan kimsede böyle bir muhâfaza görülmüyorsa, o gerçek mânâda musallî değildir.

Âyet-i kerîmede bu şekilde namaz kılanlar hakkında vârid olan ilâhî tehdit, muhatapları için ne acıdır:

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar! Onlar, bütün işlerinde riyâkârlık eden ve en küçük yardımın yapılmasına bile mânî olan kimselerdir.” (el-Mâûn, 4-7)

O hâlde kim ki, namazını tâdil-i erkâna riâyet ile kılmaz, huzûr-ı ilâhîde bulunduğundan habersiz olur ve aklı-fikri ticâretine veya başka dünyevî meşgalelere takılı kalırsa, onun kıldığı namaz, kendisinden beklenen füyûzâtı hâsıl etmez. Böyle namazlar mecbûriyet kabîlinden, sadece borcun îfâsını temin eder.

HAKİKİ NAMAZ NASIL KILINIR?

Cenâb-ı Hak, hakîkî ve ideal mânâdaki bir namazı âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyurur:

“Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir; onlar ki namazlarında huşû içindedirler...” (el-Mü’minûn, 1-2)

Sahâbeden Abdullâh bin Şıhhîr -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in namazdaki hâlini şöyle tasvîr eder:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i namaz kılarken gördüm. Ağlamaktan dolayı göğsünden tencere kaynamasına benzeyen bir ses duyuluyordu.” (Ebû Dâvud, Salât, 156-157; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 25)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- namaza durduğunda benzi sararır, kendi vücûdu dâhil her şeyden sıyrılırdı. Bir muhârebede mübârek ayağına batan okun çıkarılması için namaza durmuştu. Zîrâ bu takdirde okun çıkarılışındaki ızdırâbı hissetmeyeceğini biliyordu. Lâkin bu ölçüde dünyâ ile alâkayı keserek namaz kılabilmek kaç kula müyesserdir?

Namazı bu vasıf ve mükemmellikte kılamayanlar ise, ye’se kapılıp onu terk etmeye kalkışmamalıdırlar. Zîrâ, en azından farz olan borcu ödemeye yarayan o şeklî namazları devâm ettiren her musallî birgün bu istikâmette az veya çok, bir kemâle ulaşır.

Her gün belli vakitlerde edâ edilen beş vakit namaz, insanın zamânını bir programa tâbî kılarak, ona intizamlı bir yaşama disiplini kazandırır ve mes’ûliyet duygusunu kuvvetlendirir. Hayatı, âhenk ve insicâm üzere olmayan bir insanın iç âleminde denge, huzûr ve sükûn üzere bulunmasından söz edilemez. Bunun yanında namaz, mânen de îmâna sağlam bir muhâfaza, tefekküre derinlik, korku anlarına tesellî ve neş’e zamanlarına ulvî bir lezzet teşkîl eder. Yine namaz, rûhâniyete destek, kalbe neş’e ve sâfiyet veren, ilâhî ünsiyeti artıran feyz ve bereketlerle dolu bir ibâdettir.

Hayat mücâdelesinde zarûrî olan; sabır, irâde, nefsânî arzulara mukâvemet gibi hâllerin takviyesiyle ahlâkı mükemmelleştiren diğer bir ibâdet de oruçtur.

ORUÇ TUTMANIN AMACI

“Oruç, aslî gâyesi itibâriyle dâimî bir ibâdet şuuru içinde nefs engeline karşı mücâdele etmek ve onu kontrol altında tutarak tesirini asgarîye indirebilmektir.

Yine oruç, insanı, sabr u sebât, kanaat, hâle rızâ ve meşakkatlere karşı metânet gibi ahlâkî fazîletlere erdirmekle berâber, mahrûmiyet ve açlıkla, nîmetlerin kadrini hatırlatır. Zengin-fakir herkese açlığı tattırmak sûretiyle onları bu noktada eşitler. Bu vesîleyle varlıklı insanlara; yoksul, aç ve sefil insanların hâlini hatırlatıp yardım ve merhamet hislerini geliştirir. Netîcede insanların birbirlerine karşı şükran duygularını takviye eder.

Oruç, insandaki takvâ hislerini canlandırarak, kalbî sâfiyeti artırır. Âyet-i kerîmede:

“Ey îman edenler! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki bu sâyede takvâya erersiniz.” (el-Bakara, 183) buyrulmuştur.

