"ihanet" Osmanlı'yı Az Kaldı Yıkacaktı
Ankara Savaşı'nda Timur'un ordusuna yenilen Osmanlı, bu savaştan sonra Fetret devrine girmiş ancak kısa bir sürede kendisini toparlamıştı. Bu savaşın arka planında ve sonucunda neler yaşandığı ise bize tarihin ne kadar önemli olduğunu bakın nasıl kanıtlıyor.
Ankara mağlûbiyetine bakarak Yıldırım Bâyezîd’in müstesnâ şahsiyeti hakkında yanlış değerlendirmeler yapmak doğru değildir. Üstelik bu harbi kaybettiren sebep, Yıldırım’ın dirâyetsizliği değil, Selçuklu’nun dağılışından o güne kadar devamlı bir sûrette liderlik hırsıyla birbirleriyle çekişen Anadolu beylerinin yine aynı hırsla Sultân’a ihânet edip karşı tarafa geçmeleridir.
Yoksa bu ihânetten evvel Yıldırım’ın, çok açık bir şekilde harbi üstün olarak sürdürdüğü, gâlibiyyete iyice yaklaşmış olduğu, târihî bir gerçektir. Hattâ harbin ilk altı saatindeki Osmanlı üstünlüğü karşısında Timur, bir ara îtidâlini kaybetmiş ve dizüstü çökerek sulh talebine karar vermişti. İşte tam bu esnâda bir hayli uğraşıp da neticede câzip vaatlerle kandırabildiği bir kısım Anadolu beylerinin Yıldırım’a ihâneti, imdâdına yetişti ve harp kendi lehine döndü. Bu gerçeği Timur:
“–Bu dervişler dövüşmede kusûr etmediler.” diyerek îmâ ile de olsa îtirâf etmekten kendini alamamıştır.
Diğer taraftan onun bu ifâdesi, büyük bir hakîkati anlatmakta, yani Osmanlı’nın bir “Gâziler Devleti” olduğu telâkkîsinin ne kadar yaygın olduğunu göstermektedir.
Nitekim bu telâkkî dolayısıyladır ki Timur, zaferi kazanmış olduğu hâlde, üstelik Yıldırım Bâyezîd Hân’ı da esir almış bulunmasına rağmen Osmanlı ordusunu imhâ edememiştir. Ganimetler hâriç, milletine hiçbir şey kazandırabilmiş değildir. Timur’un benliği, büyük bir savaşa sebebiyet vermiş ve ardından gözü yaşlı binlerce yetim, dul ve mazlum bırakmıştır. Girdiği beldelerdeki halkların müslüman oluşlarına dahî aldırmayan Timur’un, nâmus, şeref, mal-mülk vb. hususlarda ahâlîye yapmadığı zulüm kalmamış, özellikle Bursa’da taş üstünde taş bırakmayarak Osmanlı’nın bütün târihî vesîkalarını yaktırmıştır ki, bu büyük bir cinâyettir.
"BEN BAŞ OLACAĞIM" DÂVÂSI
Bu itibarla Timur ve Yıldırım karşılaştırıldığında Yıldırım’ın ondan çok çok üstün bir sultan olduğu âşikârdır. Zira Timur’un devleti, Ankara zaferine rağmen on sene içinde dağılıp gitmiştir. Yani Timur, Osmanlı’dan daha yüksek bir medeniyeti temsîl etmediği için işgal ettiği yerlerden sadece sel suyu gibi gelip geçmiştir. Kalıcı olamamış, kendisinden sonra devleti dağılmıştır. Yerine kalan İlhanlılar da, varlıklarını çok uzun sürdürememişlerdir. Buna mukâbil, Yıldırım’ın ardında bıraktığı devlet ise, on sene içinde derlenip toparlanmış ve yeniden dipdiri bir fetih devleti hâline gelmiştir.
Bunun sebebi de, Osmanlı’nın, Edebali silsilesi tarafından atılan mânevî temellerindeki sağlamlıktır. Nitekim Edebali silsilesinin mübârek elleriyle yoğrulan Osmanlı’nın en büyük husûsiyeti; «Ben baş olacağım!» dâvâsı gütmemiş ve bu uğurda müslüman kanı dökmemiş olmasıdır. Bu husus çok mühimdir. Anadolu’daki diğer beylikler ise: «Selçuklu’nun yerini ben alacağım; Anadolu birliğinin başı ben olacağım!» diye birbirleriyle sürekli harp etmişlerdir. Oysa Osmanlı, ehl-i küfürle harbi tercih etmiş, hizmetlerini nefsine değil, dîn-i mübîne tahsis kılmıştır. Dolayısıyla Osmanlı’nın sür’atli bir şekilde yükselmesinin en büyük sebeplerinden biri budur.
Yani Osmanlı, «hurra...» sesleriyle gelen bir gürûh ile harp etmeyi tercih etmekle, İslâm’daki cihâd rûhuna muvâfık hareket etmiş, bu sebeple müslüman kitleler tarafından devamlı destek görmüştür. Diğer Anadolu beylikleri ise, birbirleriyle mücâdele etmişler, ancak her iki taraf da «Allah, Allah» sesleriyle üzerine gelenlerle harp ettiğinden, tebaaları tarafından takdir ve tasvip görmemişlerdir. Dolayısıyla beyliklerin halkları, vicdânen rahat olamamış ve alttan alta Osmanlı’ya iltihâk etmiştir.
GAZİLER VE MÜCAHİDLER SULTANI
Bu iltihâkı câzipleştirmede en çok muvaffak olan sultanlardan biri de, hiç şüphesiz Yıldırım Bâyezîd’dir.
Dolayısıyla ifâde etmek gerekir ki, eğer Ankara mağlûbiyeti olmasaydı, herhâlde Bâyezîd Hân’a yapılan birtakım yanlış isnatlar, vâkî olmayacaktı. Şu hâlde Yıldırım hakkında söylenen birtakım şahsî kusurları da bu zâviyeden mütâlaa etmek gerekir.
Nitekim o dönemin meşhur şâir ve tarihçilerinden Ahmedî, “Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân” adlı eserinde şöyle der:
“Yıldırım Han, babası ve dedesi gibi âdil ve kâmil bir pâdişahtı. İlim ehlini sever, onlara izzet ve ikrâm eylerdi. Âbid ve zâhid kimseleri ziyâde hoş tutardı. Kendi zühdü de âşikârdı. Gece gündüz tâat ile meşgûl idi. Eline içki kadehi almamış, hattâ çeng ve ney dahî dinlememiştir. O, Ömer -radıyallâhu anh- adâletinde bir şâh-ı Osmânî’dir.”
Velhâsıl son sözümüz şudur ki, Yıldırım Bâyezîd Han, gâziler ve mücâhidler sultânı olarak esârette teslîm-i rûh eylemekle şehâdet rütbesine nâil olmuş büyük bir serdardır.
RAHMETULLÂHİ ALEYH!
Osmanlılar’ın titizlikle riâyet ettiği mübârek topraklara Surre Alayı gönderme an’anesi, ilk olarak Yıldırım Bâyezîd Han devrinde başlamıştır.
Silsile-i Nakşibendiyye’den Hâce Bahâüddîn Nakşibend -kuddise sirruh-, Hâce Alâüddîn Attâr -kuddise sirruh-, Allâme Sâdeddîn Taftazanî ve Hâfız-ı Şîrâzî, Yıldırım Han devrinde vefât eden büyük zâtlardır.
Yâ Rabbî! Sen’in yolunda hizmeti başlarına tâc etmiş o müstesnâ insanların mânevî dünyalarından cümlemize bir nasîb ihsân eyle!.. Âmîn!..
Kaynak: Osmanlı, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları, 2013
YORUMLAR