İbnü'l Cella (k.s.) Kimdir?

Âdı Ahmed b. Yahya, künyesi Ebû Abdullah, nisbesi Bağdadî. Remle ve Şam’da yaşadı. Tasavvuf neşvesini babası Yahyâ el-Cellâ’dan aldı. Ebû Türab Nahşebî, Zünnûn Mısrî ve Ebû Ubeyd Busrî ile görüşdü. Cüneyd ve Nûrî’nin sohbetlerinde bulundu. Cüneyd, Bağdad’ın; Ebû Osman Hîrî, Nişabur’un kutbu olduğu gibi o da Şam’ın kutbu idi. Muhammed b. Dâvud ed-Dukkî onun yetiştirdiklerindendir. Vefatı 306/918 yılıdır.

Küçük yaşında anne-babasından kendisini Allah yoluna vermelerini istedi. Onlar da: “Peki biz seni Allah’a hibe ettik” dediler. Bunun üzerine evden ayrıldı. Bazı ilim meclislerine vardı. Birkaç zaman sonra sıla hasretiyle anne babasının yanına geldi. Gece vakti kapıyı çaldı. Babası sordu:

– Kim o? O da:

– Oğlunuz, dedi. Babası:

– Evet bizim bir oğlumuz vardı ama, biz onu Allah yoluna verdik. Biz verdiğimizi geri almayız, dedi ve kapıyı açmadı.

Bu olay üzerine İbnu’l-Cellâ evinden geri döndü ve ârifler meclislerinde dolandı. Pek çok gönül eriyle görüştü. Hakk boyasına boy andı.

ZÂHİD, ÂBİD, MUVAHHİD

Sordular:

– Zâhid, âbid ve muvahhid kime derler?

Şu karşılığı verdi:

– Nazarında övülmekle yerilmek eşit olan kişi zâhid, ilahî emirleri eksiksiz ve zamanında yerine getirene âbid, bütün işleri Allah’tan bilen ise muvahhiddir.

Arifin himmeti marifete teksif olunmuştur. Bu yüzden onun maksadı rü’yetten ve temâşâdan ibarettir. Himmetin teksif edilmeden dağınık halde bulunması derd, ıstırap ve sıkıntı doğurur. Bir başka ifade ile; himmet ve kaygısı yaratıklara yönelmekten müstağni olan Hakk’a vâsıl olur. Himmetini nefsine ve Hakk’ın dışındaki varlıklara yönelten ise şirke düşer. Halbuki Allah Teâlâ kendisine şirk koşulmasından münezzehtir. O, izzet sıfatına sahiptir. Bu yüzden asla şirke râzı olmaz.

SÖZ VE DAVRANIŞ UYGUNLUĞU

Söz ve davranış uygunluğuna önem verirdi. Davranış olarak yapamadığı bir şeyden bahsetmekten hoşlanmazdı. Bir gün kendisine tasavvuftaki “fakr”dan sordular. Cevap vermeden içeri girdi, tekrar dışarı çıktı. Sonra şöyle konuştu:

– Bu soruyu sorduğunuz zaman evimde dört gümüş param vardı. Bunlar bende varken “fakr” konusunda konuşmaktan korktum. Önce onları tasadduk ettim. Şimdi konuşabilirim: “İnsan geriye hiçbir şey bırakmadığı zaman ‘fakr’ sıfatına layık olur.” Bir başka rivayette de: “Kalbinde zahirî ve batınî olarak isteme duygusu bulunmayan kimse ‘fakr’ sıfatına layık olur” dedi.

Açlık ve susuzluğa aldırmaz, uzun süre dayanırdı. Nitekim üstadlarından Ebû Türâb Nahşebî ve üç yüz kişi birlikte yola çıkmışlardı. Bu uzun yolculuğa dayanabilen iki kişiden biri de İbnü’l-Cellâ idi.

Sû-i zandan kaçınır, herkes hakkında hüsn-i zan beslemeye çalışırdı: “Gözümün önünde bir hata işleyip kaybolan kimseye sû-i zan beslemem, onun tevbe etmiş olacağını düşünürüm” derdi.

Ölümü sırasında tebessüm etmişti: Rûhu mele-i âlâya yükseldiğinde yine gülüyordu. Doktor onu ölmedi sandı, nabzına baktı, kalbi atmıyordu. Ama cildinin altında “Allah” lafzı şeklinde bir damar oluşmuştu.

SÖZLERİNDEN BÂZILARI

Sülemî, Tabakatu’s-sûfiyye adlı eserinde onun güzel sözlerinden nakillerde bulunur:

– Takvâ marifetin, tevazu izzetin, sabır musîbetin şükrüdür.

– Alçakgönüllü davranmanın şerefi olmasaydı, yeryüzünde böbürlenmek fakirin hakkı olurdu.

– Bâtıla karışmış hak, hakkın kısmetinden çıkıp bâtılın kısmeti olur. Çünkü Hakk, gâyurdur (bâtıla bulaşmaktan hoşlanmaz).

– Sevgi ile dolup taşmayan kalpler, aşk ateşiyle kavrulan ciğerin hâlinden anlamaz.

- rahmetullahi aleyh -

Kaynaklar: Sülemî, s. 176-179; Ebû Nuaym, X, 296-302; Kuşeyrı, I, 125-126; Hücvîrî, s. 169-170; İbnul-Cevzî, II, 443-444; Attâr, s. 497-499; İbnul-Mulakkın, s. 81-88; Câmî, s. 110-111; Şârânî, I, 75; Münâvî, I, 522-523; A’lâmü’n-nübelâ, XIV, 251-252; Nebhânî, I, 484.

Kaynak:  Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

KUR’AN’DA GEÇEN PEYGAMBERLERİN HAYATI

Kur’an’da Geçen Peygamberlerin Hayatı

SAHABELERİN HAYATI

Sahabelerin Hayatı

OSMANLI PADİŞAHLARI VE HAYATLARI

Osmanlı Padişahları ve Hayatları

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.