İrâde terbiyesi için oruçtan daha müessir olabilecek bir başka usûl mevcut değildir. İrâde ise, insandaki tabiî ve nefsânî temâyüllerin aşırılık ve azgınlıklarına karşı koyabilmenin temel vâsıtalarından biridir.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- ebedî âlemin nîmetlerine nâil olmak için, bu dünyâda az yemek gerektiği husûsunda şöyle buyurur:

“İnsanın asıl gıdâsı, ilâhî aşk ve hikmettir. Bu sebeple ona haddinden ziyâde ten gıdâsı vermek muvâfık değildir.”

“İnsan, asıl rûhânî gıdâsını unutup ten gıdâsının endîşesine düştüğü için huzursuzdur. Çünkü doymak bilmez. İhtirâsından yüzü sararmış, ayakları titremekte, kalbi telaşla çarpmaktadır. Hâlbuki nerede yeryüzü gıdâsı, nerede sonsuzluğun gıdâsı?!.”

“Allah, şehidler için «onlar, Rableri katında rızıklanmaktadırlar»[1] diye buyurdu. O mânevî gıda için ne ağız, ne de beden vardır.”

Orucun hakîkatine ulaşmak ve rûhâniyetinden istifâde edebilmek için onu zedeleyebilecek ihmallerden şiddetle kaçınmak îcâb eder. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Oruç, sadece yemek, içmek vesâireden kesilmek değildir. Kâmil ve sevaplı oruç, ancak faydasız söz ve işlerden, kötü söylemekten (dedikodudan) vazgeçmektir. Şâyet biri sana söver yâhut sana karşı câhilce herhangi bir harekette bulunursa, ona: «Şüphesiz ki ben oruçluyum!» de!” (Hâkim, Müstedrek, I, 595)

ZEKAT VE İNFAK

Nefsânî arzuları dizginleyerek, irâdeyi terbiye eden oruç ibâdetinin yanısıra, varlıklı insanların servete râm olma netîcesinde meydana gelebilecek muhtemel azgınlıklarına sed çekmek, muhtaçlarda da zenginlere karşı kin ve hased gibi menfî temâyüllerin filizlenmesini engellemek, ictimâî hayâtı korumak ve fertleri birbirine muhabbetle bağlamak için, “zekât”, farz kılınmıştır. İslâm ictimâî nizâmında, fakir ve zengin arasındaki muhabbeti temin edip, hased ve husûmeti bertaraf etmek için “zekât ve infâk” ibâdeti son derece mühimdir.

Zengin, malını nereden kazanıp nereye sarf ettiğinden, kazancının helâl olup olmadığından, zekât ve sadakasını verip vermediğinden Allâh’ın huzûrunda ağır bir hesâb verecektir. O, servetinin muayyen bir kısmını fakirlere vermeye memûr kılınmakla, mâlî bakımdan büyük bir imtihâna tâbîdir. Ancak diğer mükellefiyetlerle birlikte, bu imtihanı da kazandığı takdirde rızâ-yı ilâhîye ve cennet nîmetlerine nâil olabilir.

Kur’ân-ı Kerîm’de birçok yerde zikredilen zekât ibâdetinin, 27 yerde de dinin temel direği olan namazla birlikte zikredilmesi, ona atfedilen ehemmiyeti göstermektedir.

Zekât, imkânı olanın muhtâc olana Allâh’ın emrettiği belli miktardaki bir borcudur. Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Sâilin (ihtiyâcını arz edebilen fakirin) ve mahrûmun (iffeti dolayısıyla hâlini arz edemeyen yoksulun), onların servetlerinde muayyen bir hakkı vardır.” (ez-Zâriyât, 19) buyrulmaktadır.

Bu itibarla zekât, nisâb miktarından fazla olan malların muayyen bir miktarının, ilâhî bir vergi hâline getirilip geride kalan kısmının helâl kılınmasıdır. Böylece zekât olarak alınan mal, kısım kısım, derece derece cemiyetin mağdurlarına intikâl ettirilir. Bu sâyede zenginin serveti temizlenir ve toplumda muvâzene, adâlet ve ictimâî âhenk meydana gelir. Bu gerçeği kavramak için de:

Zekâtı verenler (de temizlenip) felâh buldu.” (el-A’lâ, 14) âyet-i kerîmesine bakmak kâfîdir. Zîrâ zekâtın, kelime itibâriyle “tezkiye”, yâni “temizleme” mânâsına da gelmesi bu hususta câlib-i dikkat bir nüktedir.

