İfk (iftira) Hadisesi Nedir?

İfk hadisesi; İslâm tarihinde Peygamber Efendimizin zevcesi ve müminlerin annesi Hz. Âîşe validemiz hakkında münâfıklar tarafından uydurulan iftiradır.

Müreysî Gazvesi’nden dönüşte idi. Allâh Rasûlü’nün zevce-i pâki Hazret-i Âişe (r.a.) ordunun konakladığı yerden, ihtiyaç için biraz uzaklaşmıştı. Döndüğünde ise ordu çoktan hareket etmiş bulunuyordu. Çünkü o sıra tesettür âyeti inmişti ve mü’minlerin anneleri, bir yere giderken devenin hörgücü üzerine konan ve hevdec adı verilen hücre içinde götürülmeye başlanmıştı. Bu sebeple ordu hareket ettiğinde, mü’minlerin annesi Hazret-i Âişe (r.a.) de devenin üzerindeki hevdecde zannedilmişti.

İFK HADİSESİ NASIL OLDU?

Hazret-i Âişe vâlidemiz, ordunun ardına düşüp kaybolmaktansa, bulunduğu yerde beklemeyi tercîh etti. Hafiften uykuya daldı. O sırada kâfileden geri kalanları toplamakla vazîfeli bulunan Safvân bin Muattal (r.a.) Hazret-i Âişe’yi fark etti:

“…Biz Allâh’a âidiz ve yine O’na döneceğiz.” (el-Bakara, 156) âyetini okuyarak kendisinin orada bulunduğunu duyurdu.

Bu ses üzerine Hazret-i Âişe annemiz uyandı. Safvân (r.a.) tek kelime bile konuşmadan devesini çöktürdü; Hazret-i Âişe vâlidemiz de bindiler. Öğle vakti orduya yetişmişlerdi. Bu durumu gören münâfıklar, ellerine bulunmaz bir fırsat geçmiş gibi bu defâ da ağızlarını çirkin bir iftirâ için açtılar:

“–Vallâhi ne Âişe ondan, ne de o Âişe’den kurtulmuştur.” dediler. Hattâ Abdullâh bin Übey, daha ileri giderek mü’minlere:

“–İşte Peygamberinizin hanımı bir adamla sabahladı...” diyerek alay etti.

Fitne bir anda bütün orduyu sardı. Hazret-i Ebûbekir (r.a.) müthiş bir ıztırapla inledi:

“–Vallâhi biz, böyle bir iftirâya câhiliye devrinde bile uğramadık!..” dedi.

Hazret-i Safvân (r.a.) ise derin bir üzüntü içindeydi. O, Allâh Rasûlü’nün:

“Hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum!..” dediği güzîde bir sahâbî idi.

Hazret-i Peygamber’in durumuna gelince; en büyük keder, hiç şüphesiz O’nun mübârek gönlüne düşmüştü. Çoğu kere evine kapanıyor, insanlarla pek fazla görüşmüyordu. Bu hususta küçük bir tahkîkat yaptırdı. Hazret-i Âişe’nin suçlu olduğuna dâir en ufak bir alâmet bile yoktu. Ancak münâfık ağızlar susmuyordu.

Hâdiseyi en son duyan, Âişe annemiz oldu. Bu ağır iftirâyı işitir işitmez de müthiş bir teessüre kapıldı. Târifsiz bir elemle, Peygamber Efendimiz’den izin alarak babasının evine, mesele hakkında mâlumat edinmeye gitti. İşittiği dedikoduları bir de onlardan dinleyince, âdeta eridi, bir sonbahar yaprağı gibi sarardı soldu.

Bu sırada Peygamber Efendimiz hâdiseyi Âişe vâlidemizle konuşmak istedi. Hz. Ebûbekir’in (r.a.) evine gidip mübârek zevcesine:

“–Ey Âişe! Hakkında bana birtakım sözler ulaştı. Eğer suçsuzsan, Allâh seni temize çıkaracaktır.” buyurdu.

Âlemlerin Efendisi’nin de iftirâlar karşısında küçük bir tereddüt geçirdiğini hisseden hassas ve ince rûhlu Hazret-i Âişe vâlidemiz, anne ve babasına baktı. Onların sustuğunu görünce, nemli gözlerle Allâh Rasûlü’ne şunları söyledi:

“–Vallâhi, iyice anladım ki, siz söylenilenleri duymuş, neredeyse inanmışsınız. Şimdi ben suçsuzum desem, -ki Allâh bunu biliyor- inanmayabilirsiniz. Aksini söylesem hemen inanabilirsiniz. Ama Allâh suçsuz olduğumu biliyor. O hâlde ben, o söylenenlere karşı Allâh’tan yardım istiyorum.”

O günlerde Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin zevcesi Ümmü Eyyûb, kocasına:

“–İnsanların Âişe aleyhinde söyledikleri şeyleri işittin mi?” diye sordu.

Ebû Eyyûb:

“–Evet! İşittim. Onların hepsi yalan ve uydurmadır!” dedi. Sonra hanımına:

“–Sen böyle bir kötülük yapar mısın?” diye sordu.

O da:

“–Hayır! Vallâhi ben kat’iyyen böyle bir kötülük yapmam!” dedi.

Bunun üzerine Ebû Eyyûb:

“–Sen böyle olunca, vallâhi Âişe senden daha hayırlıdır!” dedi. (İbn-i Hişâm, III, 347; Vâkıdî, II, 434)

Artık işin anlaşılması sâdece vahy-i ilâhîye kalmıştı. Nitekim çok geçmeden Cenâb-ı Hak, hâdiseyle alâkalı âyet-i kerîmeleri inzâl buyurdu. Söylenen sözlerin, münâfıkların iftirâlarından ibâret olduğu âşikâr oldu. İlâhî beyanlar, hem Âişe annemizi temize çıkarmakta hem münâfıkların haksız ithamlarını yüzlerine vurup onlara azâbı haber vermekte hem de bu iftirâyı dillerine dolayan gâfilleri îkâz etmekteydi.

İFK HADİSESİ İLE İLGİLİ AYETLER

Cenâb-ı Hak bu hususla ilgili âyet-i kerîmelerde şöyle buyurdu:

“(Peygamber’in temiz ve mübârek zevcesine) bu ağır iftirâyı uyduranlar, şüphesiz sizin içinizden bir gruptur. Siz bu (iftirâ hâdisesini) hakkınızda fenâ sanmayın, aksine o sizin için hayırdır. İftirâcılardan her biri kazandığı günâhın (vebâlini) çeker. Onlardan (elebaşılık yapıp) bu günâhın büyüğünü yüklenen kimse için de büyük bir azap vardır.

Bu iftirâyı işittiğiniz zaman erkek ve kadın mü’minlerin, kendi vicdanları ile hüsn-i zanda bulunup da; «Bu apaçık iftirâdır!» demeleri gerekmez miydi? İftirâcıların da bu hususta dört şâhit getirmeleri gerekmez miydi? Mâdem ki şâhitler getiremediler, öyle ise onlar Allâh nezdinde yalancıların ta kendisidirler. Eğer dünyâda ve âhirette Allâh’ın lutuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftirâdan dolayı size mutlakâ büyük bir azap isâbet ederdi. Çünkü siz bu iftirâyı dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sâhibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz. Bunu ehemmiyetsiz (ve vebâlsiz) bir iş sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allâh katında (elbette ki) çok büyük (bir cürüm) onu duyduğunuzda; «Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu, çok büyük bir iftirâdır!» demeli değil miydiniz?

Allâh size öğüt veriyor ki, eğer inanmış insanlarsanız buna benzer bir davranışı bir daha aslâ tekrarlamayasınız. Ve Allâh âyetleri size açıklıyor. Allâh, (her işin iç yüzünü) çok iyi bilir, hüküm ve hikmet sâhibidir.

İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyâda da âhirette de elîm bir azap vardır. Allâh bilir, siz bilmezsiniz. Ya sizin üstünüze Allâh’ın lutuf ve merhameti olmasaydı, Allâh çok şefkatli ve merhametli olmasaydı (hâliniz nice olurdu)

Ey îmân edenler! Şeytanın adımlarını tâkip etmeyin! Kim şeytanın adımlarını tâkip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği (yüz kızartıcı suçları) ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allâh’ın lutuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiç kimse aslâ temize çıkamazdı. Fakat Allâh dilediğini arındırır. Allâh işitir ve bilir.” (en-Nûr, 11-21)

Bu yüce hakîkatlerden sonra Allâh Rasûlü, mütebessim bir şekilde Hazret-i Âişe annemize:

“–Müjde ey Âişe! Allâh seni temize çıkardı!” buyurdular.

Âişe vâlidemiz, âyet-i kerîmelerle tenzîh ve tebrie olunduktan sonra:

“–Benim gibi âciz bir kul hakkında âyet ineceğini hiç tahmin etmezdim. Zannederdim ki, Allâh Rasûlü’nün kalbine bir ilham gelecek ve benim mâsum olduğum böylece ortaya çıkacak!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a hamd etti. Kendisini başından öperek Rasûlullâh’ın yanına gitmesini işâret eden babası Hz. Ebûbekir (r.a.) de:

“–Ben, Allâh’tan başka kimseye hamd ve teşekkür etmem. Benim beraatımı bildiren Allâh’tır!” diyerek biraz da naz ile kırgınlığını ifâde etti.

