İbrahim Havvas Hazretleri Kimdir?
Adı İbrahim bin Ahmed, künyesi Ebû İshak, lakabı Havvâs. Bağdadh. Samerra’da doğduğu söylenir. Rey de okudu ve orada, ikamet etti. Ebu Abdullah Mağribî’nin sohbetlerine katıldı. Cüneyd Bağdadî ve Ebu’l-Hüseyn Nurî’nin akranı.
Seyahat ve riyâzat konusunda pek çok görüşleri ve makamları vardı. Tevekkül erbâbındandı. Rey camiinde hastalandı. Karın ağrısı ve ishal türü bir hastalığa tutulmuştu. 291/903 yılında Rey de öldü. Teçhiz ve tekfin işini Yusuf bin Hüseyn Râzî yaptı.
Sabrı, başarının ilk ve ön şartı görenlerdendi. “Sabretmeyenin başarıya ulaşamıyacağını” söylerdi. Tevekkül konusundaki titizliliği ile tanınırdı. Buna rağmen yanında mutlaka “iğne, iplik, matara ve bıçak” bulundurur, “bunlar tevekküle mâni değildir” derdi.
DÜNYASINI AĞLATMAYAN
O’na göre âlimlik rivâyet çokluğuyla ölçülmezdi. Gerçek âlim, ilmi az da olsa, ilme tâbi olan; yani öğrendiğiyle amel edendi, sünnet yoluna girendi.
Sordular:
– Vera nedir? Şu karşılığı verdi:
– Vera kızgınlık hâlinde de, hoşnutsuzluk zamanında da, Hakk’ı söylemek, Allah’ın hoşlandığı şeylere ilgi duymaktır, dünyaya fazla ilgi duymamaktır. Çünkü dünyasını ağlatmayan, âhır etini güldüremezdi.
Tama ile itmînân arasında ilgi kurar, sükûnete ermiş hoş bir gönle sâhip olmak için, elin boş olması gerektiğini söylerdi. Gönülden tama duygusu çıkınca nefsin ne tarafa meyledeceği önemli değildi.
KALBİN TEDÂVÎSİ
Kalbin tedâvîsi için beş şart öne sürerdi:
- Anlamını düşünerek Kur’an okumak,
- Mideyi daima boş bulundurmak, doldurmamak,
- Gece namazına devam etmek,
- Seherlerde Allah’a yalvarmak,
- Sâlihlerle oturup kalkmak.
Allah mümini emr-i ilâhîye gösterdiği titizlik ölçüsünde azîz kılardı, müminlerin kalbine, ona saygı duygusunu verirdi. Çünkü izzet ve saygınlık önce Allah’ın, O’nun ikramıyla Rasûlü’nün ve derece derece bütün inananlarındı (bk. el-Münafikun, 63/8).
O’na göre kalple işlenen suçun cezâsı cezâların en ağırıydı. Kalbin mânevî derecesi makamların en yücesiydi. Kalbin şerefi, şereflerin en üstünüydü. Kalb zikri, zikirlerin en değerlisiydi. Çünkü kalb zikri sayesinde nur-i ilâhî celbolunurdu. Kalb bu sâyede uyarı ve azarlama türünden hitab-ı ilâhîye mazhar olarak halâsı olduğunu anlardı.
FAKR HALİ
Fakirliği ve fukarâya hizmeti severdi. “Ben bu yolda her ne buldumsa fukarâya hizmette buldum” derdi.
O’na göre gerçek fakir, âlem bolluk içinde de yüzse hâlini bozmayandı. Kendi yokluğuna sabreden, sıkıntısını açığa vurmayandı. Lüks ve israftan kaçan, süslü şeyler giymekten hoşlanmayandı. Mütevâzî olmayı tercih edip her zaman Hakk ile sevinçli bulunandı. İhtiyaç duyduğu şeyin elinde bulunmaması kendini üzmeyendi. Fakr halini aziz bilen ve var gücüyle onu gizleyendi. Sahip olduğu nimetleri üstünde gösterendi. Mihnetleri de nimet sayandı. Mihnet ve sıkıntıyı nefsinden bilen ve daima ona yüklenendi.
Ona göre fakrın sahih olması için iki şart vardı:
- Allah’a güven,
- Her durumda Allah’a şükür.
Çünkü fakirin fakrı, nazarında Allah’ın vermesi ile mahrûm bırakması müsâvî olunca ancak kemâle ererdi.
Zenginlerle oturup kalkmayı fakirlere, gâfillerle düşüp kalkmayı âriflere yakıştıramazdı. Müridin, kendisine ayıplarını gösterecek birileriyle oturup kalkmasını, nazarıyla maneviyâtını harekete geçirecek kimselerle dost olmasını tavsiye ederdi.
Fakirde bulunması gereken şu on iki sıfatı sayardı:
- Allah’ın vaadine tam bir güven,
- İnsanlardan bir şey umup beklememek,
- İns ve cin şeytanlarına aldanmamak,
- Mâsivâyı gönülden çıkarmak,
- Halka şefkatli davranmak,
- İnsanların eziyetlerine katlanmak,
- İnsanları düşmanlığa değil, dostluğa çağırmak,
- Hakk karşısında boyun eğmek,
- Dâimâ mârifet-i ilâhiyye ile meşgul olmak,
- Devamlı surette abdestli bulunmak,
- Tek sermaye fakr; yani halka değil, Hakk’a muhtaç olmak,
- Azlıkta, çoklukta, beğendiği, beğenmediği herhalde rızâyı korumak.
Mal ve evlâdla övünmenin insanın rahatını kaçırdığını, ucüb; kendini beğenme sıfatının kişinin haddini bilmesine; kibrin doğruyu bulmasına mâni olduğunu, cimriliğin vera duygusunu öldürdüğünü söylerdi.
İLMİYLE ÂMİL ÂLİM
İlmiyle âmil âlimi, işin hakikatinden bahseden ârifi, gece namazına devam eden âbidi kalbinden hırs ve tama duygusunu def eden mürîdi sever ve överdi. Halkın içinde dünyayı kötüleyip yalnız başına kalınca dünyaya kul ve köle olmayı Allah’ın azabına sebep sayardı.
“Size azab gelmeden Rabbınıza inâbe edin ve O’na teslim olun” (ez-Zümer, 39/54) âyetindeki “inâbe”yi “senin, senlikten O’na dِnmendir” diye, “teslim olmayı” da “bilesin ki Rabbın sana senden daha şefkatlidir” şeklinde açıklardı. Ayetteki “azabı” ise “ayrılık azabı” olarak yorumlardı.
Üç şeyin müride âfet getirdiğini vurgulardı: “Para, kadın ve baş olma sevdası.” Bunlardan kurtulmanın yollarını da şöyle açıklardı: Para sevgisi vera hâli ile, kadın sevgisi, şehvet ve tokluk peşinde koşmamakla, baş olma sevdası münzevî yaşamakla terkedilebilirdi.
İLÂHÎ CEZBE
Sordular:
– Kişi, ilâhî dinlerken neden vecde gelip cezbeleniyor da, Kur’an dinlerken aynı vecdi çoğu zaman duyamıyor; harekete gelip cezbelenmiyor? Dedi ki:
– Kur’an, dinleyen üzerine ağır bir yük yükler. Dinleyen, o ağırlık altında takatsiz kalır. Nasıl vecde gelebilsin? İlâhî ise ِyle değil, Nefs ondan hoşlanır ve harekete gelir.
Kul, kِtü bir davranışını izâle etmeye kalktığında bir engelle karşılaşırsa bunu Allah’a verdiği sِzün sağlam olmayışında arasın. اünkü Allah’a olan ahdine teslimiyeti tam ve bu sِze bağlılığı sağlam olan kimsenin ِnüne kِtülükleri terk konusunda engel çıkamaz. Derdi ki: İnsanlarda az gِrülen şey, pişmanlık, ya da istiğfar değil, ahde vefadır.
Kendisini bir kِşede diz çِkmüş bir halde murakabede gِrenler: “Burada bِyle niye oturuyorsun?” diye sorduklarında şu karşılığı vermişti:
– Gidin başımdan, eğer zamane sultanları benim bu haldeyken aldığım haz ve tadı bilselerdi, hasedlerinden kılıçla üzerime yürürlerdi.
Gِkten yere inen hikmetin, içinde şu dِrt şey bulunan kalpte eğlenmeyeceğini sِylerdi: “Dünyaya güven, gelecek endişesi, mâlâyânî sevgisi ve hased”
FAKR EHLİNİN HÂLLERİ
Fakr ehli, ihlas ve huzûr-i kalb ile amel yapardı. Varlık tutkunu ise vesvese ve kalp dağınıklığından kurtulamazdı. Fakr ehlinin, marifet ve tevekküllerinin sağlamlığı sebebiyle, amel sırasında bedenleri zayıflardı. Çünkü onlar îman hakikatini kavrayarak amel ederdi. Dünya düşkünü zengin ise imandaki ve marifetteki zaaf haliyle ibadet ettiğinden hazz almazdı. Fakir Allah ile iftihar eder, mal sahibi zengin, malıyla övünürdü. Fakir dilediği yere gider, zengin ise malından ayrılamazdı, âdeta onunla bağlıydı. Fakir dünya ikbâlinden tiksinirdi. Dünya düşkünü zenginin amacı dünya ikbaliydi.
Şer’î hükümlere riâyet etmenin murâkabeyi murakabenin de gizli ve âşikâr ihlâs hâlini meydana getireceğini söylerdi.
Derdi ki:
Ârif mârifeti sebebiyle Allah’a bağlıdır. Diğer insanlar da karınlarından bağlıdır. Eşyaya fenâ gözüyle bakanın rahatı eşyadan sıyrılmaktır. Zaruret ölçüsünden başka eşyaya ilgi göstermez o. Kulun sabır konusundaki derecesi, mârifeti ölçüsündedir. Sabır, insanı mârifete erdirir. Sabreden kimse, sabrın acılığına katlanmalıdır ki sabredenlere verilecek sevaba erişebilsin. Allah’a yöneldiği halde kalbinde azık ve rızık endişesi taşıyan mürid felâh bulmaz ve böyleşinin teveccühü tam olmaz.
Çöllerde dolaştığı, seyahat ve riyazatla meşgul olduğu dönemlerde yanına sokulan bir bedevî ona şöyle çıkıştı:
– “Ey obur, nedir senin bu halin? Bilmez misin ki iddiâ sâhibi olmak sahtekârların kusurlarını ortaya vurur. Senin tevekkülle ne işin olabilir? Sen gönlünde kendine verilecek ikrâmı düşünüp dururken tevekkül ehli mi olunabileceğini sanırsın? Öyle yağma yok. Önce içini arıt!”
İLMİN GEREKLERİ
Derdi ki: İlim şu iki cümlede toplanmıştır:
- Allah senin gönlünden birşeyin kaygısını çıkarmışsa zorlanıp durma, rızık ve azık tasası çekme!
- Yapman gerekli farizayı sakın kaçırma! Sordular:
Sabır nedir? Şu karşılığı verdi:
Ölüleri diriltenin önünde sebat etmektir. Kitap ve sünnetin hükümlerini yerine getirmede gayret ve sebat göstermektir.
O’na göre sevgi, Sevgili’nin irâdesinde bütün irâde ve beşerî sıfat ve ihtiyaçların yok olmasıydı. Kişi mânevî hazz ve tadı seherlerde tazarru ve niyazlarda aramalıydı. Bunda haz bulamayan başkasında hiç bulamazdı.
Sordular:
– Tevekkül ehlinde de tama olur mu? Dedi ki:
– Beşerî sıfat ve tabiatın bulunduğu bir yerde tama hatırdan geçebilir ama, bunun zararı yoktur. Çünkü halkın elindekine göz dikmeyen tevekkül ehli gönle gelen tamaı defetmeye muktedirdir. - rahmetullahi aleyh -
Kaynaklar: Sülemî, s. 319-321; Ebû Nuaym, X, 325-331; Kuşeyrî, I, 147; Hücvîrî, s. 193-194; İbnul-Cevzî, IV, 98-102; Attâr, s. 599-609; İbnü’l-Mulakkın, s. 16-20; Cârnî, s. 136-139; Şârânî, I, 83; Münâvî, I, 328-333; Nebhânî, I, 388-390.