ZENGİNE YÜKLENEN BORÇ

Zekât, Allâh’ın zengine yüklediği asgarî bir borçtur. Hâlbuki buna ilâveten infak ve sadakalarda bir nisbet konulmamış ve buna mukâbil varlıklı kimseleri teşvîk için de bunların karşılığı olan sevab, aynen oruçtaki gibi gizli tutulmuştur. Cenâb-ı Hak geçmiş ümmetlerden farklı olarak ümmet-i Muhammed’in seyyiâtına (günahlarına) bire bir, hasenâtına (amel-i sâlihlerine) ise bire on karşılık verir. Buna ilâveten bire yedi yüze kadar, hattâ bundan da ziyâde ecir ile mukâbele gören ameller de vardır. Ancak, oruçla birlikte infâkın karşılığı olan sevâbın miktârı, teşvîk için saklı tutulmuştur. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede buyurur:

(Ey Peygamber!) Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini (günahlarından) temizlemiş ve arıtıp yüceltmiş olasın. Ve onlar için duâ et! Çünkü Sen’in duân, onlar(ın yürekleri) için sükûnettir (huzur kaynağıdır).(et-Tevbe, 103)

Âyet-i kerîme muktezâsınca zekât ve infâkın, hem malı hem de kalbi temizleyen iki cihetinin varlığı mevzubahistir.

Allah Teâlâ âyet-i kerîmelerde ilâhî bir tehdîd ile şöyle buyurur:

“...Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda infâk etmeyenler yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele!” (et-Tevbe, 34)

“O gün Cehennem ateşinde (bu biriktirilen altın ve gümüşler) kızdırılıp bunlarla, onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır. (Ve onlara denilir ki:) «İşte bu, nefisleriniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azâbını) tadın!»” (et-Tevbe, 35)

Buna göre mala duyulan muhabbetin kalbe yerleşmesiyle, o malın infâk edilme meziyetini kaybetmesi netîcesinde muhtâcın hakkı gasbedilmiş olur. Böyle hâllerin de hazîn bir âkıbeti mûcib olacağı, yukarıdaki âyet-i kerîmelerin îkâzıyla sâbittir.

FİTNE SEBEBİ İKİ ŞEY

Diğer taraftan sadece iki nîmet için “fitne” tâbiri kullanılmıştır. Bu iki nîmet, “evlât” ve “mal”dır. Evlâtla birlikte mala âit muhabbetin kalbe nüfûz ve hâkimiyet tesis etme tehlikesi, Cenâb-ı Hak tarafından:

“Doğrusu evlâtlarınız ve mallarınız sizin için bir fitnedir (imtihan vesîlesidir)...” (et-Teğâbun, 15) şeklinde ifâde buyrulmuştur. Bunları fitne olmaktan koruyacak olan keyfiyet, aşırı muhabbeti firenlemek ve onları kalbe sokmamaktır. Zekât, infâk ve sadaka gibi ilâhî emirlere lâyıkıyla ittibâ edebilmek, ancak ve ancak dünyâlık muhabbetinin kalbde kökleşmesine fırsat vermeyip onun bir “emânet” olduğu idrâkine sâhip olmakla mümkündür.

Bu husustaki -yukarıda kısmen nakletmiş bulunduğumuz- ilâhî îkazlar karşısında iyi düşünmeli ve zekâta ilâveten sadakalar ve infaklarla mecbûrî olan kırkta biri de aşmaya gayret etmelidir.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“...Yine sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. «İhtiyaç fazlasını» de...” (el-Bakara, 219) buyurmaktadır.

Şükredici ve cömert zenginler ile sabırlı ve haysiyetli fakirler, insanlık şerefinde ve ilâhî rızâda berâberdirler. Ancak İslâm’da kibirli, hasîs zenginler ile buna mukâbil sabırsız ve neticede isyandan kurtulamayan fakirler zemmedilmiştir.