Bunun üzerine Allâh Rasûlü, tebessüm buyurdular. Bir ay süren sıkıntı, Allâh’ın lutuf ve merhameti sâyesinde nihâyete erdi. (Buhârî, Şehâdât 15, 30, Cihâd 64, Meğâzî 11, 34; Müslim, Tevbe 56; Ahmed, VI, 60, 195)

İftirâ atılan, Rasûlullâh’ın zevcesi, ümmetin annesi, Hazret-i Peygamber’in en yakın dostunun kızı ve aynı zamanda ümmetin en iffetli hanımlarından biri idi. Yalnız bu hâdise dahî, peygamberlerin iptilâ ve musîbetler karşısındaki tahammül gücünü göstermeye kâfîdir. Bu, kıyâmete kadar iftirâya uğrayan mazlumlara büyük bir tesellîdir.

Bütün bu ilmî ve târihî gerçeklere ve Kur’ân-ı Kerîm’in bu hâdiseyi “ifkün mübîn: açık bir iftirâ” ve “bühtânun azîm: büyük bir iftirâ” şeklinde ifâde buyurarak Hazret-i Âişe vâlidemizi kat’î bir beyân ile tenzîh ve tebrie etmesine rağmen, onun daha sonra Cemel Vak’ası’nda bulunmasından dolayı kendisini ithâma devâm eden bir kısım gaflet erbâbına ne demek lâzımdır!?.

İfk hâdisesine sebebiyet veren mücrimler, nâmuslu bir hanıma zinâ isnâd etmiş olduklarından cezâlandırıldılar. Böylece iftirâcıların her birine seksen değnek vuruldu.

TEBRİE EDİLEN DÖRT KİŞİ

İbn-i Abbâs’a (r.a.) göre Allâh Teâlâ dört kişiyi tebrie etmiştir:

1. Yûsuf’u (a.s.) kendisine iftirâ atan kadının ehlinden bir şâhidin dili ile,

2. Mûsâ’yı (a.s.) yahûdîlerin dedikodularından,

3. Hazret-i Meryem’i, kucağındaki yeni doğmuş oğlunu konuşturmak sûretiyle,

4. Hazret-i Âişe’yi de kıyâmete kadar tilâvet edilecek olan Kur’ân-ı Kerîm’deki o azametli âyetlerle tebrie etmiştir ki, beraatin bu derece belâğatlisi görülmemiş olup Allâh Teâlâ bunu Rasûlü’nün ne kadar yüce bir mertebeye sâhip olduğunu göstermek için yapmıştır. (Zemahşerî, IV, 121)

Bu sıkıntılı devrede vahyin uzun süre gecikmesi, Peygamberimiz’in rasûl ve nebî olmakla birlikte beşeriyet vasfını tebârüz ettirmek, vahyin O’nun şuur ve nefsinden doğan bir hâl olmadığını göstermek ve müslümanların samîmiyetini imtihan etmek içindir.

BAĞIŞLA Kİ BAĞIŞLANASIN

Hazret-i Ebûbekir, Mıstah isimli bir fakire devamlı olarak yardımda bulunurdu. Bu İfk Hâdisesi’nde onun da iftirâcılar arasında yer aldığını görünce, bir daha ona ve âilesine iyilik yapmayacağına dâir yemin etti. Hazret-i Ebûbekir’in yardımı kesilince Mıstah ve âilesi perişan bir hâle düştüler. Cenâb-ı Allâh bu yardımın kesilmesinin ardından şu âyet-i kerîmeleri inzâl buyurdu:

“İçinizden fazîletli ve servet sâhibi kimseler, akrabâya, yoksullara, Allâh yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dâir yemin etmesinler; affetsinler, bağışlasın geçsinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allâh çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22)

“Yeminlerinizden dolayı Allâh’ı (O’nun adını), iyilik etmenize, O’ndan sakınmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel kılmayın! Allâh her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.” (el-Bakara, 224)

Bu âyet-i kerîmeler Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan merhametinin en müşahhas bir örneğini teşkil eder. Diğer yönden de fazîlet ehlini zirveleştirecek bir hedef gösterir.

Âyetlerin nüzûlünden sonra Ebûbekir (r.a.):

“–Ben elbette Allâh’ın beni bağışlamasını severim!” dedi. Ardından yemin kefâreti vererek, yapmış olduğu hayra devâm etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546)

Yâni Hazret-i Ebûbekir, kendi kızına iftirâ atan adama dahî yardımını esirgemedi. Bu da o mübârek sahâbînin kâbına varılmaz fazîletini gösteren bâriz bir misâldir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

HZ. AİŞE KİMDİR?

Hz. Aişe Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.