İç Organlarımız Nelerdir?

Akaid

İnsan vücudunda çeşitli organlar bulunur ve her birinin birer vazifesi var. Allah bu organları göğüs kafesimize muntazam bir şekille dizdi. Peki insanın iç organları nelerdir? 

İç organların yerleri ve görevleri:

1- KALP VE DOLAŞIM SİSTEMİ

İnsan her şeyiyle Yüce Yaratıcı’nın varlığına delildir. Değersiz bir sudan yaratılıp; gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, düşünen aklı vb. olması, kendisinin Allah Teâlâ’nın varlığına en büyük delil olmasıdır. İnsan, gerek iç organları, gerekse dış organları itibariyle hârika bir yaratıktır. İnsanın hârika bir yaratık olmasını daha iyi anlayabilmek için onu daha yakından incelemek gerekir.

Dolaşım sistemi, vücûdun her tarafına ulaşan dağıtım şebekesidir. Sistemin merkezi, aynı zamanda vücûdun da merkezi hükmünde olan kalptir. Göğüs boşluğunun sol tarafında yer alan kalp, otomatik bir cihazı andırır. Kalp, basit yapılı, fakat çok mühim bir vazife ifa eden bir organdır.

Kalbin pompaladığı kan, damarlar vasıtasıyla bütün vücûda dağılır. Yumuşak ve esnek bir yapıya sahip olan damarların enine kesitini incelediğimiz zaman, üç tabakadan meydana geldiklerini görürüz: En içte bir sıra epitel tabakası, onun üstünde damarın asıl kalınlığını meydana getiren kas tabakası ve en üstte de dış tabaka bulunur. Kas tabakası, kasılıp gevşeme ile kanın akış şiddetini ayarlar.

Kalbin pompalama faaliyetinin sonucu olarak belkemiği boyunca aşağı inen aorttan akan kan, atar damarlar vasıtasıyla vücûda dağılır ve kılcal damarlar yoluyla bütün dokulara ulaşır. Kılcal damarlarda dokularla temas eden kan, doku ve organlardaki hücrelerle oksijen ve besin alış verişi yapar. Bu alış veriş, kılcal damar çeperlerinden süzülme suretiyle olur.

Kandaki besin ve oksijen, ihtiyaç miktarınca dokulara aktarılır. Buna karşılık hücrelerde biriken artık maddeler ve karbondioksit alınarak akciğerlere ve böbreklere götürülmek üzere yola devam edilir. Kılcal damarlar dokuların arasına dağılarak meydana getirdikleri ağın devamında tekrar birleşirler ve toplar damarlar halinde kalbe dönerler. Atar damarların besin ve oksijen taşımasına karşılık, toplar damarlar, artık maddeler ve karbondioksit taşırlar. Bir başka deyişle atar damarlarda oksijeni bol, toplar damarlarda ise karbondioksidi bol kan dolaşır.

Bu dolaşım siteminin çalışmamasının ne denli büyük fâcialara sebep olacağı açıktır. Zira bu durumda sindirilen besinler vücûda dağılmayacaktır. Hücreler gıdasız ve oksijensiz kalacaktır. Hücrelerde cereyan eden hayâtî faaliyetlerin sonucu olarak biriken artıklar dışarı atılamayacak, gittikçe büyüyen artık ve karbondioksit yığınları, hücreyi çöplük haline sokup hayatın devamına imkân vermeyecektir. Bu esnada kalp de çalışamayacaktır. Demek ki, diğer bütün sistemler çalışsa bile dolaşım sisteminin kısa bir süre çalışmaması, hayatın sona ermesine sebep olacaktır. Bu vücut şehrini yapan, yaratan ve düzenli işleten bir Yüce İrâde’nin varlığı zorunlu olmaktadır.[1]

2- SİNDİRİM SİSTEMİ

Sindirim, ağızda başlar. Yiyecekleri dişlerimizle keser, parçalar, öğütür ve tükürük bezlerinin salgılarıyla hamur gibi yoğururuz. Tükürük bezlerinin salgısıyla iyice ıslanarak hamur haline gelmemiş bir lokmanın boğazımızdan geçmesi oldukça güç ve eziyet vericidir. Bir yiyecek görüldüğü, koklandığı veya tadıldığı zaman, tükürük salgılanmaya başlar. Tükürük bezlerinin harekete geçmesi çoğunlukla psikolojik bir olaydır. Korku, tiksinme vb. sebeplerle tükürük salgısı aksar ve lokmaları yutmak güçleşir.

Çiğneme işlemi tamamlandıktan sonra lokma, mideye inmek için, yaklaşık 25 cm uzunluğundaki yemek borusuna girmek üzere boğaza gelir. Bu “kavşak noktasında” lokmanın yanlış yola girmemesi için tertibat alınmıştır. Yutkunma ile birlikte solunum borusu küçük dil ile kapanır. Böylece lokmanın yemek borusundan aşağı doğru inmesi sağlanır. Baygın kimsede bu refleks meydana gelmeyeceği için ona yiyecek ve içecek bir şey verilmez.

Yemek borusundaki kasılma hareketleriyle lokma, aşağı doğru saniyede 2,5 cm hızla ilerler. Bu kasılmalar sayesindedir ki, baş aşağı duran bir kimsenin bile bir şey yemesi ve içmesi mümkün olabilmektedir.

Besinlerin yemek borusundan sonraki ilk durağı olan midenin kapasitesi 2,5 litre kadardır. Mide duvarını kuşatan kasların enine, boyuna ve halka şeklinde kasılmaları sonucunda besinler boza kıvamına gelir. Bu karışma ve kasılma esnasında mide, enzimler ve içinde hidroklorik asit bulunan bir su salgılar. Hidroklorik asit, “pepsin” adı verilen enzimin vazife yapabilmesi için gereklidir. Fakat halk arasında tuz ruhu adıyla bilinen hidroklorik asit, aslında midenin maddesini oluşturan etleri bile eritecek güçtedir. Yüce Yaratıcı, midemizi bu asidin etkisinden koruyacak bir başka sistemle donatmıştır. Bu sistem sayesinde sindirim esnasında salgılanan mukus” adlı bir madde, midenin duvarlarını kaplar ve onu hidroklorik asidin tahribatından korur.

İnsanın yaratılışı her parçasıyla hârikadır. Bunu bütün organlarda görmek mümkün olduğu gibi, midede de görmek mümkündür. Etten yaratılan bir torba içinde yine etler ve benzeri maddeler parçalanıp hazmedilmekte, fakat bu torba herhangi bir zarar görmemektedir. Bunu tesâdüfle açıklama imkânı yoktur. Gerek midenin hazmı için gerekli salgıda, gerekse o salgıdan mideyi korumak için ortaya çıkarılan karşı salgıda, hatasız bir hesap ve mükemmel bir kimyagerlik eseri görülmektedir. Bu hesabı ve kimyagerliği midenin hücrelerinde aramak abestir.

Hazım işlemi sırasında besindeki proteinler, mide salgısının en mühim enzimi olan pepsin vasıtasıyla, kendisini meydana getiren parçalara ayrılır. İnsan midesindeki hârika laboratuar, ilk insanın yaratılışından beri, mükemmel şekilde işlemektedir. Midedeki işlem bitince, yarı sıvı haline gelen besin, ince bağırsağa geçer. İnce bağırsağın sonuna ulaşıncaya kadar her türlü besin, ne kadar kompleks bir yapıya sahip olursa olsun, bir kaç basit kimyevî maddeye ayrılmış hale gelir: proteinler amino asitlere, yağlar yağlı asitlere ve gliserine, nişasta ve şeker glikoza ayrılır. Bütün bu girift işler, insan vücûdunda üç metre uzunlukta bir yer işgal eden ince bağırsaklar adlı küçük bir laboratuarda yapılır.

Bu ayırımdan sonra besinlerin işe yarayan kısımları, ince bağırsak çeperleri tarafından emilerek kana karışır. Kandaki yolculuk sırasında her maddenin “durağı” bellidir. Gözün ihtiyacı göze, kalbin ihtiyacı kalbe, ciğerlerinki ciğerlere gider. Geriye kalan posalar ise kalın bağırsağa geçerek dışarı atılır.

Bağırsaklarımızda, hazım faaliyetini kolaylaştırıcı şekilde çalışan bol miktarda bakteri yaşar. Antibiyotikler ise bu bakterilerin imhâsına sebep olduğundan, doktor tavsiyesi olmaksızın antibiyotik almak sıhhate zararlıdır.

İnce bağırsakla kalın bağırsağın birleştiği yerde apandis” bulunur. Apandis, mikropları toplayarak vücut sağlığına hizmet etmektedir. Apandisit, bu organımızın iltihaplanması sonucunda meydana gelen hastalıktır.

Toplam olarak besinin sindirim müddetini ele alırsak; yemek yedikten yaklaşık iki-üç saat sonra mide boşalmakta, dört saatte ince bağırsakların işi bitmekte ve besinin artıkları yirmi dört saat sonra dışkılanmaya hazır hale gelmektedir. Bütün bu faaliyetler esnasında bizim irâdemize bağlı olarak cereyan eden yegâne fiil, bir kaç dakikalık çiğneme işleminden başka bir şey değildir. Vücûdumuzda cereyan eden fevkalâde olayların çoğu, bizim haberimiz olmadan meydana gelmektedir. Demek ki bunlar bizim dışımızda bir Yüce Yaratıcı’nın işidir.[2]

3- BOŞALTIM SİSTEMİ

Besinler midede eritildikten ve ince bağırsaklarda emildikten sonra geride bir miktar işe yaramaz posa kalır. Bu posalar, vücudun başka hiç bir yeriyle temas ettirilmeksizin derhal kalın bağırsaklar ve anüs yoluyla dışarı atılır.

Kan, hücrelerde biriken artıkların böbreklere taşınması vazifesini ifa eder. Kandaki besin artıkları ve vücuda zararlı maddeler, böbrekler tarafından süzülür, idrar kanalı ve idrar kesesi vasıtasıyla dışarı atılır.

Böbreğe gelen kan içinde bulunan tuz, üre, ürik asit ve diğer maddeler, nefron borularının üst kısımlarındaki keseciklerde kümelenen kılcal damarlardan süzülür ve nefronlar yoluyla havuzcukta idrar halinde toplanırlar. İdrar kanalları vasıtasıyla idrar kesesine geçen idrar, zaman zaman dışarı atılır. Yarım litre idrarı rahatça depolayabilen idrar torbası (mesane) olmasaydı, devamlı olarak süzülen idrarın yine devamlı olarak vücuttan dışarı atılması gerekecekti.

İki böbreğin bir dakika içinde süzdüğü kan miktarı bir litredir. Buna göre, yaklaşık her beş dakikada bir, vücuttaki kanın tamamı süzülmüş olmaktadır. Kanın süzülüp temizlenmesi faaliyeti böyle düzen içinde devamlı ve hızlı bir şekilde yapılmazsa, insan hayatı ciddî tehlikelerle karşılaşır. İdrarı süzen filitrelerin düzenli çalışmaması, kandaki üre miktarının çoğalmasına ve üremi hastalığı’na sebep olur ki bu, ileri safhalarda öldürücü olabilen bir hastalıktır.[3]

İnsan vücûdunu asitlerden ve bazı zararlı tuzlardan tasfiye eden idrar cihazı “böbrek”lerden meydana gelir. Böbreğin çalışması, idrar bileşimlerini kandan ayıracak tarzdadır. Böbrek hücreleri, tasavvuru imkânsız bir hassasiyet derecesine sahiptir. Bu hücreler, kandaki çeşitli oran ve yoğunluktaki en küçük değişmeleri bile telâfi işini görür. Kandaki su oranı artınca, hücrelerin faaliyetleri artar ve bununla kanın su oranının normale dönmesi için idrar fazlalaşır. Böbrekler, kandaki bütün zararlı ve zehirli maddeleri ayırırlar.

Böbreklerde idrarı mesâneye nakleden iki kanal vardır. İlâhî sanatın cilvelerinden biri de, insanın duruşu nasıl olursa olsun, bu kanallardaki idrarın aksi yönde geri dönmeyişidir. İdrar cihazının sonu, idrarın dışarı çıktığı mesânedir.[4]

4- SOLUNUM SİTEMİ

Solunum faaliyeti, vücûda alınan besinlerin yakılarak enerjiye dönüştürülmesi için gerekli olan oksijenin alınıp hücrelerdeki yanma olayından sonra meydana gelen karbondioksitin dışarı atılmasıdır. Yüce Yaratıcı, solunum sistemi için vücutta özel organlar yaratmıştır. Kurulan sistem, son derece hassas kanunlarla işletilmektedir.

Vücûdun dışarıdan aldığı besinleri kullanabilmesi ve bu yolla hayatını devam ettirebilmesi için onları yakmaya ihtiyacı vardır. Ağız yoluyla alınan gıdalar, sindirim sistemi tarafından iyice hazmedildikten sonra, kana nakledilmektedir. Kan; protein, yağ, glikoz, amino asit vs. halinde kendisine nakledilen bu besinleri dolaşım sistemi vasıtasıyla vücut hücrelerine, her birinin ihtiyacı miktarınca dağıtır. Besini alan hücre, oksijen vasıtasıyla yakarak enerjiye dönüştürmek suretiyle bunu kullanır.

Solunum faaliyeti, havanın içeri aldığı pencereler olan ağız ve burunda başlamaktadır. Burun içinde filitre sistemleri yaratılmıştır. Burun duvarlarında bulunan kıllar ve içerideki yapışkan sümük maddesi, içeri giren havadaki tozları yutmak suretiyle süzme işini gerçekleştirir. Ayrıca burun içinde kıvrımlar yaratılmak suretiyle havanın bu kıvrımlardan geçerken ısınması temin edilmiştir. İçeri giren hava, nemlendirilmiş ve toz topraktan arınmış şekilde yutağa gelir. Ağız boşluğu ve yutak, sindirim sistemi içinde de vazifelidir.

Hava, yutaktan nefes borusuna geçer. Yaklaşık 25 cm boyunda ve 2,5 cm çapında olan nefes borusu, halkalar halinde yapılmış olup iç kısmına titrek tüyler yerleştirilmiştir. Bu tüylerin yaratılmasıyla, nefes borusu içerisine kaçma ihtimali bulunan yabancı maddelerin dışarı atılması için bir emniyet tedbiri daha alınmıştır.

Nefes borusu, dördüncü omur hizasında iki kola ayrılmıştır. Bronş” denen bu kolların her biri, göğüs boşluğunu dolduran akciğerler içerisine dallanarak dağılırlar. Bu incecik dalcıkların sayısı çok fazladır. Bronşcuk” diye adlandırılan bu dallar, alveol” isimli küçücük keselerde son bulur.

Göğüs boşluğunun her iki tarafında yer alan akciğerlerden sağdaki  üç, soldaki ise iki parçadan oluşur. Bu parçaların her birine “lob adı verilir. Sol akciğerdeki üçüncü lobun yerini, kalp almıştır. İçi her an hava ile dolup boşalan alveollerin her birinin etrafı kılcal damarlarla kuşatılmıştır. Alveol kesesiyle kılcal damarlar arasındaki mesafe, milimetrenin binde birinden daha azdır.

Kalbin sol kulakçığına gelen kirli kan, sağ karıncıktan akciğer toplar damarıyla akciğere gelir. Gelen kan, kılcal damarlar vasıtasıyla bütün akciğere dağılır. Derin nefes alınca bütün alveoller hava ile dolar. Kılcal damarlarda bulunan kan ile hava arasında bir gaz alış verişi cereyan eder. Kandaki karbondioksit havaya, havadaki oksijen de kana geçer. Bu alış veriş esnasında muazzam fizik ve kimya kanunları işletilmektedir. Aynı kanunların işleyişi, kan, vücut hücrelerini dolaşırken onlarla arasında geçen gaz alış verişi esnasında da görülür.

Besinlerin yakılarak hayatın devamı ve vücut ısısının temini, bu faaliyetlerin düzenli bir şekilde yürütülmesiyle mümkün olmaktadır. En küçük bir aksama hayatın durmasına yol açar. Yenilen bir lokma, yanlışlıkla nefes borusuna kaçsa, hemen dışarı atılmazsa -Allah korusun- insan nefessizlikten ölebilir.

Nefes alıp verirken göğsümüz genişleyip kabarır, sonra tekrar normal hale döner. Göğüs kafesimizin bu esnekliği, kaburga kemiklerimizin esnek olmasındandır. Ayrıca nefes aldığımız anda kaburgalar arası kaslar, diyafram ve bir kısım göğüs kasları çalışır. Bu kasların birlikte çalışması sonucunda akciğerlerimiz göğüs kafesi içinde rahatlıkla genişleyebilmektedir. Akciğerleri genişleme kabiliyetinde yaratan Yüce Yaratıcı, göğüs kafesini de bu genişlemeye imkân verecek şekilde yaratmıştır.

Nefes yoluyla vücuda giren, kanı temizleyen ve vücut ısısının ve enejisinin temininde vazife gören hava, dışarı çıkarken de nefes borusunun kenarındaki ses tellerini titreştirmek suretiyle sesin oluşumunu temin eder. İçeri giren hava ile dışarı çıkan hava aynı yollardan geçtikleri hâlde birbirine karışmaz. Vücuttaki karbondioksiti alarak kirlenen hava, içeri giren temiz havayı kirletmeksizin dışarı çıkar. Bu hârika fiil elbette kendiliğinden meydana gelmemektedir. Bunu yapan, yaratan bir Yüce Kudret vardır. İnanmak için mûcize arayan insanlar, sadece kendi vücutlarına ibret nazarıyla baksalar milyonlarca mûcizeyi hemen göreceklerdir.[5]

5- İSKELET SİSTEMİ

Her biri ihtiyacımıza göre ölçülüp biçilmiş irili ufaklı 206 kadar kemikten meydana gelen iskelet sistemimizin vücutta başlıca üç vazifesi vardır:

1) Vücûda dayanak teşkil etmek ve diğer organları korumak.

2) Sinir ve kas sistemlerinin irtibatını sağlamak.

3) Vücûdun hareketleri için manivela vazifesi görmek.

Vücut binasının direği olan omurga, iskeletin en mühim kısımlarından birini teşkil eder ve 33 omur kemiğinden meydana gelir. En üstteki servikal vertebra (boyun omuru)” denilen kısım, yedi omur kemiğinden meydana gelmiştir. Başımızı tutan bu kemikler, başın kendi ekseni etrafında 180 derece dönmesine imkân verecek şekilde yaratılmışlardır. Bu sayede aşağıyı, yukarıyı ve yanlarımızı görmek için bütün vücudumuzu döndürmek gibi bir zahmete katlanmaksızın sadece başımızı çevirmemiz yeterlidir.

Kaburga kemikleri, üstteki yedi omurun altında bulunan on iki sırt omuruna bağlanmışlardır. Bu 12 omur, hareket kabiliyetine sahip değildir ve zâten hareket etmelerine ihtiyaç da yoktur.

“Lomber vertebra” adıyla bilinen alttaki beş omur asıl belkemiğimizi meydana getirir. Bundan sonraki beş omur sağrı, son dört omur ise kuyruk sokumunu oluşturur.

Omuriliği zedelenmekten korumak, omurganın en mühim vazifeleri arasındadır. Sinir sisteminin en mühim organlarından olan omuriliğin zedelenmesi ömür boyu sakatlık ve felç hallerine sebep olabilir. Bu yüzden, bu çok mühim organımız üç tabaka zardan ve en dışta omurgadan meydana gelen çok sağlam ve güvenli bir mahfaza içine alınmıştır. Ayrıca bu tabakaların arasını dolduran bir sıvı, omuriliği dışarıdan gelmesi muhtemel darbelere karşı koruma vazifesini üstlenmiştir.

Her adım atışımızda omurgamızı meydana getiren omurlar birbiri üstünde hareket eder. Bu sürekli hareket ve sürtünme, omurların aşınmasına sebep olabilir. Bunu önlemek için her bir omur arasına disk denen dayanıklı kıkırdaklar yerleştirilmiştir. Bu diskler amortisör vazifesi görür. Arabalardaki amortisör, bu disklerin taklidinden başka bir şey değildir..

Kemikler vücudumuzun taşınması ve korunması gibi çok mühim vazifeler ifa ederler. Bundan dolayı bu işe en uygun bir kapasitede ve sağlamlıkta yaratılmışlardır. Anormal durumlar karşısında yüklenmek zorunda kalabileceği işler de hesaba katılarak ona göre sağlam ve elastikî bir şekilde yaratılmıştır. Vücûdumuzun hangi organının ne kadar harekete ihtiyacı varsa, o hareket imkânını sağlayacak bir sistem o organda kurulmuştur.

Bütün makinalar gibi insan iskeletindeki eklemlerin sürtünme ve aşınmayı önlemek için devamlı surette yağlanmaya ihtiyacı vardır. Eklemlerimizde bu ihtiyaç, özel bir sıvı ile karşılanmaktadır. Bu ihtiyacın, elimizin erişmediği yerlerde ve hiç haberimiz olmaksızın eksiksiz karşılanması, bu işlerin sonsuz bir bilgiye sahip ve vücûdumuzu bizden daha fazla özenle koruyan bir Mühendis tarafından yürütüldüğünü gösterir. O Mühendis, Yüce Yaratıcı’dır.[6]

6- BEYİN

Beyin ve omurilik, merkezî sinir sistemini meydana getirir. Üç tabaka zarla kuşatılarak kafatasına yerleştirilen beyin, yarım küreler halinde yaratılmıştır. Her biri kendi arasında loplara ayrılan yarım kürelerin altında da orta beyin, beyincik ve omurilik soğanı yer almıştır.

Yarım küreler ayrı ayrı incelendiklerinde her ikisinin de boz renkli bir kabukla sarılmış olduğu görülür. Beyin kabuğu denen bu yarım santim kalınlığındaki kabuğun içinde de ak madde bulunur. İki yarım küre, ak maddeden yapılmış iki köprü ile birbirine bağlanmıştır. Yaklaşık 1200-1400 gram ağırlığında olan insan beyninin hücreleri arasında milyarlarca bağlantı kurulmuştur. Beynin faaliyetleri bu bağlantılar sayesinde mümkün olmaktadır.

Rûhî faaliyet ve kabiliyetlerimizin madde âlemindeki çekirdek ve üsleri beynimize yerleştirilmiştir. Beyin; 1) İrâdî hareketler, 2) Zekâ ile ilgili faaliyetler,

  • Beş duyu olmak üzere üç ana grupta toplanabilecek faaliyetlerin Zekâ, hâfıza, öğrenme, yazı yazma, konuşma, hayal v.s. kabiliyetler beyin tarafından idâre edilir. Ayrıca vücut organlarının, doku ve kaslarının düzenli çalışması da beynin faaliyetlerine bağlıdır. Beynin sağ yarım küresi vücudun sol yarısını, sol yarım küresi de vücudun sağ yarısını idâre etmektedir.

Beyin yarım kürelerinin alt arka kısmında beyincik yer alır. Beyinde olduğu gibi dışta boz, içte ak maddeden meydana gelen beyincik, vücut dengesinin sağlanmasında, hareketlerin düzenli yapılmasında ve kasların gergin durmasında vazife yapar.

Beynin altında omurilik soğanı bulunur. Beyni omuriliğe bağlayan omurilik soğanı ak maddeden yapılmıştır. Ak madde içine yer yer boz çekirdekler yerleştirilmiştir. Vücuttaki hayâtî faaliyetlerin merkezleri, omurilik soğanında bulunur. Solunum, dolaşım, boşaltım ve vücut metabolizmasıyla ilgili faaliyetler omurilik soğanı tarafından idâre edilmektedir.

Omurilik soğanının devamı olarak omur kemikleri boyunca, omur kanalı içerisinde uzanan omurilik, merkezi sinir sisteminin ikinci organıdır. Boyu, 45-50 cm kadardır. Omurilikten dağılan sinirler, organların hareketinde ve duyuların alınmasında vazife yaparlar.

Omuriliğin vazifeleri şunlardır:

1) Beyinden vücûda dağılan sinyallere geçitlik yapmak.

2) Vücudun iç organlarının ve salgı bezlerinin faaliyetlerini kontrol ve idâre etmek.

3) Refleks hareketlerini yaptırmak. Omurilik bu faaliyetleri yürütürken beyin, beyincik ve omurilik soğanıyla da işbirliği halindedir.

Beyin ve omurilik soğanındaki merkezlerin idâre ve kontrol faaliyetlerinin bütün vücûda ulaştırılması için yaratılan sinirler, bütün vücûdu bir ağ halinde sarmışlardır. Sinirler, nöron hücrelerinin uç uca gelmesiyle meydana gelmişlerdir. Bu sıralanma şu şekilde gerçekleşmektedir: Dendrit, hücre, akson; dendrit, hücre, akson…203

Vücut organlarının hareket ve faaliyetleri motor sinirler tarafından iletilen sinyallerle yürütülür. Dolaşım ve solunum gibi hayâtî faaliyetlerden tutun, salgı bezlerinin çalışmasına, kalbin işleyişine ve kasların hareketine kadar bütün vücut faaliyetleri merkezî sinir sistemini meydana getiren beyin ve omurilik tarafından, motor sinirler vasıtasıyla idâre edilir. Bütün bu faaliyetler, bizim irâde ve isteğimiz dışında cereyan etmektedir. Demek ki bütün bu faaliyetleri yapan, yaptıran, yöneten bir Yüce Zât vardır.[7]

Görüldüğü gibi sinir sistemi, bütün vücut faaliyetlerine karışan ve organları idâre eden fevkalâde mühim bir sistemdir. Bu sistemde meydana gelen aksaklıklar çok ciddî hastalıklara sebep olmaktadır. Meselâ -Allah korusun- felç halinde vücûdun hiç bir tarafı tutmaz. Hasta yürüyemez, konuşamaz. Felcin sebebi, çeşitli beyin ve sinir hastalıkları yüzünden sinir sisteminin işlemez hale gelişidir.

İnsanlarda beliren akıl ve ruh hastalıkları, beyindeki ilgili merkezlerde yol açtığı tahribata göre gruplara ayrılır.

Sinir sistemi, insan vücûdunun en esrarlı ve karmaşık sistemidir. Sistemin merkezi olan beyni ele alacak olursak, bu organımız henüz sadece kıyıları keşfedilmiş büyük bir kıtayı andırır.

Bir insan, hayatı boyunca beynini ne kadar çalıştırırsa çalıştırsın, beyindeki sinir hücrelerinden ancak küçük bir kısmını kullanmış olur.

İlk insanların beyinleri de bizimkilerden farklı değildi. Halbuki onlar hayatın gereklerini yerine getirmek için beyinlerinin pek az bir kısmını kullanıyorlardı. Bugün ise insanlar bilgi ve teknoloji çağını yaşıyorlar. Buna rağmen yine beyinlerinin tamamını kullanmaları söz konusu değildir. Yani insan beyni Kıyâmete kadar insanlara çok şey öğretecek, kazandıracaktır. İnsanoğlunun öğrenmek ve ilerlemek için yaratılmış olduğu, insan beyninin husûsiyetlerinden de anlaşılmaktadır.[8]

7- KARACİĞER

Karın boşluğunun sağ üst kısmında yer alan karaciğer, 1,5-2 kg ağırlığıyla vücûdumuzdaki bezlerin en büyüğüdür. 400’den fazla vazifesi vardır.

Akciğerlerdeki gibi “lop” adı verilen dört parçadan meydana gelen karaciğer, ince bir zarla örtülmüştür. Mikroskop altında yapılan incelemeler sonucunda, karaciğerin milyonlarca lopçuktan meydana geldiği görülmüştür. Bu lopçukların aralarında kanallar ve boşluklar bırakılmıştır.

Karaciğer hücreleri çok iş gördükleri için bol kana ihtiyaçları vardır. Bu yüzden karaciğer, çok yaygın bir damar ağıyla örülmüştür. Mide, ince bağırsak ve dalaktan gelen toplar damar karaciğere uğradığı gibi, aorttan ayrılan bir atar damar kolu bilhassa karaciğerin beslenmesi için tahsis edilmiştir.

Bu hârika laboratuarın gördüğü işlere kısaca bir göz atarsak, ne kadar titiz, çalışkan ve becerikli olduğunu görürüz. İnce bağırsakta emilerek kan yoluyla gelen besinler, maden tuzları ve vitaminler, karaciğer tarafından depo edilir. İhtiyaç anında derhal vücuda yarayışlı hale getirilerek gereken bölgeye sevk edilir. Glikojene dönüştürülmüş şeker, yağ asitleri ve amino asitler, vücut tarafından kullanılmaya hazır hâlde, karaciğerde bekletilir. Metabolizmik faaliyetler esnasında ortaya çıkan bazı artıklar ve zehirli maddeler parçalanarak zararlı hale gelmeleri önlenir.

Karaciğer, safra denen salgıyı çıkarır. Karaciğer hücreleri tarafından imal edilen safra, hücre aralarındaki kanalcıklardan süzülerek safra kanalı vasıtasıyla on  iki  parmak  bağırsağına  dökülür.  Bağırsakları  nemli  tutarak  emilmeyi kolaylaştıran ve yağların sindirimine yardımcı olan safra, ayrıca karaciğer hücreleri tarafından süzülen zehirleri, bağırsak yoluyla dışarı atar. Salgılanan safranın bir kısmı safra kesesinde depo edilir. Ameliyatla safra kesesi alınan hastaların sindirim sistemi, yağlı gıdaları hazmedemediğinden, bir çok yiyeceği bu hastalar yiyemez.

Karaciğer hücreleri safrayı, karaciğerde ölen alyuvar hücrelerinden imal ederler. Demek ki alyuvar hücreleri kandaki vazifelerini bitirdikten sonra başıboş bırakılmamakta, bu defa kendilerine daha başka bir vazife verilmektedir. Bütün evrende olduğu gibi insan vücûdunda da en küçük bir israf görülmüyor.

Kan şekerini ayarlama vazifesi de karaciğerin üzerindedir. Beyindeki şeker ayarlama merkezinin talimatlarına göre çalışan böbrek üstü bezi ve pankreasın salgıları, karaciğerin glikoz üretme faaliyetini idâre eder. Bu mekânizmanın düzenli çalışmaması halinde, meselâ karaciğer fazla miktarda şeker imal ederse, şeker hastalığı meydana gelir.

Karaciğerin kendi kendini onarma kabiliyeti de vardır. Bir kısmı alınsa, kalan diğer hücreler hızlı bir şekilde çoğalarak eksik kısmı tamamlarlar. Karaciğerin ayrıca kansızlığı önleyen B12 vitamini ve zaman zaman akyuvar imâl etme vazifesi de vardır.

Böyle fevkalâde mühim vazifeler üstlenen bu hârika organı biz yapmadık ve biz çalıştırmıyoruz. Bizim haberimiz olmadan kendisi 400’ü aşkın vazifeyi hiç aksatmadan yerine getiriyor. İnsanın bütün organları gibi karaciğer de Allah’ın hârika bir yaratığıdır.[9]

8- SALGI BEZLERİ

Salgı sistemini oluşturan ve imâl ettikleri sıvılarla vücûdun bir çok faaliyetlerinde etkili olan bezler, dış ve iç salgı bezleri olmak üzere iki ana grupta incelenmektedir:

Dış salgı bezleri, salgılarını bir kanal vasıtasıyla belli bir organa veya sahaya boşaltırlar. Meselâ safrasını on iki parmak bağırsağına boşaltan karaciğerle, sindirim esnasında ince bağırsaklara salgı gönderen pankreas, dış salgı bezlerindendir. Derideki ter ve ağızdaki tükürük bezleri de dış salgı bezlerindendir.

İç salgı bezleri ise, salgıladıkları sıvıları doğrudan doğruya kana intikal ettirerek bir çok hayâtî faaliyetlere geniş ölçüde etki ederler. Beslenme, kan dolaşımı, vücut ısısının ayarı, büyüme, vücuttaki protein, şeker, tuz vb. madde dengelerini ayarlama gibi daha pek çok hayâtî faaliyetin düzen içinde yürütülmesini sağlayan bu bezlerdir.