Zekât, mal ve servet sahiplerinin fiilî bir şükür ifâdesidir. Şükrün ise, nîmeti artıracağı, bir va’d-i ilâhîdir. Allah Teâlâ buyurur:

“...Andolsun ki, eğer şükrederseniz, size olan nîmetlerimi artırır da artırırım...” (İbrâhim, 7)

Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, infâk etmeyi çok severler ve teşvîk ederlerdi. Bir hadîs-i şerîflerinde:

“Ey insanoğlu! İnfâk et ki sana da infâk edilsinbuyurmuşlardır. (Buhârî, Nefekât, 1)

YALNIZ İKİ KİŞİYE GIPTA EDİLİR

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, cömertliğin, bir müslümanın tabiat-ı asliyesi hâline gelmesini de çok arzu ederlerdi. Buyururlardı ki:

“Yalnız iki kişiye gıpta edilir. Biri, Allâh’ın, mal verip hak yolunda harcamaya muvaffak kıldığı kişi; diğeri de Allâh’ın, kendisine ilim verip de onunla amel eden ve bunları başkasına öğreten (yâni ilmini infâk eden) kimsedir.” (Buhârî, İlim, 15)

Hülâsa insan, yaratılışı itibâriyle dünyâya meyyâldir. Dünyâ malı ise nefse câzip gelir. Ona aldananlar doymak bilmezler. Mal yığıldıkça insanın hırsı artar, muhteris olur. Gözünü madde ve mal hırsı bürümüş olan insanda, merhamet ve şefkat hissi azalır. İnfak etmek zor gelir. Nefsi ona:

“Daha zengin ol; ilerde daha çok hayır ve infak yaparsın!” diye iğvâda (aldatıcı telkînde) bulunur. Böyle insan, ten rahatını elde etse de rûhen hastadır. Nitekim:

“Yarın yaparım diyenler helâk oldu!..” buyrulmuştur.

İşte zekât, dünyâ malına karşı harîs olmak gibi kalbî hastalıkların devâsıdır.

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede ölüm ânında rüyadan uyanır gibi kendisine gelen insanın, ebedî bir pişmanlıkla şöyle dediğini bildirir:

 “...Rabbim! Beni(m ölümümü) yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!” (el-Münâfikûn, 10)

Zekât ve sadakada edebe riâyet çok mühimdir. Bilhassa veren, alana teşekkür hissiyâtı içinde olmalıdır. Çünkü onu farz olan bir borçtan kurtarıp ecre nâil eylemektedir. Verilen sadakalar aynı zamanda, veren kişi için hastalık ve musîbetlere karşı birer siper-i sâikadır. Sadaka verirken hassas bir gönülle onu muhtaca takdim etmenin ehemmiyetini tebârüz ettirmek için âyet-i kerîmelerde:

Sadakaları Allâh alır!” (et-Tevbe, 104)

 “Ey îman edenler! Allâh’a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın! (Sadakalarınızı imhâ etmeyin!) (el-Bakara, 264) buyrulmaktadır.

Bütün canlılar, Allâh’ın mülkünde yaşayıp rızıklanmaktadır. Cenâb-ı Hak, küre-i arz üzerindeki bir avuç toprağı, sürekli bir istihâle (değişme) ile, sonsuz sayıda canlıyı besleyecek bir gıdâ ambarı sûretinde kullanmaktadır. Bütün canlılar içinde akıl ve iz’ân ile mücehhez yegâne varlık olan insanlar, bu gerçeği görüp de Rabbin mü’min-kâfir, âciz-kâdir bilcümle canlıları doyurması karşısında, kimin malını kimden esirgediklerini hiç düşünmezler mi?

Cenâb-ı Hak kâinatı bir muhabbet sâikıyla (sebebiyle) yaratmış ve bu muhabbeti hürmetine de, pek çok ikrâm, ihsân ve lutuflarda bulunmuştur. Zîrâ sevmenin tabiî netîcesi fedâkârlıktır. Seven, sevilene karşı sevgisi ölçüsünde fedâkârlık yapmayı bir zevk ve vazîfe telâkkî eder. Bu hâl, bir âşığın, mâşûku uğruna can vermesine kadar varır. O âşık bu hareketiyle, bir fedâkarlık yaptığı hissine bile kapılmaz. Allâh için, O’nun mahlûkâtına yapılan infâk, sevenin sevdiğine karşı en güzel bir muhabbet tezâhürüdür.

HEM MALİ HEM BEDENİ İBADET

Bu mâlî ibâdetlerin yanında, hem mâlî hem de bedenî bir ibâdet olan “Hac” da, nebîler silsilesinin ilki Âdem -aleyhisselâm-’dan, âhir zaman nebîsine kadar, yanık gönül terennümleri ve çeşitli ulvî hâtıralarıyla, îman cevherini gönüllerde kemâle erdiren ve mahşerin bir benzerini daha bu âlemdeyken yaşatarak:

“Ölmeden evvel ölünüz!” sırrına ermeye vesîle olan ulvî bir ibâdettir.

