İbadetlerimizin Kabul Edildiğini Anlamanın Yolu
Ramazan’daki ibâdetlerimizin kabûlünün delîli; Ramazan’dan sonraki hâl ve istikâmetimizdir…
Cenâb-ı Hak, mübârek günleri ve bilhassa Ramazân-ı şerîfi, kulluk hayatımızı gözden geçirerek eksiklerimizi telâfî etmemiz, iyiliklerimizi daha da artırmamız için husûsî fırsatlar olarak lutfetmiştir. Bu gibi rûhânî fırsat demlerinde gündüzleri oruçla, Kur’ân tilâvetiyle, hayır-hasenatla; geceleri de teheccüd, tefekkür, zikir, şükür, duâ ve istiğfarla ihyâ etmemize büyük ecirler vaad etmiştir.
Aslında bu gibi zamanlara verilen bu ilâhî teşvikler, Hak Teâlâ’nın biz kullarına ömrümüz boyunca yaşamamızı emrettiği makbul bir ibâdet hayatının temelini teşkil edecek mâhiyettedir. O mübârek zamanlarda kazanılan ibâdet vecdini ve yüksek kulluk kıvâmını bütün bir yıla yayabilmemiz için mânevî bir eğitimdir.
İBÂDETİN MEYVELERİ
Ramazân-ı şerîfte girilen yoğun ibâdet iklîmi ve erişilen müstesnâ kulluk kıvâmı, ekilen bir tohum gibidir. Bu tohumun tutup tutmadığı, yılın diğer aylarında filizlenerek, yapraklanıp çiçeklenerek ve meyveler vererek kendini gösterecektir. Yani Ramazan’da kazandığımız güzel hasletleri ve kalbî olgunluğu, Ramazan’dan sonra ne kadar devam ettirebildiğimiz, o ibâdetlerimizin Hak katındaki makbûliyet seviyesini göstermektedir.
Bu itibarla, tuttuğumuz oruçların, kıldığımız terâvihlerin, verdiğimiz fitre, zekât ve sadakaların, okuduğumuz mukâbelelerin Hak katında makbul olup olmadığını anlamak için, bunların Ramazan’dan sonraki hâlimiz üzerindeki yansımalarına dikkatle bakmalıyız:
Oruçlar ve sadakalar; bizi takvâya, şefkat ve merhamete, vicdan hassâsiyetine eriştirmeliyken, şâyet bu hisler kalplerimizde yeterince inkişâf etmemiş ve rûhumuz incelmemişse, orucu kâmil mânâda tutamamışız, sadakayı âdâbına riâyetle verememişiz, bu ibâdetlerden almamız gereken dersi alamamışız demektir.
MAKBUL BİR NAMAZ
Makbul bir namaz, insanı kötülüklerden alıkoyar. Beş vakit farz namaz ve onlara ilâveten kıldığımız nâfile namazların kabûl olup olmadığını anlamak istiyorsak, yaşayışımızda günahlardan ne kadar uzak kalabildiğimize bakmak kâfîdir.
Cenâb-ı Hakk’ı lâyıkı vechile zikredebilenlere, nefs ve şeytanın iğvâları zarar veremez. Zira zikrullah, bu iki düşmana karşı insanı sağlam bir kale gibi korur. Âyet-i kerîmede, şeytanın nefsâniyeti tahrik ederek insanları gaflete sürükleyeceği ve onların mallarına ve evlâtlarına ortak olacağı beyân edilmektedir.[1] O hâlde nefs ve şeytanın tasallutundan ne kadar korunabildiğimizi anlamak için hâl ve davranışlarımızı, beşerî münâsebetlerimizi, âile hayatımızı, evlâtlarımıza nasıl bir terbiye verdiğimizi, iktisâdî hayatımızı vs. dâimâ gözden geçirmeliyiz. Nefs ve şeytanın bunlar üzerinde bir hissesi olup olmadığını tefekkür etmeliyiz.
SEHERLERDEN FEYZ ALMAK…
Yine Ramazân-ı şerîf boyunca sahurlar vesîlesiyle, bir nevî seherlerden feyz alma tâlimi görmüş oluyoruz. Ramazan’dan sonraki gecelerde de Rabbe husûsî bir yakınlık vesîlesi olan, Allah muhabbeti ve korkusu ile gözyaşı dökülen, affın kabûl olduğu, rûhânî tekâmülün arttığı o kıymetli vakitleri; teheccüd, zikir, istiğfâr ve duâ ile ihyâ etmeye gayret göstermek îcâb eder.
Seherleri ihyâ; gönlü ibâdet vecdiyle dolu Hak dostları ve sâlih mü’minler nazarında doyumsuz bir mânevî lezzettir.
Dipnot: [1] Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c. I, s. 58.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 284. Sayı, Ekim 2009
YORUMLAR