Salgı sistemini meydana getiren bezler, vücut dengesinin korunmasında hayâtî önem taşımaktadırlar. Her an milyonlarca doğum ve ölüm olayının meydana geldiği, her hücresinde sayısız hayâtî faaliyetin birbirine zarar vermeksizin ve mevcut hassas dengeyi bozmaksızın cereyan ettiği vücûdumuzda, hayat ve intizamın devam etmesinde, salgı bezlerinin rolü büyüktür. Yine bu çok mühim olayların cereyanı bizim bilgimiz ve irâdemiz dışında meydana gelmektedir. Demek ki bunları bizim dışımızda bir yapan Yüce Yaratıcı vardır.[10]

9- LENF SİSTEMİ

Lenf sistemi, insan vücûdunun koruma hattıdır. Yetişkin bir insan vücûdunun üçte ikisini su oluşturur. Hücre stoplazmalarına ve hücre arası boşluklara dağılmış bulunan su, anatomi dilinde vücut sıvısı olarak adlandırılır.

Vücut sıvısının büyük bir kısmı lenf sisteminde bulunur. Lenf sisteminin belli başlı vazifeleri şunlardır: 1) Vücut sıvısının hücre arası boşluklara düzenli bir şekilde dağıtılmasını sağlamak. 2) Kan damarlarıyla getirilen besin moleküllerinin hücrelere ulaşması için aracı vazifesi yapmak.[11] 3) Vücuda giren mikropları lenf düğümlerinde tutarak zararsız hale getirmek.

Lenf sistemi, dolaşım sistemini andırır bir tarzda dallanarak hücre aralarına dağılmıştır. Lenf sistemi içerisinde sadece akyuvar ve bazı besin maddeleri taşır. Alyuvarları olmadığı için donuk sarı renktedir. Bu yüzden lenfe akkan da denir. Koltuk altlarında, dizlerde, dirseklerde, kasıkta, boyunda ve karında bulunan lenf düğümleri, lenf sıvısı içindeki zararlı bakterileri süzerek alıkoyarlar ve zararsız hale getirirler. Lenf düğümlerinin ikinci vazifesi, akyuvar imâl etmektir. İmâl edilen bu akyuvarlar, lenf sıvısı vasıtasıyla kana iletilirler. Lenf düğümlerinin üçüncü vazifeleri, vücûdun ikinci bir bakteri hücumuna karşı koymasına yardımcı olan bazı proteinler imâl etmektir ki, dalak ve bademcikler gibi bazı organlar da aynı işi yaparlar.

Lenf sisteminin bir diğer vazifesi, ince bağırsaklarda emilerek sindirilen yağları toplar damarlara ulaştırmaktır. Lenf sistemi, vücûdu düşmanlara karşı koruyan akyuvar askerlerinin mevzilendikleri bir savunma hattı olduğu gibi, besinlerin hücrelere ulaşmasında mühim vazifeler ifa eden bir sistem olarak vücûdumuza yerleştirilmiştir.[12]

10- GIRTLAK

Yüce Allah gırtlağı ses çıkarmaya elverişli şekilde yaratmıştır. Dilin hareket ve duruşları ayarlıdır. Harflerin yer değiştirdiği çeşitli kanallarda konuşma yolu genişlesin diye ses kesilir. Sesler değişik olsun diye gırtlak dar, geniş, sıkı, yumuşak, katı maddeli, kısa, uzun vb. şekillerde yaratılmıştır. İki ses birbirine benzemez. Bu sebeple insanlar sesleriyle tanınabilirler.[13]

[1] Mustafa Nutku ve , a.g.e., s. 22-28.

[2] Mustafa Nutku ve , a.g.e., s. 29-30.

[3] İmâm Gazzâlî, Varlıkların Yaratılış Hikmetleri, 57.

[4] Mustafa Nutku ve ark., g.e., s. 31-35.

[5] Mustafa Nutku ve ark., g.e., s. 36-39.

[6] Dendrit ve akson, sinir hücrelerinin birbiriyle irtibâtını sağlayan uzantılardır.

[7] Mustafa Nutku ve ark., g.e., s. 44-47.

[8] Mustafa Nutku ve ark., g.e., s. 48-50.

[9] Mustafa Nutku ve ark., g.e., s. 51-54.

[10] Mustafa Nutku ve ark., g.e., s. 55-61.

[11] Lenf sıvısı olmasaydı, hücre arası boşluklar bakterilerle, protein ve yağ parçacıklarıyla tıkanacıktı.

[12] Mustafa Nutku ve ark., g.e., s. 63-64.

[13] İmâm Gazzâlî, g.e., s. 57.

Kaynak: Prof. Dr. Mehmet Bulut, Delilleriyle İslam Akaidi, Erkam Yayınları