Hac ibâdetinin dünyevî ve uhrevî pek çok hikmetleri vardır. Gerçek bir hac, Allâh’ın sonsuz rahmetinin tecellîsiyle, af ve mağfirete mazhar olan müslümanların derin bir îmân, aşk ve vecd heyecânı içinde kaynaştığı, muhteşem ve mübârek bir ibâdettir.

Hac, varlık ve nefs elbisesinden sıyrılıp, rûhun derinliğine nüfûz ederek nefsânî kasırgalardan kurtulmaya çalışmaktır.

Hac, insan rûhunun âhengini, iklîmini ve rengini bulduğu, aslî hüviyetini kazandığı, kalbin mânevî feyz yağmurlarıyla temizlenip arındığı rûhâniyet tezâhürleriyle dolu bir ibâdettir.

Mü’minlerin kıblesi Kâbe-i Muazzama, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyruğu ile ikâmesini emrettiği namaz ibâdetinin istikâmet hedefidir. Aynı zamanda bütün müslümanların müştereken teveccüh ettiği nokta, yâni İslâm dünyâsının nabzının attığı yerdir. İlâhî nazarların insandaki tecelligâhı, kalb; kâinattaki tecelligâhı ise Kâbe’dir. Yâni kâinât içinde Kâbe, bir mânâda insan vücûdundaki kalb mesâbesindedir. Bu sebeple hac, Kâbe’nin ihtişâmını idrâk ederek, hassas bir kalb ile îfâ edilmesi gereken ve îtinâ isteyen bir ibâdettir.

Hac, programı itibâriyle, insanı kalbî hassâsiyetlere yönlendirir. Çünkü bu nâzik ibâdet, Allâh’ın mahlûkâtını incitmemek gibi şefkat, merhamet ve muhabbet tezâhürleriyle doludur.

Hac, bembeyaz ihramlar içerisinde meleklerin letâfetinden hisse alma gayretidir. İhramda bir av avlanmamalı, bir ot, hatta kasıtlı olarak bir kıl bile koparılmamalıdır. Orada rafes yok, fısk yok, cidâl yok[2] Yalnız Yaratan’dan dolayı yaratılanlara şefkat, merhamet ve nezâket var.

Unutmamak lâzımdır ki ölüm, bütün canlıların tatmaya mecbûr kılındığı mutlak ve müşterek bir kaderdir. Zamanı, dakîkası ve nefes sayısına kadar tâyîn olunmuş ve bir hükme bağlanmıştır. Ecelin takdîm ve tehirinin, beşerî kudretle mümkün olmadığı, apaçık bir hakîkattir ve ecelden kaçanların kurtulduklarına dâir bir haber de işitilmemiştir. Hacca gitme imkânına sahip olanlar, bunları iyice tefekkür edip, “hac” ibâdetini ifâ etme konusunda gevşeklik ve lâkaydîlikten şiddetle sakınmalıdır. Aksi hâlde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu dehşetli ihtârıyla karşılaşılır:

“Bir kimse, yiyecek, içecek ve binecek masraflarına mâlik olup da Beytullâh’a gitmek mümkün iken haccetmezse, artık onun Yahudî veya Hristiyan olarak ölmesine hiçbir mânî yoktur!” (Tirmizî, Hac, 3)

Bu îkâz-ı peygamberî, haccetmenin bütün şartlarını hâiz olup da, gafletleri sebebiyle bu ibâdeti ihmâl edenlerin, acı bir kayıp içinde olacaklarını ve azâb-ı ilâhîyi tadacaklarını ihtar etmektedir.

Müslümanların, günahlardan arındırmak sûretiyle kalblerini tasfiye edecek hac ibâdetinden bîgâne kalmaları, ne büyük bir gaflet ve kayıptır!..

 Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Her kim, şu Kâbe-i Muazzama’ya hac niyetiyle gelip de, fısk ve rafes işlemeden haccını yerine getirirse, anasından doğduğu gibi günahsız bir şekilde tertemiz olarak evine döner.” (Müslim, Hac, 438)

Dipnotlar:

[1] Âl-i İmrân Sûresi, 169. âyet-i kerîme.

[2] Bkz. Bakara Sûresi, 197. Rafes: Cinsî münâsebette bulunmak, bu konuyla ilgili sözler sarf etmek ve hatta her nevî kötü söz söylemek gibi mânâlara gelmektedir. Fısk: Her türlü günah fiiller. Cidâl: Lüzûmsuz münâkaşa ve tartışmalar.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları