İdarecilerin Mesûliyeti
Herhangi bir şekilde insanların önünde bulunan kimseler ve bilhassa idâreciler, amellerine ve gönüllerindeki temâyüllere daha fazla dikkat etmek zorundadırlar. Çünkü onların en küçük bir zaaf ve hatâsı, katlanarak büyümekte ve toplumu çepeçevre kuşatan bir girdap hâline gelmektedir.
Hak yolunda ön saflarda bulunmak, hem bereketli hem de mes’ûliyetlidir. Zira önde bulunanların güzellikleri etraflarına tesir ettiği gibi, bunun zıddına yanlışlık ve çirkinlikleri de etrafları tarafından doğru telâkkî edilerek taklîd edilebilir.
Meşhur hikâyedir; anne yengeç yavrusuna:
“–Neden böyle yan yan yürüyorsun yavrum! Düzgün yürüsene!” der.
Yavru yengeç ise şu karşılığı verir:
“–Peki anne! Önce sen önümde düzgünce yürü, ben seni takip ederim.”
Bu hakikat, küçücük bir âile yuvasında olduğu gibi, cemiyet hayatında, hattâ devlet idâresinde bile geçerlidir. Tarih bunun sayısız misalleri ile doludur.
Meselâ adâlet, doğruluk ve istikâmetiyle “beşinci halîfe” nâmıyla yâd edilen Ömer bin Abdülaziz’den önce hüküm süren iki Emevî hükümdarından biri, lüks binalara meraklıydı. Onun devrinde insanlar da ondan emsâl alarak emlâk ve bina merakına düştüler. Meclislerde ve mahfillerde devamlı dünya metâlarından bahsedilir oldu. İnsanlar birbirlerine güç gösterisi yapmak meyliyle, süslü evler ve köşkler yaptırmakta yarışarak israf musîbetine dûçâr oldular. Bir diğer hükümdar ise yiyip içmeye, harem hayatına ve eğlenceye düşkün biriydi. Onun zamanındaki insanlar da yeme-içme, eğlence ve hevâ-hevesleriyle vakitlerini israf ederlerdi.
Ömer bin Abdülazîz ise takvâ sâhibi, âbid ve zâhid bir mü’mindi. Onun döneminde halk, ibâdet, tâat ve infakta yarışır hâlde idi. Meclislerde; “Bu gece evrâdın ne idi, Kur’ân-ı Kerîm’den kaç âyet hıfzettin, bu ay kaç gün oruç tuttun, ne kadar infakta bulundun?” gibi ifâdelerle sohbet ederlerdi. Böylece insanlar birbirlerine nasihat edip hayra teşvik ederlerdi. [1] Yine Ömer bin Abdülaziz’in iki buçuk yıllık kısa, fakat bereketli ve adâletli iktidârı döneminde insanlar zekât ve sadakalarına ihtimam göstermişler ve tarihte ilk defa şâhid olunan bir şekilde, zenginler zekât verecek fakir bulamamışlardır.[2]
O hâlde herhangi bir şekilde insanların önünde bulunan kimseler ve bilhassa idâreciler, amellerine ve gönüllerindeki temâyüllere daha fazla dikkat etmek zorundadırlar. Çünkü onların en küçük bir zaaf ve hatâsı, katlanarak büyümekte ve toplumu çepeçevre kuşatan bir girdap hâline gelmektedir.
Bir gün İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri çamurda yürüyen bir çocuğa rastlamıştı. Ona merhamet ve şefkatle tebessüm ederek:
“–Evlâdım, dikkat et de düşmeyesin!” dedi.
Çocuk da, zekâ ve basîret parlayan gözleriyle İmâm’a döndü ve kendisinden pek de beklenmeyecek şu ibretli mukâbelede bulundu:
“–Ey İmam! Benim düşmem basittir, düşersem yalnız ben zarar görürüm. Fakat asıl siz dikkatli olunuz. Zira eğer sizin ayağınız kayacak olursa, size tâbî olup peşinizden gelenlerin de ayağı kayar ve düşerler ki, bunların hepsini kaldırmak oldukça zordur.”
Çocuğun sözlerine hayran kalan İmam, nemli gözlerle talebelerine döndü ve:
“Şâyet bir meselede size daha kuvvetli bir delil ulaşırsa, o hususta bana tâbî olmayınız. İslâm’da kemâlin alâmeti budur. Bana olan sevgi ve bağlılığınız da ancak bu şekilde ortaya çıkar...” buyurdu.
İDARECİLER TOPLUMUN AYNASIDIR
Aslında idâreciler, toplum kumaşından kesilmiş bir parçadırlar. Onlar toplumun aynası, toplum da onların aynasıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Siz nasılsanız, öyle idâre olunursunuz.” buyurmuşlardır. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 82)
Bu yüzden Cenâb-ı Hak, biz kullarından bir “takvâ toplumu” oluşturmamızı ve takvâ sahibi kimselerin topluma rehberlikte bulunmasını arzu etmektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“(O mü’min kullar): «Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine rehber kıl!» derler.” (el-Furkan, 74)
Çünkü takvâ sahibi fertlerden oluşan bir toplum, kendisine rehberlik eden kimselerin doğru istikâmetten ayrılmasına müsâade etmez. Nitekim ümmet-i Muhammed’in en fazîletlisi ve ilk halîfesi olan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- halîfe seçildiği gün halka şöyle hitâb etmişti:
“Ey insanlar!.. En fazîletliniz olmadığım hâlde sizin başınıza halîfe seçilmiş bulunuyorum. Şâyet vazifemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz. Yanlış hareket edersem bana doğru yolu gösteriniz… Allâh’a itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Şâyet Allâh’a isyan edersem, bana itaat etmeniz söz konusu olamaz. Allâh’ın rahmeti üzerinize olsun.” (İbn-i Sa’d, III, 182-183)
Diğer taraftan, günahlara batmış bir toplum da, takvâ sahibi birini önünde görmek istemez. Zira herkes kendi cinsiyle ülfet eder. Karga tıynetliler, kokuşmuş lâşelerden haz duyarlar. Onların, gül ve amberin eşsiz râyihasından alacakları bir haz yoktur. Bilâkis bundan rahatsızlık duyarlar. Nitekim Lût -aleyhisselâm-’ın sapkınlık içindeki kavmi, toplumlarındaki ahlâklı insanlardan rahatsızlık duymuşlar ve sefâletlerini saâdet zanneden bu sefihler gürûhu, o sâlih insanları; “–Siz çok temizseniz bu diyardan çıkıp gidin!” diye tehdit etmişlerdir.
TOPLUMLARA REHBERLİK EDEN SALİHLER
Netice olarak diyebiliriz ki; fazîlet dolu gönüllerini insanlığa sergileyerek toplumlara rehberlik eden sâlihlerin ömürleri, fânî hayatlarından sonra da devam eder. Onların kabirleri, insanlığın sînelerindedir. Peygamberler ve onları tâkip eden Allah dostları, bunun en güzel misalleridir. Onların rûhâniyet ve nasihatleri bizim varlığımıza karıştıkça, sefih kimselerin zehirleri bizlere zarar veremez. Büyük ruhların sevildiği gönüllerde, meyvesi ebedî bir hayat olan filizler yeşerir, gerçek saâdet yaşanır. Onların rûhânî dokusundan mahrum gönüller ise çorak kalır. Hisler yavanlaşır.
Bir zamanlar yeryüzünde, fazîletin zirvesinde, inancın vecd ve istiğrâkında beşeriyete rehberlik etmiş kimseler dolaştı. Bugün ise, yüreksiz cübbeler ortalığı kapladı. Devrimiz, kendisini Hakk’a adayan kurtarıcılara muhtaç... Onların hasreti içinde… Zira düşen düştüğünün, devrilen devrildiğinin farkında değil!.. Aydınlık görmemiş gözler, güneşi ve mehtâbı ne bilirler!.. Hele iç dünyalarını:
“Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr (ateş)” diyen şâirin tasvir ettiği sefâlete terk edenler, ne kadar acınacak hâldeler!..
Velhâsıl globalleşen dünya, ruhları erite erite bitirmektedir. Toplumların umûmî manzarası, sâlih bir kılavuzun rehberliğinden mahrum, bedbaht bir kâfilenin hasta ve aksak gidişâtını hatırlatmaktadır. Bizim uyanış ve silkinişimiz, ancak nefsâniyetini bertaraf ederek ölümsüzlüğe ermiş olan yüce şahsiyetlerin rûhâniyetine yaklaşmak ve o gönül erlerini kendimize rehber edinmekle mümkündür. Bu ise, onların nasihatlerine gönül verip onların izinden yürümeye bağlıdır. Hak dostu Mevlânâ Hazretleri, bu hususta lâzım olan gerçek tahsili ne güzel ifâde eder:
“Beni anlamak, duymak, derinleşmek ve gerçeği okumak istersen, benim gibi olmalısın!..”
[1] Bkz. Taberî, Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Kâhire 1939, V, 266-267; Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, İstanbul 1976, I, 717.
[2] Saîd Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, Beyrut 1980, s. 434.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Bir Nasihat, Binbir İbret, Erkam Yayınları